MEHDÎ’Yİ BEKLERKEN (VE DE: HEM KEL HEM FODUL “HILFU’L-FUDUL” EDEBİYATI)

 




Özellikle 28 Şubat öncesinde mütedeyyin (dindar) kesimdeki “diyalog”çular, sanki Türkiye’de Şeriat (gerçek adalet) hayata geçirilmiş, Müslümanlar açısından hiçbir özgürlük ve hak-hukuk sorunu kalmamış da sıra başkalarının hakları için cihada gelmiş gibi ateistler, ataistler, Kemalistler, laikler, ırkçılar (Türkçüler, Kürtçüler), dinsiz imansızlar vs. ile yapılacak “hılfu’l-fudul” tipi dayanışmadan söz ederlerdi.

Evet, o yılların gözde diyalogcuları, “dinler arası diyalog” türküsünü söyleyenlerdi, fakat “ideolojiler arası diyalog” müzisyenleri de mevcuttu.

Daha doğrusu bu, “din ile dinsizlik arası diyalog” idi.. Buna “din ile laiklik (siyasal dinsizlik) arası diyalog” da denilebilirdi.

Dinler arası diyalog katakullisinin ardında CIA, Vatikan vs. gibi odakların bulunduğu zamanla iyice anlaşıldı..

Din ile laiklik (siyasal dinsizlik) arası diyalog” efsunlarının ardında da yerli-milli derinlerin bulunuyor olduğunu tahmin etmek zor değildi.

*

Bu ikinci tip diyalog aslında Erbakan’ın Millî Görüş söylemi ile uç vermişti..

Millî Görüşçüler bir yandan takiyye kabilinden “Laikliğe karşı değiliz, Avrupa tipi laiklik istiyoruz” diye konuşurken diğer yandan da kapalı kapılar ardında “Dışarıda kuş dili konuşuyoruz, davamız İslam davası” diyorlardı.

Fakat 28 Şubat sonrasında işler değişti..

Erbakan’ın partisi Refah kapatıldı. Yerine kurulan Fazilet de kapatılınca İslamcılık davasını tümden bir tarafa bırakıp “ılımlı laiklik ile ılımlı dindarlığın (Şeriatçı/İslamcı olmayan dindarlığın) diyaloğu” davasını benimseyen Akparti hareketi (Erdoğan liderliğinde) ortaya çıktı..  (Diğer ağır toplar Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Abdüllatif Şener’di.)

Peki Erbakan’ın yanında kalanlar (kapalı kapılar ardındaki) İslamcılığı devam ettirdiler mi?

Hayır!..

Temel Karamollaoğlu’nun “İslamcı değilim, müslümanım” diyor olması gelinen noktayı özetlemesi bakımından önemli..

Ona kalırsa (Turan Dursun’un kankası) Doğu Perinçek de “Müslümanım” diyor. Fakat İslamcı değil..

Erbakan’da, iyi kötü, ağır aksak bir “rejim” hassasiyeti vardı, öncülüğünü yaptığı siyasî hareketin yol açtığı toz duman ve gürültüden geriye kalansa “İslamcı olmayan müslümanlık, ılımlı laiklik”.

(Fatih Erbakan’dan bahsetmeye hiç gerek yok.. Ondan bir şey olacağı yok.)

*

Hılfu’l-Fudul’dan bahsediyorduk..

Hılf; dayanışma, yardımlaşma, yemin gibi anlamlara geliyor.. Fadıl, fazıl, efdal, fazilet, fazl gibi kelimelerle aynı kökten gelen fudûl (fuzûl) ise fazîlet sahipleri (ahlâken üstün kimseler) demek oluyor..

Bu tabirin hikâyesine gelince.. TDV İslâm Ansiklopedisi’ndeki (Muhammed Hamîdullah’ın yazmış olduğu) “Hilfu’l-fudûl” maddesinden özetleyelim..

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in gençlik zamanları..

Yemen’deki Zübeyd kabilesinden bir kişi umre ve ticaret için Mekke’ye geliyor.

Âs b. Vâil ile pazarlık yapıp anlaşıyor. Fakat o, aldığı malın bedelini ödemiyor.

Yemenli satıcı Mekke’nin ileri gelenlerinden yardım istiyor. Âs b. Vâil’in kabilesinden çekindikleri için buna yanaşmıyorlar.

Bunun üzerine Yemenli tâcir, Kâbe’nin kenarındaki Ebû Kubeys tepesine çıkıp bir şiir okuyarak derdini anlatıyor.

Onu dinleyen Hz. Peygamber s. a. s.’in amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib, şehrin en zengin, yaşlı ve nüfuzlu kabile reisi durumundaki Abdullah b. Cüd‘ân et-Teymî’ye başvurarak onu bu konuda bir toplantı yapmaya ikna ediyor.

Toplantıda hazır bulunanlar uzun tartışmalardan sonra haksızlığa fiilen son vermek için yemin ediyor ve gönüllülerden oluşacak bir grup kurmayı kararlaştırıyorlar.

Toplantıya katılanlardan biri, o sırada 20 (ya da 35) yaşında olan Rasulullah s. a. s.’dir.

Âs bin Vâil’in evine yürüyüp parayı alıyorlar.

*

Toplantıya katılanların yaptıkları yemine gelince.

Yeminlerinde ne Kureyşlilik, ne de falan ya da filan Kureyşlinin kafasının ürünü olan ilke ve inkılaplara bağlılık var.

Şu var:

“Allah’a andolsun ki Mekke şehrinde birine zulüm ve haksızlık yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister iyi ister kötü, ister bizden ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz; deniz süngeri ıslattığı ve Hira ile Sebîr dağları yerlerinde kaldığı sürece bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize malî yardımda bulunacağız.”

*

Bu yemini günümüz Türkiye’sine şöyle uyarlayabiliriz:

“Allah’a andolsun ki Türkiye’de birine zulüm ve haksızlık yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister iyi ister kötü, ister bizden ister yabancı olsun, ister Türk ister Suriyeli sığınmacı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz; deniz süngeri ıslattığı ve Erciyes ile Ağrı dağları yerlerinde kaldığı sürece bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize malî yardımda bulunacağız.”

Bu yemini Ortadoğu’ya uyarladığımızda ise şöyle birşey ortaya çıkar:

“Allah’a andolsun ki Ortadoğu’da birine zulüm ve haksızlık yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister Batılı (yahudi ya da hristiyan) bir kodaman ister kimsesiz bir zavallı, ister bizden (NATO’dan vs.) ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz; deniz süngeri ıslattığı ve Himalayalar ile Alp dağları yerlerinde kaldığı sürece bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize malî yardımda bulunacağız.”

*

Hem kel hem fodul hesabı Hılfu’l-Fudul edebiyatı yapmak kolay da, günümüzün Hılfu’l-Fudul’u olmak zor.

Bunun için canından vazgeçmek (serbâz, serdengeçti olmak) gerekiyor:

“Kıyamazsan baş ve cana, uzak durma girme meydana,

“Bu meydan içre nice başlar kesilir hiç soran olmaz.”

Bugünün dünyasında üç kişi bir araya gelip böyle bir hılfu’l-fudul yemini etse derhal terörist ilan edilir.

Yasadışı örgüt kurma, kanunlara aykırı bir çete teşkil etme suçlamasıyla karşılaşırlar.

Bundan kurtulmak için yeminlerine “yasalar çerçevesinde” ya da “yasalara bağlı kalarak” gibi bir ifade eklemeleri gerekir.

Peki, mahkemede hasmınız yargıcın/hâkimin kendisiyse, başınız asıl o yasalarla dertte ise, ne yapacaksınız?

Uluslararası açıdan bakalım: Sorunun kökeninde uluslararası örgütlerin çalışma düzeneği ve aldıkları kararlar yatıyorsa, dayatma ve zorbalıklarına “uluslararası hukuk” adını veriyorlarsa ne yapacaksınız?

*

Evet, Gazze’de yaşananlar gözümüzün önünde.

O eskinin Hılfu’l-Fudul edebiyatçılarına çok iş düşüyor.

Hılfu’l Fudul olmanın tam zamanı..

Buyursunlar, günümüzün Hılfu’l-Fudul’u olsunlar.

Hayır, kimsenin Hıfu’l-Fudul olma faziletinde gözü yok.

Herkes ya kel, ya fodul..

Herkesin bir mazereti var..

Dolayısıyla herkes Mehdî’yi bekliyor.. Allahu Teala’nın göndereceği kurtarıcıyı..

Mehdî gelecek ve Filistinli mazlumları kurtaracak..

Gel gör ki, böylesi zamanlarda itidal, makuliyet, dengelilik, ağırbaşlılık, sükunet, sabır ve teenni ile Mehdî bekleyenler, herşeyin toz pembe göründüğü rahat zamanlarda “Mehdî’yi beklemeyelim kardeşim, Müslüman’a tembellik, atalet, gevşeklik, kurtarıcı beklemek yakışmaz. Silkinelim, ayağa kalkalım, kâfirle çatışmayı göze alan müslümana Türk denir, hadi çatışmaya…” diye artistlik yapıyorlar.

Çatışma başlayınca da ilk tüyen, “Toparlanın, gitmiyoruz, yan gelip yatıyoruz” diyenler de onlar.

Türk tipi zeytinyağı olarak her zaman üstteler.

(Adnan Oktar gibi şaklabanları ortaya sürerek Müslümanlar'ın Mehdî düşüncesi ile alay eden iç ve dış çevreler de ayrı bahis.) 

*

Geçmişte yapılan Hıfu’l-Fudul edebiyatlarından örnek de verelim..

Mesela bir Nurcu kardeş Yeni Asya gazetesinde şunları döktürmüş:

“Asayişi ihlâl eden, istibdadı değişik câzip isim ve gerekçelerle sunan,  dini siyasete ve siyaseti dinsizliğe âlet eden anlayış zulümlü bir anlayıştır. Bu anlayışa karşılık olarak farklı dünya görüşlerine sahip erdemli insanların sivil tepkisidir, faziletliler sözleşmesi.

“… Sulh-u umumiyi temin konusunda Bediüzzaman’ın ilk döneminden itibaren hizmetleri müsbet hareket adına yeniden hatırlanmalı. O, nifakın, zulmün ve ihtilâfın karşısında; asayişin, adaletin, meşveretin, ittifakın ve uhuvvetin yanındadır. 

“Zulme uğranıldığında hak aranması, zulüm ve haksızlık yapılarak aranmayıp, meşrû ve hukukî olup, sabırla tevekkül edilmelidir. Adaletin, zulüm ile tecellisinin, kaderin bir cilvesi olduğunu unutmayıp, kadere bu zulümlü adaletin tecellisine hangi hataların fetva verdirdiği düşünülmeli. Haklı iken haksız duruma düşmek hata olduğu gibi, idarecilerin de hak ve adaletin dağıtım ve uygulanmasında hem dikkatli ve hem de sorumlu oldukları göz ardı edilmemelidir.”

(https://www.yeniasya.com.tr/mehmet-cetin/hilf-ul-fudul-dan-gunumuze-yansimalar_429193)

Bu nursuz Nurculuğa, yamuk yumuk gevezeliklere de bir ad vermek gerekirse, “Bediüzzaman’ı siyasete alet etme” demek mümkün olabilir.

Yazar iyi döşenmiş:  “… farklı dünya görüşlerine sahip erdemli insanların sivil tepkisidir, faziletliler sözleşmesi”..

Bu da herhalde “dinler arası diyalog” türünden bir “farklı dünya görüşleri arası diyalog” oluyor.

Sen bana mesela şu Gazze’nin hiç bitmeyen felaketine dur demek için edilmiş bir “faziletliler sözleşmesi” yemini göster önce..

Sen hangi faziletliler sözleşmesinden söz ediyorsun?

Bugün ortada faziletliler sözleşmesi yok.. Başka sözleşmeler var.. Mesela İstanbul Sözleşmesi..

Sanki ortada “farklı dünya görüşlerine mensup faziletliler” var ve bunlar zulme karşı direnmek için bir sözleşme yapmışlarmış da bunlar çıkıp onun edebiyatını yapıyor.

*

Şunu söylemek gerekiyor ki, bu Nurcuların önemli bir kısmı “hak sözler ile batılı kast” eder hale gelmiş durumdalar..

Tamam Risale-i Nur’u hatmettin, Allahu Teala’nın varlığını birliğini kavradın.. Sonra?

Bitti mi?

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki Medineli Yahudiler de Allahu Teala’nın varlığını kabul ediyorlardı..

Senin elinde (her ne kadar alim, fazıl ve ilhama mazhar olsa da sonuçta masum olmayan bir kulun yazdığı) Risale-i Nurlar var, onların elinde ise Allahu Teala’nın kitabı Tevrat vardı..

Zulüm kaderin adaletiymiş.. Ey ahmak, bu durumda “Zulme uğranıldığında hak aranması, zulüm ve haksızlık yapılarak aranmayıp, meşrû ve hukukî olup, sabırla tevekkül edilmelidir” demek de anlamsız olur, çünkü zulüm ve haksızlık yapılarak hak aranması da “Adaletin, zulüm ile tecellisi, kaderin bir cilvesi” haline gelir.

Risale-i Nur okuyanların önemli bir bölümünün ne yazık ki cehaleti artıyor.

[Bediüzzaman’ın “Kader Risalesi”nde şu cümle yer alıyor: 

“Kader ve cüz-ü ihtiyarî [insanın iradesi/ihtiyarı], İslâmiyet’in ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir.” 

Yani bu kader meselesi ve insanın iradesi ile kaderi arasındaki ilişki, nazarî (akıl yürütme ve düşünceye dayalı olarak teorik inceleme konusu yapılabilecek) ilmî bir mesele değildir. İmanın son sınırında yer alan esrarengiz ve derin bir bahistir. İnsanın vicdanında yer eder veya etmez. Dolayısıyla bu konuda tartışmaya girmek de anlamsızdır. İlmî ve nazarî (akıl yürütüşe dayalı) olmaktan uzak bir bakış açısını getirip adalete yamamak, hâlî ve vicdanî bir imana sahip olan kişi için bir anlam ifade edebilir, fakat meseleye ilim, akıl ve nazar (teorik akıl yürütüş) açısından bakan kişi için cehaletin (ilimden nasipsizliğin), akılsızlığın ve düşüncesizliğin ta kendisi demek olur. Saf ve som ahmaklıktır. Adalet gibi konular tartışılırken (Ki bu ilmî ve nazarî bir tartışma demektir) işin içine kader inancı dahil edilmemeli, Müslümanların kader inancı, zulüm düzenleri ve zalimler için istismar nesnesi haline getirilmemelidir. Kader konusunu bu şekilde ele almak dini (inancı) siyasete aletin bir türüdür. Fakat, Bediüzzaman’ın iman davasını mason Demirel’in siyasetine alet etmeyi dine hizmet zanneden bir topluluğa bunları anlatmak zor. Bizim bu sözlerimizden rahatsız olan Nurcular, bu tavrımızı kendileri açısından “kaderin adaleti” olarak değerlendirmekte serbesttirler. Bunu anlamalarını sağlayacak bir “hâl”den yoksunsalar o zaman Bediüzzamancılık edebiyatı yaparak laga luga etmeyi bıraksınlar.)

*

Bir başka örnek..

Gazete İpekyol diye bir internet sitesinde şunlar yazılmış:

“Son peygamberden sonra din ve dindarlar hiçbir devirde ezilenlerin sığınağı ve barınağı olamadı. Çünkü hiçbir devirde ve hiçbir zaman ezilenler dinden ve dindarlardan o hissiyatı alamadı. Müslümanlara Müslümanlardan daha fazla zulüm yapan kimse yok. Müslüman Müslümana karşı veya Müslümanın düşmanı Müslüman. Dünyaya muayyen bir dinin perspektifinden bakınca manzarayı bütün olarak görmek ve okumak imkansız neredeyse. Çünkü müminler ve kâfirler şeklinde yapılan kesin bir ayrım sahici ve sıhhatli bir hukukun işlemesine müsaade etmez. Kafir ne kadar iyi bir insan olursa olsun sonuçta yine kafirdir, yine lanetlenmiştir. Aynı şekilde mümin ne kadar kötü bir insan olursa olsun sonuçta yine mümindir, yine makbuldür. Onun için inançlarına karşı dürüst olan dindar bir zihin zulme karşı amasız ve fakatsız karşı duramaz. Zalimin kimliği zulmün kendisinden daha önemlidir ve daha önceliklidir onun için. Evrensel vicdanın sesi olmayı başaramamanın gerçek nedeni bu. Topluluklar, müesses yapılar, cemaatler, tarikatlar zulmün kendisiyle ilgilenmezler, kendilerine yapılması ile ilgilenirler sadece. Bunun da nedeni ateşin kendilerine dokunması. Herhangi muhafazakar bir topluluğun zalimin kimliğine bakmadan, konjonktürel davranmadan kimden gelirse gelsin ayrım yapmadan zulme karşı çıktığını, zulmü kınadığını göremezsiniz. Mesela bazı kitapların sadeleştirilmesi karşısında yerleri gökleri inleterek kükreyenlerin çevrelerinde yaşanan onca acıya ve trajediye karşı sessiz kalmaları bunun en ibretamiz örneklerinden biri. Şu an Hılful Fudul ruhunu temsil ve temessül eden tek bir İslami cemaat ve tarikat yok. Topluluğun menfaatleri her şeyin önündedir çünkü. “Zalim bizdense ben bizden değilim” diyecek kaç er kişi ve er cemaat var? Er kişi belki var ama er cemaat eminim yok.

(https://www.gazeteipekyol.com/makale/9286307/hilful-fudul)

Bunları yazan dangalağın hangi lafını düzelteceksin ki..

Her cümlesi yanlış..

Mesela ilk cümlesi:

“Son peygamberden sonra din ve dindarlar hiçbir devirde ezilenlerin sığınağı ve barınağı olamadı.”

Bu anguttaki İslam düşmanlığı Yahudilerinkinden bile fazla..

Çünkü Türkiyeli Yahudiler bile bu kadarını demiyorlar, II. Bayezid tarafından İspanya Engizisyonu’ndan (Hristiyan olma ya da idam edilme şıklarından birini seçme zulmünden) kurtarıldıkları, Osmanlı topraklarına devletin gemileriyle ücretsiz olarak taşınıp yer yurt sahibi oldukları, Türkiye’de zenginleşip keyif sürdükleri için, Osmanlı’yı suçlamıyor, suçlayamıyorlar.

Fakat angutluğun, cahilliğin ve kafasızlığın (egale edilmesi imkânsız) rekorunu kıran bu dangalak suçlayabiliyor.

Er kişi varmışmış da er cemaat yokmuşmuş..

Reenkarnasyon sonucu bir Türk oğlunun bedeninde yeniden hayat bulmuş bir öküz gibi akıl yürüten bu şahıs, kendisine şunu sormalıydı: “Yahudi ve Hristiyanların terör örgütü olarak adlandırdıkları bazı müslüman cemaatleri acaba gerçekte ‘er cemaat’ olabilirler mi? Onlara terörist diyerek acaba ben de er olmadığımı, başka bir şey olduğumu belgelemiş mi oluyorum?”

*

Evet, şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir FETÖ’den, Fethullahçı Terör Örgütü’nden söz ediyor, bu terör örgütünün elebaşısı durumundaki Fethullah’ı ABD’den istiyor.

ABD ise, “Fethullah’ı ben ılımlı, aklı başında, laiklikle uyumlu, çağdaş uygarlık düzeyini yakalamış bir din adamı olarak görüyorum, terörist olduğuna beni ikna edemediniz” diyor.

Kısacası teröristlik, durduğunuz ve de baktığınız yere göre değişiyor.

Türkiye’den bakınca başka, Brüksel’den bakınca bir başka, ABD’den bakınca ise tümden bir başka..

ABD için Fethullah terörist değil, peki kim terörist?

Mesela Eymen ez-Zevahirî teröristti..

Başına 25 milyon dolar ödül konulan bir terörist..

700 milyon lira civarında bir para.. Türkiye’deki bir milletvekilinin bu parayı kazanabilmesi için fasılasız yaklaşık 1000 (yazıyla bin) sene milletvekili maaşı alması gerekiyor.. (Bin sene şu demek: Bin yıl önce ortada bir Alparslan da yok, Malazgirt Zaferi de, Anadolu Türklüğü de..)

7 milyon değil, 70 milyon değil, 170 milyon değil.. 700 milyon..

Ve bu “değerli” adamı öldürdüler..

Ne zaman?

Geçen yılın 31 Temmuz günü.. 14 ay önce..

Nasıl?

Yaşadığı Kabil’de (Afganistan’da) ABD’ye ait bir insansız hava aracının saldırısıyla..

Niçin?

Bir Fethullah olmadığı için.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE "AÇIK" İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39   Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasın...