EBU HANZALA HALİS BAYANCUK, MUSTAFA İSLAMOĞLULAŞMAKTAN, FARUK BEŞERLEŞMEKTEN, HAYRETTİN KARAMANLAŞMAKTAN, FETHULLAH GÜLENLEŞMEKTEN KAÇINMALI

 






1990’lı yılların başıydı.

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenim gören bir grup öğrenci beni sohbete davet etmişlerdi.

Onlara, o sıralarda İslamcı üniversite gençleri arasında popüler olan yazarların kimler olduğunu sormuştum.

Mustafa İslamoğlu’nun ismini vermişlerdi.

İmamlar ve Sultanlar” gibi adlar altında radikal görünümlü kitaplar yazan Mustafa, gençlerin dikkatini çekmeyi başarmıştı.

Onun hakkında bende oluşan kanaat, merhum Hasan el-Benna’nın “ihlas”sız bir taklitçisi olduğu yönündeydi.. Onun gibi bir “hareket lideri, düşünür aksiyon adamı” olmaya çalışıyor gibiydi.

Fakat işin artistliğindeydi, Hasan el-Benna’daki samimiyet ve “yürek yangını” onda yoktu.

Zaman, kanaatimin yanlış olmadığını gösterdi..

Yıllar sonra Mustafa, Atatürkçülük limanına demir attı.

Hem de Evrim’e iman etmiş bir maymunumsu “beşer” torunu olarak.

*

Ebu Hanzala Halis Bayancuk’a şöyle bir soru yöneltilmiş:

“Hocam bizi yöneten bu devlet kötülerin içinden en iyi olanıdır. Biz bunları tasdik etmesek başa kötüleri gelir. Hem Peygamberimiz (sav) şeriatı yavaş yavaş getirmemiş mi? Bunlar da önce altyapı oluşturmaya çalışıyorlar. Sonra inşallah şeriatı getirecekler. Bunu delilli bir şekilde Kuran ve hadis ışığında açıklar mısınız? Böyle değilse şeriat nasıl gelecek?

Sorunun “laik” (siyasal dinsiz) devlete çalışan bir aparat tarafından yöneltilmiş olduğu açık.

Bayancuk’un cevabı şöyle:

Öncelikle Allah sana yeryüzünde şeriat getirmek gibi bir sorumluluk yüklememiştir. Kur'an-ı Kerim'in hiçbir ayetinde veya Peygamber'in (as) hiçbir hadisinde namaz kılın, zekat verin, Allah'ı birleyini emrettiği gibi yeryüzünde İslam devletini kurun, yeryüzünde şeriatı getirin diye Allah (cc) hiç kimseye böyle bir emirde bulunmamıştır.

Doğal olaraktan senin üzerine düşen Allah'a kulluk yapmaktır. Allah'ın sana tek emretmiş olduğu şey Allah'a kulluk yapmandır. “Ben cinler ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım (51/Zâriyat, 56).”

İnsanın yaratılış gayesi tevhid. Tevhid ise Allah’a (cc) kulluk ve O’nu ibadette birlemektir. Kişinin namaz, oruç, kurban gibi ibadetlerini yalnızca Allah’a (cc) yapması ve bir bütün olarak hayatı Allah’ın şeriatına göre düzenlemesi, yalnızca O’nun yasa ve kanunlarına boyun eğmesidir. (Bk. 1/Fâtiha, 5) Müminin varlık amacı tevhid olduğundan, değişmez ve ilk sırada yer alan “Ana gündemi” de her zaman tevhiddir. (Ayrıca bk. 38/Sâd, 27) “Andolsun ki biz her ümmet arasında: Allah’a ibadet/kulluk edin ve tağuttan kaçının (diye tebliğ etmesi için) resûl göndermişizdir. Allah içlerinden kimisine hidayet bahşetti, kimisine ise sapıklık hak oldu. Yeryüzünde gezip dolaşın ve yalanlayanların akıbetinin nasıl olduğuna bir bakın. (16/Nahl, 36) Tağut kavramı için bk. 2/Bakara, 256.”

Bu peygamberler insanları neye davet ettiler? Peygamber insanlara devlet kurun, şeriatı getirin diye mi emretmiştir? Hayır. Peygamberler insanları sadece Allah'a ibadet etmeye ve tağutlardan uzaklaşmaya davet etmişlerdir.

Senin Rabbinin sana emretmiş olduğu sadece Allah'a ibadet etmek, Allah'ı birlemek ve O'na hiçbir şeyi şirk koşmamaktır.

Sen istesen de devlet kuramazsın. Devlet kurmak seninle alakalı bir şey değildir. Çünkü en-Nasir olan el-Veli olan Allah'tır ve kullarından dilediğine yardım etmek suretiyle, onlara dostluğunu ve yakınlığını göstermek suretiyle onları yeryüzünde temkin sahibi kılacak olan, onlara yeryüzünde yönetim verecek olan da Allah'tır.

Ama bunun şartı şudur: “Allah, içinizden iman edip salih amel işleyenlere vadetti: Onlardan öncekileri yeryüzünün halifeleri kıldığı gibi onları da yeryüzünün halifeleri kılacak, razı olduğu dinlerinde kendilerine iktidar/güç verecek ve korkularından sonra onları emniyete kavuşturacaktır. (Bu vaatte bulunduklarım) bana ibadet eder, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Kim de bundan sonra kâfir olursa işte bunlar, fasıkların ta kendileridir! (24/Nûr, 55)”

İslam’ın yeryüzüne hakim olması ve Allah’ın (cc) müminlere vadettiği zaferin/iktidarın gerçekleşmesi dört şarta bağlıdır:

a. İman. (Bk. 1/Fâtiha, 5)

b. Salih amel. (Bk. 18/Kehf, 110)

c. Yalnızca Allah’a ibadet. (Bk. 6/En’âm, 162-163)

d. Hiçbir şeyi O’na ortak koşmamak. (Bk. 4/Nîsa, 48)

Bu dört şarta karşılık üç vaatte bulunulmuştur: Hilafet, dinde güç ve iktidar, emniyet.

Ayet-i kerime zımnen başka bir hakikate işaret eder: Bu şartlardan biri veya tümü ihlal edildiğinde başkaları tarafından yönetilme, mustazaf duruma düşme ve korku içinde yaşama kaçınılmaz sondur.

Peygamber (as) kendisi mi devlet kurmuştur? Hicretten önceki on sayfa ile hicretten sonraki 10 sayfayı okuyun. Hicret öncesi çok fakir ve dar bir hayatı olan Mekke'de iken, Medine'ye hicret sonrası çevredeki bütün kafirlerin gözü Allah tarafından kör edildi ve Peygamber (as) 2 senede devletini kurdu.

Peygamber (as) toplarlar, tanklarla, tüfeklerle, büyük sermayelerle devleti kurmadı. Allah'ı ibadette birledi. O'na hiçbir şeyi ortak koşmadı.Allah (cc) ona önce hicreti akabinde de devletin kurulmasını nasip etti.

Onun için devleti biz kuracağız diyenler -tabirim hatalı olmazsa- Allah'tan rol çalmaya çalışan insanlardır. 30-40 yıldır siyasal İslam diye bir şey çıktı. Parlomentolara girmek, parti kurmak ve bu suretle de yönetime gelmek isteyen insanlar; bunlar sadece feşere uğradılar.

https://www.youtube.com/watch?v=76e8j1-Cybs

Bayancuk, “aparat”ın sorusuna, ne yazık ki, karşılıklı paslaşıyorlarmış gibi boş bir cevap vermiş.

Sözlerine bakıldığında, mugalata yapıyor ya da mantıklı ve tutarlı düşünemiyor olduğunu kabul etmemek mümkün değil.

*

Evet, Bayancuk’un sözleri, esas itibariyle, Prof. Hayrettin Karaman, sürü sepet prof.u peşinde sürükleyen Fethullah Gülen ve Prof. Faruk Beşer gibi isimlerin öteden beri seslendirmekte oldukları yaklaşımı yansıtıyor.

Bu noktaya aşağıda döneceğiz, fakat önce şunu söyleyelim:

Bayancuk, Siyasal İslam tabirini yanlış kullanıyor.

Parti kurup parlamentoya girerek İslam’a hizmet etme iddiasındaki merhum Necmettin Erbakan gibi isimler için Siyasal İslamcı tabirini kullanmak mümkün olabilir, fakat başında bulunndukları (ya da mensubu oldukları) hareketlere Siyasal İslam denilemez.

İki nedenle..

Birincisi, nasıl müslüman başka (Ki o, ölümlü/fani birey durumundaki bir insan tekidir), ve de İslam başka (Ki o, hiçbir insanın tekelinde olmayan evrensel dindir) ise, Siyasal İslam ile Siyasal İslamcılar da aynı şey değildirler.

İkincisi, laik (siyasal dinsiz) devletlerde o devletlerin anayasası ve yasaları çerçevesinde faaliyet gösteren, onlara bağlılık sözü veren partiler, en azından “yöntem”leri itibariyle Siyasal İslamcı kabul edilemezler.

*

Mekke’de Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e “Allah’a kendi inancına göre bildiğin gibi ibadet et, fakat putlarımız aleyhinde konuşma, senden istediğimiz sadece bu; buna karşılık istersen seni kral yapalım, istersen mal verip en zenginimiz haline getirelim, ve istersen, hanımın yaşlı, seni Mekke’nin en güzel kızlarıyla evlendirelim” dediklerinde bunu kabul etmemişti.

Şöyle düşünmemişti:

“Teklif güzel, körün istediği bir göz, Allah vermiş göz üstüne göz.. Hele bir kral (devlet başkanı, cumhurbaşkanı, başkan, reis) olayım, elime herkesi satın alabileceğim para da geçsin, ipler benim elimde olsun, bakın o zaman ben size ne yapıyorum.. Sizi nasıl suya götürüp susuz getiriyorum.”

Bazılarının ilm-i siyaset dedikleri bu münafıklık, İslam’da yok..

Aliya’nın sözü güzel: "Savaş, ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir!" Hem yöntemde, hem zikir fikirde..

*

Böylesi takiyyeci (gizli gündemli) “hareket”ler Siyasal İslam değil, ancak Siyasal Kurnazlık olabilir.

Böylesi bir “hareket”in başlangıcı ahlâkî iflasa ve şahsiyetsizleşmeye, kimlik erozyonuna karşılık geldiği için, sonu da ancak “zihniyet iflası” olabilir.

Nitekim, Erbakan’ın Refah ve Fazilet Partilerinin kapatılmasının ardından AK Parti’yi kurup gömlek çıkaranlar; artık Millî Görüşçü olmadıklarını, muhafazakâr demokrasiyi ve laikliği benimsediklerini açıkladılar.

Hem de övünerek, gururla..

AK Parti’nin kurucularından olan, MKYK’sında hizmet veren, ve şu anda milletvekili olarak partisini TBMM’de temsil eden (Ki son seçimde partisinin milletvekili adayları hakkında karar veren komisyonda da yer aldı) Ayşe Böhürler şunları yazmıştı:

AK Parti siyasi düşünce olarak İslamcılığın fikri takipçisi ya da zirvesi değildir. Kuruluşu itibarıyla İslamcı değildir. Manevi değerlere gösterdiği hassasiyet onu İslamcı yapmaz. Parti programında buna dair tek bir ibare yok. Tam tersi mukaddes değerlere saygılı ama yerini ortada ve hatta Batı’da konumlayan bir partidir. ‘İslamcılık’, dönemin medyasının tanımlaması olmuş, parti buna hep itiraz etmiş. Kurucuları da sonraki milletvekili seçimlerindeki tablo da bunu yansıtır. Solcu, Kemalist, liberal birçok insan bu çatı altında ortak siyaset yapabilmiştir. İlk yerel seçimlerde CHP’den gelmiş çok aday ile konuşmuş birisiyim. “Muhafazakârlık’’ lafı da bu sürecin neticesi olarak partinin kimliğine oturuvermiştir. 2004 bu tanımın kullanılmaya başladığı yıldır. Liberal ekiplerin bu süreçte fikri anlamda etkisi büyük olmuşsa da bu kavramı AK Parti’nin fikri zeminine yerleştirenlerin başında Yalçın Akdoğan ve Ömer Çelik gelir.”

(Ayşe Böhürler, "Sorun muhafazakârlık mı popülizm mi?" Yeni Şafak, 9 Mayıs 2020)

Hanımefendi daha ne desin!

Ömer Çelik’in olduğu yerde İslamcılık olmaz, “puro, motosiklet ve aşk” olur.

AK Parti karşıtları, Çelik’in saz arkadaşları hakkında puro, motosiklet ve aşkın yanısıra başka şeyler de anlatıyorlar da, bizim derdimiz “zihniyet”le.

*

Bayancuk’un “Önce iyi müslüman olacağız, sonra İslam devleti (Şeriat) kendiliğinden gelecek” şeklinde özetlenebilecek naif laflarına gelince..

Bu masalı eskiden, Erbakan’ın Siyasal İslamcılığına muhalefet eden Gülenciler ve benzerleri seslendiriyorlardı.

Son dönemde ise Hayrettin Karaman ve Faruk Beşer gibi saray mollaları seslendirdiler.

Bayancuk Kur’an’ı ya doğru dürüst okumamış ya da anlamamış ki “Allah’tan rol çalmaya çalışan” insanlardan söz ediyor..

Allahu Teala şöyle buyuruyor:

“Ey o bütün iyman edenler! eğer siz Allah’a yardım ederseniz o size nusrat verir ve ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 47/7; orijinal Elmalılı meali)

Evet, ayette “Allah’a yardım etmek”ten (in tensuru’llahe) söz ediliyor. O yüzden merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca doğrudan “Allah’a yardım” ifadesini kullanmış.

Birçok meal ise ifadeyi, ekleme yaparak “Allah’ın dinine yardım” diye veriyor.

Bu ayetin de gösterdiği gibi, Kur’an her tür mugalataya, çarpıtmaya kapıyı kapatıyor.. Ahir zamanda türeyip birilerini “Allah’tan rol çalmaya çalışmak”la suçlayacak olanlara da cevap verilmiş.

*

Bayancuk’un akıl yürütüşünün benzeri AK Partililerde de var.

Aynı Ayşe Böhürler, Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan 15 Eylül 2012 tarihli “Allah kendi dinini korumayı vaad etmişken!” başlıklı yazısında şunları söylüyordu:

Yine bir Eylül ayında, tam 11 Eylül’den sonraki on yılı konuşurken ABD’nin Libya Büyükelçi’sinin, hem de Kaddafi benzeri bir görüntüde öldürülmesi, Müslümanlara yönelik savaş stratejilerinin bir üst seviyeye taşınmasına fırsat tanıyacak. Olay ne dine, ne de insanlığa sığarKur’an‘ın da, İslam’ın da kimseden koruma beklemeyen bir din olması bu dine ait mucizelerden birisi kabul edilir. Hicr suresindeki 9. Ayet’de “Kur’an’ı elbette biz indirdik, koruyacak olan da biziz” der. Böylesine açık bir ifade varken saçma sapan birisinin ortaya çıkardığı, saçma sapan bir filme bakarak cinayeti vazife edinmeyi İslam’a sığdırmak, bunu “Allah adına işlenen bir cinayet” olarak göstermek de, görmek de mümkün değildir.

Ayet “Kur’an’ın korunmasından bahsediyor”, bu ise yazısının başlığına meseleyi “dini koruma” olarak aktarıyor.

Allahu Teala, Kur’an’ı da, dini de, kullarının yardımıyla korur.

AK Parti’nin Ömer Çelik gibi vazgeçilmez isimlerinden olan bu bilgiç bayan ise, “Kullar Allah’a yardım etmeye kalkışmasın” diyor.

Herkese had bildirme meraklısı “üst”lerinden ise ses seda yok tabiî.. Hanımefendiye “Haddini bil, cahil!” demiyorlar.

*

Yukarıda Faruk Beşer’den söz etmiştik.

Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan “İslam’ın devleti olur mu?” başlıklı yazısında tıpkı Bayancuk gibi idare-i kelam etmişti:

“Kuranıkerim’de hedefiniz bir devlet kurmaktır, bunun için çalışın diyen bir ayeti kerimenin bulunmadığını biliyoruz.”

Beşer, şöyle bir soru da yöneltiyor:

“Peki, neden ilk Müslümanlara devlet kurma gibi açık bir görev verilmemiş, bu bir hedef olarak gösterilmemiştir?”

Önce şunu soralım, buradaki “ilk müslümanlar“dan kasıt kimler?

İlk müslümanlardan kasıt, Mekke’deki ilk müslümanlarsa, sayıca o kadar az ve güçsüz, kendilerini savunmaktan bile aciz bir topluluğa “devlet kurma” gibi bir hedef göstermek, ancak ahmakların düşünebileceği bir budalalık olabilir.

Allahu Teala abesle iştigalden de, hikmetsiz emirler vermekten de münezzehtir.

Bedir Savaşı’nda o ilk müslümanlar, yani muhacirler kaç kişiydi?

Sadece 67..

(Artısı eksisiyle) 314 kişinin geriye kalanı ensardan oluşuyordu.

Karşıdaki Kureyş ordusu ise, bin kişiydi..

Yani 67 Mekkeli müslümanın karşısındaki Kureyş ordusu, hicretten sonra bile, bin kişiydi.

67’ye karşı bin (rakamla 1000).

*

Beşer, saçma sorusuna cevap olarak şunu diyor:

"Çünkü devlet kurma gaye ve prensip bir hüküm değildir, bir araçtır. İslam’da asıl olan insanların şirk bataklığından kurtulup tevhide ulaşmaları, yani Allah’ı hakkıyla bir bilmeleri, O’nu olduğu gibi tanımalarıdır."

Tevhid ve şirk edebiyatı sadece Bayancuk gibilerin tekelinde değil.

Mugalata ve demagoji yapıp olaya böyle bakarsan, namaz da, oruç da, hac da, zekât da önemini yitirir.

Çünkü bunlar da sonuçta araçtır; Allahu Teala’nın rızasının kazanılması için birer araç.. Asıl gaye, temel ilke, Allahu Teala’nın rızasını kazanma hedefinden ibarettir. Bu, bir..

İkincisi, vâcibin yerine getirilmesinin kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir.

Küfre ve şirke yol açan “fitne”nin ortadan kalkması, İslam’ın/Şeriat’in devlete hakim olmasına (yani İslam devletinin varlığına) bağlıdır.

O yüzden, merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde En’âm Sûresi’nin 136’ncı âyetini açıklarken şöyle demektedir:

… Burada iman ile şirki, önce biri inanca, biri amel’e (fiil, eylem ve davranışa) ait olmak üzere iki açıdan düşünmelidir. Önce inanç açısından Allah’ı birleyen bir müminin Allah’tan başka hakem ve Allah’ın hükmünden başka hüküm (yasa, kanun) tanımadığı için, bütün iş ve hareketlerinde yalnız o ölçüden hareket etmesi ve bundan dolayı kâr ve kazancında Allah’tan başkasının hükmü adına bir kazanç sevdasında bulunmayacağı gibi, Allah’tan başkasının hükmü adına bir masraf da yapmaması ve ne harcarsa yalnız hak ve adaletli olan Allah’ın hükmü adına ve yalnız ilâhî kanuna uygun bir harcama seçmesi gerekir. Ve böyle olan harcamaların da hepsi sonuç itibariyle hayırlı ve faydalı olur. İnanç bakımından böyle olan, Allah’ı birleyen bir mümin bu iman ve inancını amel açısından da böyle tatbik edebilirse, inanç ve amel bakımından tam mümin, kâmil bir müslüman olur. Ve “âkıbetü’d-dâr” (dünya yurdunun sonu) onun, o inanç ve amelde bulunanların olur. Bu inancını amellerinde tatbik etmezse, o zaman da inanç bakımından mümin olmakla beraber, amel bakımından bir müşrik durumunda bulunur ve fasık olur. Ve bundan dolayıdır ki, zorunlu da olsa müşriklerin uyruğu altında kalıp hükümlerine ve amellerine uyup ve iştirak etmek mecburiyetinde bulunanlar inanç veya amelle ilgili şirke sürüklenmekten uzak kalamazlar. Kalb ve inanç itibariyle karşı olmakla beraber, amel bakımından muvafakatı amelî şirki, kalben rıza göstermek ise itikâdî şirki gerektireceğinden yukarda Eğer onlara itaat ederseniz muhakkak müşrik olursunuz (En’âm, 6/121) buyurulmuştu.

*

Evet, Faruk Beşer adlı saray mollasının “İslam devleti” talebinin karşısına tutup “tevhid-şirk” meselesini getirip yerleştirmesi, İslam devleti ile tevhid akidesini “tokuşturma” sahtekârlığına yeltenmesi, şirk konusundaki hassasiyetinden kaynaklanmıyor.

Sadece, “tevhid-şirk” meselesini istismar ediyor. Hepsi bu..

Ne için?..

Aldığı “rica-minnet görünümlü talimatlar/emirler” çerçevesinde İslam devleti hassasiyetini itibarsızlaştırmak, değersizleştirmek, önemsizleştirmek için..

*

Fıkıh profesörü Beşer’in ifadeleri onun “fıkıh özürlü” olduğunu ispatlıyor.

Görüldüğü kadarıyla virüs Bayancuk’a da bulaşmış.. O da diğer selefîlere bulaştırıyor.

Evet, İslam’ın ilk yıllarında “devlet kurma“dan bir hedef olarak söz edilseydi pratik bir faydası olmazdı.

O ilk yıllarda zekât bile farz değildi. Medine’de, hicretin ikinci yılında farz kılındı.

Aynı durum, oruç için de geçerli.

Hac ise, hicretin dokuzuncu senesinde, Mekke’nin fethinden sonra farz kılındı.

*

Beşer şu mugalataları da yapmıştı:

“Resulüllah (sa) daha ilk yıllarda devlet kurmayı bir hedef olarak göstermiş olsaydı bu sadece diğerlerine bir alternatif arama ve bir dünyevilikten diğerine geçme isteği anlamına gelirdi. Oysa tek tek insanların önce imanı ve ahlakı sindirmeleri gerekiyordu. Esas olan hukuk değil ahlaktı. Bunlar olmadıktan sonra devlet sadece ezici bir güç yani dûle olurdu. Bunun için de bütünüyle Mekke Döneminde Resulüllah (sa), bir gün biz de bir devlet kuracağız, yönetimi bu zalimlerden alacağız, dünyaya biz hâkim olacağız anlamında bir şey söylemedi. Söylediklerinin özeti ‘eslim-teslem’, yani Allah’a teslim ol kurtul demekten ibaretti.”

Birincisi, mesele eğer “önce imanı ve ahlâkı sindirme” ise, bu, bir İslam devletinin sağladığı uygun ortamda mı daha kolay gerçekleşir, yoksa azgınların idaresi altındaki bir küfür devletinde mi?

Beşer, bu soruyu kendisine sormalıydı.

İkincisi, normalde insanlar “gelecekle ilgili vaatler“e değil, konjonktüre bakarlar..

Mevcut durumun varlığı onlar açısından malumdur, fiilî gerçekliktir, gelecekle ilgili vaatlerin tahakkuku ise meçhuldür.

O yüzden, meseleye dünyevî açıdan bakan oportünist, pragmatik ve “hesapçı” insanlar, malumun yanında yer alır, meçhule itibar etmezler.

Nitekim, Medine’de bile, hendek kazısı sırasında Resulullah s.a.s. İran ile Bizans’ın fethi müjdesini verdiğinde, münafıklar kendi aralarında bu müjde ile alay etmişlerdi.

Bu dünyaperestler, herşeyi dünyevîlik açısından değerlendiren ikiyüzlüler, böylesi bir müjdenin üzerine, dünyevîleşme temayülleri çerçevesinde mal bulmuş Mağribî gibi atlamak yerine, Beşer’in şaşkın yaklaşımı çerçevesinde “dünyevîleşmeyi terk etme” anlamına gelen küfürlerini eşedd hale getirmeyi tercih etmişlerdi.

*

Üçüncüsü, “Esas olan hukuk değil ahlaktır” şeklindeki bir ifade, kamu hukuku literatürüne biraz vakıf olan, hukuk ve ahlâk felsefelerine ucundan kıyısından da olsa aşina bulunan insanları sadece güldürür..

Evet, ahmaklıktan daha beter olan bu cehalet, onları güldürür, acı acı..

Devlet, esas itibariyle hukuk demektir. Ahlâkî değil, hukukî bir kurumdur.

Günümüzde devlet kurumunun (dinî hükümlerden bağımsız olarak) salt akıl çerçevesinde meşruiyetini temellendirmeye çalışan siyaset felsefecilerinin ve kamu hukukçularının itibar ettiği yaklaşım, bilindiği gibi, “toplumsal sözleşme/ahid” (social contract) anlayışıdır.

Buna göre, insanlık tarihinin başlangıcında devletsiz bir “doğa durumu vardı. Bu, (kargaşa ve kaos değil) düzen getiren bir kurallar manzumesi ve siyasal otoritenin bulunmaması anlamında anarşiye karşılık geliyordu.

Yani insanlar için tek bir bağlayıcı mercî vardı, kendi vicdanları ve ahlâkî olgunlukları.

Ancak, insanlar, canlarının mallarının, ırz ve namuslarının hayvandan farksız birtakım yağmacıların olmayan ahlâklarına emanet edilmesinin birşeye yaramadığını gördüler.

Bu yüzden, “toplumsal sözleşme” anlamına gelen zımnî bir anlaşma gerçekleştirerek “kendi başlarına buyruk hareket etme” derecesine varan özgürlüklerinin bir kısmını içlerinden birilerine (yöneticilere) devrederek, karşılığında güvenlik (saldırganlara karşı savunulma) ve adalet (aralarındaki ihtilafların hakça halledilmesi) hizmetini almayı kabul ettiler.

Böylece “erken devlet” adı verilen devletin ilk/ilkel formu ortaya çıkmış oldu, ve bu günlere kadar gelindi.

*

Batı’da geliştirilen ve günümüz anayasa hukuku teorisinin temelini oluşturan “toplumsal sözleşme” anlayışı (ya da teorisi), devletin varlığını (ve ayrıca meşruiyetini) böylesi bir zımnî “sözleşme“ varsayımına dayandırmaktadır.

Doğal olarak bu sözleşme nosyonunun yahudi-hristiyan düşünce geleneğinden beslenen bir tarafı var; nitekim İncil, Yeni AhitTevrat ise Eski Ahit olarak adlandırılır.

Allahu Teala bile, kulların sorumluluğunu “elest” bezmindeki “söz“e bağlamıştır.

Öte yandan, İslam’a göre de, yönetenler ile yönetilenler arasındaki karşılıklı hak ve sorumluluklar, biat/bey’at diye adlandırılan sözleşmenin ürünüdür. 

Biat, tek yanlı bir itaat ilişkisi değil, yöneticinin de birtakım taahhütlerde bulunduğu ve sorumlu hale geldiği bir anlaşmadır.

Evet, “toplumsal sözleşme” düşüncesi devletin meşruiyetini bir sözleşmeye bağlarken, Faşizm gibi putperest “devletçi” ideolojiler, devleti meşruiyetin (meşrutiyetin değil) kaynağı haline getirmişlerdir.

Yani devlet, tapınılan bir put/tanrı olmuştur.

Bu “devlet-çi” anlayışa göre, bir şey, devlet onaylıyorsa iyidir, onaylamıyorsa kötüdür. 

Bu “devleti putlaştırma” dalaleti Hegel sapığı tarafından metafizik-ontolojik bir görünüme de büründürülmüştür: 

“… es ist der Gang Gottes in der Welt, daß der Staat ist, sein Grund ist die Gewalt der sich als Wille verwirklichenden Vernunft.” 

“Tanrı’nın Dünya’daki yol alışı (yürüyüşü) ki, devlettir; onun temeli, kendisini irade olarak gerçekleştiren (fiiliyata geçiren) aklın gücüdür.”

*

Evet, hukuka karşı ahlâk edebiyatı yapmanın pratik bir değeri yok.

Ancak gerçeklikle ilgisini koparmış ölü kafaların umut bağlayabileceği bir hayalperestlik avuntusu olabilir bu.

Bir de, kendi "olmayan ahlâkları"na göre insanlara “ahlâkî güzellikler” yapmak isteyen potansiyel arsız, hırsız, yağmacı, haydut tiplerin “hedefindeki toplum projesi” olarak “değer” taşıyabilir bu “hukuksuz toplum / kanunsuz dünya” ideali.

Hukuk ile ahlâkı bu şekilde “tokuşturan” yaklaşımlar, ya kafasızlık ve akılsızlıktan kaynaklanır, ya da “hukuk bağından kurtulma” isteğiyle yanıp yakılan “potansiyel canavarlık”tan.

Üçüncü bir şık yok.

Hukuk ile ahlâk, birbirinin destekçisidir.

Ahlâkı düzgün olanın hukuk/devlet ile başı derde girmez. 

(Tabiî bu, gerçek anlamda hukuk devleti için söz konusu.. Yoksa, Nemrut’un devletinde İbrahim, Firavun’un devletinde Musa, Medyen’de Şuayb, Mekke’de ashab olursanız, başınız yine derde girer.)

*

Beşer’in “Esas olan hukuk değil ahlaktı. Bunlar olmadıktan sonra devlet sadece ezici bir güç yani dûle olurdu” şeklindeki sözüne gelince..

Devletin ahlâkı diye birşey varsa, adaletten ibarettir. Adalet de, hukuk demektir..

Devlet (yöneticiler; siyaset kurumu ve bürokrasi) için gereken sadece hukuktur, yani haklara riayet etmesi..

Devlet, hukuk içinde kaldığı sürece sorun yok demektir.

Yani yöneticiler (iktidarlar, siyasal güç sahipleri) hak yemesinler, hukuk sınırları içinde kalsınlar, yetkilerini istismar etmesinler, ceplerini doldurmasınlar yeter.. Gölge etmesinler başka ihsan istemez..

Tabiî, Beşer’in bu ifadesi, bugünkü devletlerin (ve bu arada Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin) “ezici bir güç” olarak resmedilmesi anlamına da geliyor.

*

Beşer bir de “Mekke Döneminde Resulüllah (sa), bir gün biz de bir devlet kuracağız, yönetimi bu zalimlerden alacağız, … anlamında bir şey söylemedi” diyor ki, Habbab bin Eret r.a.‘den rivayet edilen bir hadîs bunun gerçek dışı (kafadan atma) olduğunu ortaya koyuyor.

Çünkü, Rasulullah s.a.s., hedef olarak değilse bile, bir müjde olarak, daha İslamî tebliğin ilk yıllarında, “gelecekteki devlet“i haber vermiştir.

Habbab bin Eret r.a. şöyle anlatıyor:

“Müşriklerin çok şiddetli işkencelerine maruz kaldığımız bir gün Resûlullah ın (s.a.s.) yanına vardım. Hırkasını kendisine yastık edinmiş, Kâbe’nin gölgesinde bulunuyordu. ‘Ey Allah’ın Resûlü, (çektiğimiz eza ve cefalardan kurtulmamız için) Allah’a dua etmez misin?’ deyince, kalktı ve doğruldu; yüzü kızarmıştı ve şöyle dedi: ‘Sizden önceki milletlerde öyleleri vardı ki, onun için yerde bir kuyu kazılır, kuyunun içine atılır, testerelerle başından aşağıya ikiye bölünür, fakat yine de dinlerinden dönmezlerdi. Demir taraklarla etleri kemiklerine kadar taranırdı da, yine de bu işkenceler onları dinlerinden çeviremezdi. Vallahi Allah, bu dini tamamlayacak. Endişe ve ızdırablardan o derece emin olacaksınız ki, bir atlı San’a’dan Hadramevt’e kadar Allah’tan başka hiç bir kimseden korkmadan gidecek. Kimsenin, koyun sürüsüne kurt saldırır diye bir korkusu olmayacak. Fakat siz acele ediyorsunuz’.”

(Buhârî, Menâkıb, 25.)

*

Evet, Beşer böyle diyor: 

"Resulüllah (sa) daha ilk yıllarda devlet kurmayı bir hedef olarak göstermiş olsaydı bu sadece diğerlerine bir alternatif arama ve bir dünyevilikten diğerine geçme isteği anlamına gelirdi."

Eğer “devlet kurmayı bir hedef olarak gösterme”nin İslamî tebliğin ilk yıllarında yapıldığında dünyevîleşme anlamına geldiği kabul edilirse, söz konusu hedefin daha sonraki süreçte gösterilmesi için de aynı şeyi söylemek gerekir.

İmdi, İslam devleti hedefini/idealini benimsemek bile size göre dünyevîlik (dünya sevgisi, dünyaya bağlanma) anlamına geliyorsa, bir küfür-şirk devletinde “devletçilik” yapmak, “devletin bekası” edebiyatına sarılmak ne olur?

İslam devleti olmak, sonuç itibariyle, Allahu Teala’nın hükümlerini, emir ve yasaklarını siyasal ve toplumsal hayata hakim kılmaktan, Allah Celle Celalühû’nun sözünü yüceltmekten, kâfir ve müşriklerin sözünü ise alçaltmaktan başka birşey değildir.

Sizdeki nasıl bir kafa ve itikatsa, bunu hedeflemek, dünyevîlik olabiliyor.

*

Böylesi bir ultra takvanın, süper vera‘nın, acayip ihlasın, “Bize İslam devleti gerekmez, ahlâkımızın güzelliği bize yeter” diyen sıradışı hassasiyetin, küfür-şirk devletleri namına devletçilik yapmasını geçtik, onlardan Şeytan’dan Allahu Teala’ya sığınır gibi uzak durması, böylesi devletlerle en ufak işbirliği içine girmeyi bile pisliğe batma olarak görmesi beklenir.

İslam devletinde bile dünyevîlik görebilen “ahir zaman takvası“, küfür-şirk devletlerinde kimbilir ne melanetler görür?

Peki, durum bu mu?

Tek dertlerinin ahlâklarını güzelleştirme olduğunu söyleyen bu beyzadeler, laik (siyasal dinsiz) devletler söz konusu olduğunda karşımıza “devletçi” olarak çıkabiliyorlar.

Müslümanların İslam devleti çatısı altında aziz olmasını, acizlik, zillet, ezilme, aşağılanma, horlanma, ezilme ve sindirilme dertlerinden kurtulmasını dünyevîlik olarak görürken; küfür-şirk devletlerinin açıkça şirk anlamına gelen yeminlerini edip (böylesi rejimlerin amentülerini ve kelime-i şehadetlerini söyleyip) söz konusu devletlerin “dünyevî nimetleri”nden pay kapmaya çalışanları aklamak, onların avukatlığını yapmak için kendilerini paralıyorlar.

İslam devleti söz konusu olduğunda zühd ü takvaları cûş u hurûşa geliyor, her biri tacı tahtı terketmeye hazır birer İbrahim Edhem namzedi haline geliyorlar, fakat küfür-şirk devletlerinin iktidar kapısından içeri girebilme fırsatı doğduğu zaman da hep birden koşuyorlar, izdihamdan kimileri bayılıyor, kimileri ölüyor, kimileri de sakat kalıyor.

Kapı dışında kalan ya da bir zaman sonra bir tekme ile kapı dışına atılanlar ile içeriye girmeyi başaranlar arasındaki kavga gürültünün, restleşmeler ile hakaretleşmelerin ise bini bir para..

*

Evet, İslam devleti “ideal”i söz konusu olduğunda dünyevîlik korkusu ile zühd ve kanaat hırkasına bürünenler, küfür-şirk devletlerinin müşahhas nimetleri söz konusu olduğunda, onların yeminlerini etmekle de yetinmiyor, “din devletinin peşinde olmadıklarını, dinî esaslara dayalı devlet istemediklerini, laikliği (Allahu Teala’nın dininin/hükümlerinin devlet yönetimine karıştırılmamasını) ve demokrasiyi (çoğunluk neredeyse orada olmayı) savunduklarını, din milliyetçiliğini ayaklarının altına aldıklarını” söyleleyebiliyorlar.

Hatta, Recep Tayyip Erdoğan gibi, Mısır ve Tunus’a gidip, “Kardeşler, Şeriat’i atın gitsin, laik olun!” diyenler bile var.

(Ahmet Davutoğlu farklı mı?.. Aynı kafa.. Milim farklılık yok. 

Temel Karamollaoğlu gibiler de “İslamcı değilim, müslümanım” diyerek “Anlayın, bende ne akıl ve fikir, ne de İslamî hassasiyet var” mesajını vermekten geri kalmadılar.)

Ve de, Faruk Beşer gibiler, böylesi şahısları dünyevîlik açısından sorgulamak bir tarafa, onların dalkavukluğunu yapıyorlar.

Öfkeleri, İslam devleti idealini unutmayan “marjinal”lere, yani zuafa ve gariplere karşı..

*

Faruk Beşer’in bu hataları dünyevî hatalar değil, dinî hatalar..

Hatta, doğrudan “amel“le ilişkili de değil diyebiliriz, zihniyetle, hatta itikatla alâkalı..

Yani Faruk Beşer’e “Senin şu amelin, şu hareketin, şu davranışın hatalıdır” demekten ziyade, “Bak alenî olarak şunu yazıyor, şu şu görüşlerin propagandasını yapıyorsun, bunlar yanlış, insanların itikadını ve zihniyetini fesada veriyorsun” diyoruz.

Bu durumda Faruk efendinin, yaptığı hatalar dinî nitelikte olduğu için ya kendi sütununda düzeltme yapması ya da hatalı değerlendirmeler yaptığımızı göstererek bizim gibi yanlış düşünenleri “irşad” etmesi, cevap vermesi gerekirdi.

Fakat, cevap gelmedi.

Bizim bu tür yazılarımıza başka odaklar başka yol, yöntem ve araçlarla cevap veriyorlar, verdiler.

*

Karşımızda bir solist yok, koro var.

Koronun bir diğer gür sesi, Hayrettin Karaman.

Bayancuk’tan aktardığımız sözlerle aynı tadı veren hurafeleri arasıra Yeni Şafak gazetesindeki köşesinden milletin üzerine acımadan üfürüyor.

Mesela “Anayasa ve laiklik tartışmaları (2)” başlığı altında 8 Mayıs 2016 tarihinde yayınlanan yazısında, lafı Türkiye’deki insanların Şeriat taleplerine getirmişti:

Şeriat düzeni isteyenlerin bu düzeni uygulamaya kendilerinden başlamaları gerekiyor. Önce Müslümanım diyenler gerçek manada ve bütünüyle Müslüman olacaklar, olmak için ellerinden geleni yapacaklar. İşleri, davranışları, işlemleri, hayatları –şartların elverdiği kadar- tamamen İslâmî olacak. “İslâmî olanı” olmayandan ayırmak için herkes müctehid kesilip hüküm vermeyecek, âlim ve âmil insanlardan oluşan heyetler bulunacak ve bu heyetlerden çıkan bilgiler, fetvalar, rehberlikler Müslümanların yoluna ışık tutacak. Bir ülkede bu nitelikleri taşıyan Müslümanların sayısı yeterli noktaya gelince sıra şeriat istemeyenleri, İslam’ı doğru anlatarak ikna etmeye gelecek. Diyelim ki, yeterli sayıda insanı ikna etmek mümkün olmadı “şiddete, baskıya, silaha sarılarak”, bunun kaçınılmaz sonucu olacak iç savaş ve çatışma çıkararak amacı gerçekleştirme yolunu seçmek de yol değildir. Bırakın bugünün Türkiye’sini ve dünyasını, asırlarca öncesinde bile İslam alimleri (fukaha), İslam’dan sapan yönetimi yola getirmek isyansız ve silahsız olmuyorsa “iç savaş, kargaşa, düzenin bozulması, daha büyük zararlara uğranılması” manasındaki “fitne”ye sebep olmamak için sabredip beklemek gerektiğini söylemişlerdir.”

*

Karaman’ın bu ifadeleri, içinde, pekçok hatayı, bilinçli "saptırma"yı barındırıyor.

Sıralamaya çalışalım.

Bir: Şeriat isteyen insanların işe kendilerinden başlaması öğüdü yerinde, fakat bunu yaparken bir yandan da bütün bir Türkiye için Şeriat düzeni istemeye devam etmelerine bir engel yok. 

Bunu bir hata imiş, bir günahmış gibi dile dolamak, değil bir fıkıhçıya, sıradan samimi bir müslümana bile yakışmaz.

Eylem düzeyinde bu yönde herhangi birşey yapmaları mümkün olmayabilir, fakat zihniyet ve söz düzeyinde bunu her zaman savunmak zorundadırlar. Bu, müslümanlıklarının bir gereğidir.

Aksi takdirde, işe kendilerinden başlama ameliyesini de yapmamış olurlar.

"Ülke için Şeriat isteme" ameline de kendinden başlayacaksın.. Önce sen kendin, "Bu ülkeye Şeriat lazım" diyeceksin..

*

İki: İnsanların Şeriat düzeni talepleri için böylesi bir ön şart getirmek, batıldır.

İnsanın öncelikle kendisiyle meşgul olmak zorunda bulunması sosyal alandaki sorumluluklarını ortadan kaldırmaz.

Diyelim ki sen İslam'ı iyi yaşayamıyorsun, günahkâr bir müslümansın, bu, senin başkalarının küfrüne razı olmanı mı gerektirir? Razı olduğun zaman sen de kâfir olursun. 

Aynı zamanda sen günahkârsın diye başkalarının günahına da razı olamazsın.. O zaman onların günahına ortak olmuş olursun, kendi günahlarına bir de başkalarının günahlarını eklersin. 

Sen günahkârsan "Madem ben günahkârım, o halde varsın devlet de, toplum da günahkâr olsun, Allah'ın hükümlerini (Şeriat'i) uygulamayarak Allahu Teala'ya isyan etsinler, tağutların emrine göre hareket etsinler" diye düşünmen mi gerekiyor?!

*

Üstelik bu ukala adamlar ikide bir "Ehl-i kıble günahından dolayı tekfir edilmez bilmem ne" diyerek ortalığı velveleye vermekten de geri kalmıyorlar.

Ehl-i kıbleye müslümanlığındaki kusurlarından dolayı "ülke için Şeriat isteme" hakkı bile tanımıyorsun, daha ne olsun!

Laikler dinsizlik namına "Sakın Şeriat isteme!" diyorlar, bu uyanıklar da sözde İslam namına aynı lafı tekrarlıyorlar: "Sakın Şeriat isteme!"

"Cümlesinin maksudu bir amma rivayet muhtelif."

Biri sol gösterip yine sol vuruyor, diğeri ise sağ gösterip sol vuruyor, hedefte birleşiyorlar.

Laik (siyasal dinsiz) tüzük kardeşliği..

*

Üç: Karaman’ın bu ifadeleriyle zekâsını kötüye kullandığını, (“işe kendinden başlama” kaydı getirerek ve fiilen mümkün olmayacak bir şartı kurnazca ileri sürerek) gerçekte mevcut düzen yanlılarına, statükoya, konformistlere ve eyyamcılara, istediklerini altın tepsi içinde sunduğunu görüyoruz.

Çünkü, Türkiye gibi ülkelerdeki laiklik uygulaması çerçevesinde insanların Şeriat talebinde bulunmadan önce “İşlerinin, davranışlarının, işlemlerinin, hayatlarının –şartların elverdiği kadar- tamamen İslâmî olması”nı istemek, birincisi kafadan hüküm uydurmaktır.

Bunun dinde yeri yoktur.

İkincisi, bu, gerçekte “kısır döngü” (eskilerin deyişiyle devr-i batıl) anlamına gelir.

Çünkü, şartların neye ne kadar elverdiği hususu, bizzat Şeriat tarafından belirlenmemiş olduğu için (Çünkü şartlar, şu anda ortaya çıkmış şeylerdir, Şeriat çerçevesinde oluşturulmuş şeyler değildir), insanlar arasında tartışma konusu olacaktır.

Birisi, şartlar çerçevesinde elinden geleni yapmış olduğu kanaatine varacak, bir başkası ise, “Hayır, öyle değil” diyebilecektir.

*

Ancak kurnaz Hayrettin efendinin, böylesi bir itiraza karşı hazırlıklı olduğunu görüyoruz.

Çünkü sözlerini şöyle sürdürüyor:

“‘İslâmî olanı’ olmayandan ayırmak için herkes müctehid kesilip hüküm vermeyecek, âlim ve âmil insanlardan oluşan heyetler bulunacak ve bu heyetlerden çıkan bilgiler, fetvalar, rehberlikler Müslümanların yoluna ışık tutacak.” 

Böylece, kurnaz Hayrettin efendi, meseleyi getirip “olmayacak bir başka şart”a bağlamış oluyor.

Bu heyet nasıl teşekkül edecektir? 

Mesela, Cübbeli Ahmet'e göre, kurnaz Hayrettin efendi, İslam’ı tahrif ve tağyir etmek için mesai sarfeden bir sapık durumundadır. Bir başkasına göre de, kurnaz Hayrettin efendi âlim ve âmildir.

*

Dört: Kurnaz Hayrettin efendiye göre, “Bir ülkede bu nitelikleri taşıyan Müslümanların sayısı yeterli noktaya gelince sıra şeriat istemeyenleri, İslam’ı doğru anlatarak ikna etmeye gelecek”miş..

Bu da, aslında, kurnaz Hayrettin efendinin Müslümanlara eşşekoğlu eşşek muamelesi yapması, “Yaz gelince…” masalları anlatması anlamına geliyor.

“Yeterli nokta” acaba neresidir? Bu da, üzerinde anlaşmanın mümkün olmadığı bir başka tartışma konusu..

İkincisi, İslam’ı doğru anlatmak için, “bu nitelikleri taşıyan Müslümanların sayısının yeterli noktaya gelmesi” şartını getirmek, bir başka devr-i batıl üretmek, meseleyi getirip kısır döngüye bağlamaktır.

İslam’ı doğru anlatmazsanız, söz konusu nitelikleri taşıyan müslümanların sayısının yeterli noktaya gelmesi mümkün değildir.

Öte yandan, Hayrettin efendinin getirdiği şarta göre, İslam’ı doğru anlatmak için de, söz konusu nitelikleri taşıyan müslümanların sayısının yeterli noktaya gelmesini beklemek zorundayız.

İşte burası, kurnaz Hayrettin efendinin kafasının kısa devre yaptığı yer.. Ya da kafasını şaşırtıcı bir ustalıkla kötülük için kullandığı nokta.

Zekâsını iyi niyetle kullanmadığı için, yaptığı kurnazlık sonuçta kendisini aptal insan konumuna düşürüyor.

*

İslam’ı doğru anlatmak için böylesi bir “yeterli noktadaki sayı” şartını getirmek, kafadan (daha doğrusu işkembeden) fetva vermektir.

Sadece bu ifadeleriyle bile kurnaz Hayrettin efendinin “âlim ve âmil” insan sınıfına girme hakkını kaybettiğini söylemek mümkün olabilir.

Burada kurnaz Hayrettin efendi karşımıza cehaletin temsilcisi olarak çıkmaktadır, ilmin değil..

Şayet onu âlim kabul edersek, bu takdirde de, ilmini kötüye kullandığını, fasık ve facir olduğunu, bile bile İslam’ı tahrif ve tağyir ettiğini kabul etmek zorunda kalırız.

*

Beş: Bir ülkeye Şeriat’in hâkim kılınması konusunda sadece “sabır” ekolünün görüşüne yer vermek de gerçekte hakikati gizlemektir.

Mesela İmam-ı Azam, İmam Zeyd’i, görüşünün farklılığından dolayı “İslam dışı” olmakla suçlamamıştır.

Burası, içtihat konusu olan, farklı görüşlerin ileri sürülebileceği bir noktadır. İçtihat, içtihadı nakzetmez. 

Kurnaz Hayrettin efendi bu noktayı da gözlerden saklıyor.

*

Ayrıca, "öldürmeden daha beter olan" fitne, tefsir kitaplarında açıklandığı gibi, insanların küfre ve dalalete düşmeye zorlanmaları, İslam’ı ve Şeriat’i tam ve eksiksiz olarak (en azından fikir beyanı düzeyinde) “savunma” imkânının bulunmamasıdır. 

Hayrettin efendinin istediği de tam bu..

Fakat bunu laik (siyasal dinsiz) yasakçılık adına yapmıyor.

Sözde İslam adına yapıyor. "Sen kendini düzelt, laik (siyasal dinsiz) düzenle uğraşma hadsizliği yapma" diyor. 

Bu işi iyi beceriyor, Yaşar Nuri Öztürk türünden adamlar gibi yüzüne gözüne bulaştırmıyor.

*

Altı: Şimdi, asıl meseleye, konunun özüne geliyoruz. 

Mesele, aslında Türkiye’ye Şeriat’in gelmesinin mümkün olup olmaması değil. 

Karaman’ın bu yazısından birkaç hafta önce, bir araştırmanın sonucuna göre, Türkiye insanının sadece yüzde 13’ünün Şeriat yönetimi istediğinin anlaşılmış olduğu medyada haberleştirilmişti.

Gerçekte, bu yüzde 13’ün büyük kısmının, spesifik meseleler söz konusu olduğunda, tam Şeriatçi olmadıkları anlaşılmaktadır.

Daha önce yapılmış benzer bir araştırma, Türkiye’deki “halis” Şeriat yanlılarının oranının yüzde 3 civarında olduğunu gösteriyordu. 

Böyle bir ülkeye Şeriat gelmez ve böyle bir toplum, Allahu Teala’nın nimeti ve rahmeti olan Şeriat’le yönetilme saadetine nail olamaz. 

*

Evet, burada mesele, Türkiye’ye Şeriat’in gelmesi meselesi değildir. 

Mesele, Türkiye’de yaşayan bir müslümanın serbestçe ve özgürce Şeriat talebinde bulunabilme hakkına sahip bulunmasıdır. 

Bugün, doğrudan olmasa bile, dolaylı yollarla müslümanlar bu haktan mahrum bırakılmaktadır.

Aslında, Hayrettin Karaman’ın bu yazısı da, son tahlilde, böylesi hak ihlallerine dolaylı olarak meşruiyet üretme, onları haklılaştırma ameliyesinin bir parçası durumundadır.

Bu noktada Karaman, karşımıza, İslam’a karşı yürütülen psikolojik savaşın bir aparatı olarak çıkmaktadır.

*

Fakat bunu, Karaman’ın malum derin odaklarla açık, söze ya da yazıya dökülmüş bir anlaşma ile yapmakta olduğunu sanmıyorum.

Ortada zımnî, sözlere dökülmemiş, hal lisaniyle dile getirilen bir uzlaşmanın, bir işbirliğinin mevcut bulunduğu görülüyor.

Karaman, düzen yanlılarının hoşuna gidecek şeyler söylüyor, derin düzenciler de, ona bu laik düzende “mutlu ve müreffeh, tehlikelerden ve korkulardan azâde” bir hayat sürmesi imkânını bahşediyorlar.

Birbirlerini iyi tanıyorlar. Ciğerlerine kadar biliyorlar.

MİT tarafından bilgilendirilen Kenan Evren, zamanında Karaman'a durduk yere Diyanet İşleri Başkanlığı teklif etmiş olamaz.

*

Yedi: Bir başka husus.. Şayet Hayrettin Karaman, Erdoğan’ın Mısır ve Tunus’ta yaptığı “Şeriat’e karşı laiklik” propagandasında Erdoğan’a destek vermemiş olsaydı, Türkiye hakkında yazdığı bu ifadelerin bir parçacık da olsa samimiyet taşıdığına inanabilirdik.

Fakat ne yazık ki Karaman, “sıfır samimiyet” noktasında duruyor.

Erdoğan’ın söz konusu açıklamalarının ardından Yeni Şafak gazetesinde “Ne dedi, niçin dedi?” başlıklı bir yazı kaleme almış, onu aklamaya çalışmıştı. 

Mısır için “şartlar” bahanesinin bulunmadığını bile bile..

Mısır’daki darbeci Sisi bile, Şeriat karşıtı olduğunu söylemiyor. O bile, Erdoğan’ın yaptığını yapmıyor, Şeriat’e karşı laikliği savunmuyor. 

Mısır’ın İhvan öncesindeki anayasası laiklik içermediği gibi, İhvan’a karşı Sisi’nin yapmış olduğu darbe de laiklik adına yapılmış bir darbe değil.

Mısır, laik bir ülke değil, "resmî din"i İslam olan bir devlet.

Ve, Erdoğan cenapları, böyle bir ülkeye gidip, İhvan’a, şartları umursamadan, Şeriat’i bırakıp laikliği savunmaları tavsiyesinde bulunabilmiş durumda..

Şartlar..

Demek ki, kurnaz Hayrettin efendi, şartlar lafıyla bizi aldatmaya çalışıyordu.

*

Bayancuk, laflarının ucunun nereye gittiğine, ve nereye doğru evrildiğine dikkat etmelidir.


İNGİLİZ PİYONU ZAMPARA ATATÜRK'ÜN, İŞVERENİ İNGİLİZ İSTİHBARATI (GİZLİ SERVİSİ) ŞEFİ ROBERT FREW İLE MACERALARI

  Mehmet Hasan Bulut’un “ İngiliz Derviş: Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert ” adlı kitabı (4. b., İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncıl...