ALTUN KERPİÇ DEĞİL, AHBUN KERPİÇ, YANİ TEZEK

 




Prof. Mahmut Erol Kılıç’ın, TDV İslâm Ansiklopedisi’nin İbnü’l-Arabî, Muhyiddin” maddesinde keşf kalpazanının “marifet”lerine dair yazdıklarını okumaya devam ediyoruz.

Bir önceki yazıda Kılıç’ın şu sözlerini aktarmıştık: 

“… İbnü’l-Arabî,  kitaplarının sadece Hakk’ın kendisine keşif yoluyla verdiği ve imlâ ettirdiği şeyleri içerdiğini (a.g.e., I, 64; II, 432, 479), sahip olduğu ilmin vecd sultanının veya vücutta ["varlık"ta, yani Allah'ta] fâni olma halinin kendisinde galebe ettiğinde kalbinde tecelli eden şeylerden ibaret olduğunu ileri sürer (Kitâbü’l-Mesâʾil, s. 6).”

Kılıç’ın şu sözleri ise, İbn Arabî soytarısının su katılmamış has halis bir sahtekâr yalancı, ona masum peygamber muamelesi yapan Kılıç’ın ise “saftirik” (veya “saftirik” görünmeyi “bol kazançlı bir yatırım” olarak gören bir “uyanık”) olduğunu ispatlıyor:

“Tercümânü’l-eşvâ adlı manzum eserinde rabbânî mârifetleri, ilâhî nurları, kalbî ilimleri ve şeriatın hükümlerini cismanî aşk temaları kullanarak anlatma yoluna gittiğini, zira bu tür izahların bazı nefislerin daha çok dikkatini çektiğini söyler (Zeâʾir vel-ʿala, s. 5). Mekke’de iken İsfahanlı âlim Mekînüddin’in Nizâm ismindeki kızının adını kullanarak yazdığı Tercümânü’l-eşvâ’taki şiirler, zâhir ehli tarafından ikisi arasında bir gönül ilişkisi olduğu şeklinde yorumlanınca bu şiirlere bir şerh yazarak meselenin iç yüzünün onların zannettiği gibi olmadığını ve maksadının sadece ilâhî aşkı anlatmak için Nizâm’ı bir sembol olarak kullanmaktan ibaret olduğunu, bunu onun da babasının da bildiğini söylemiştir (a.g.e., s. 2).”

*

Böylece süper şarlatan, yazdıklarının “fena fi’llah” diye adlandırılan bir halin ürünü olmadığını itiraf etmiş oluyor.  

Yalancı şarlatanın aslında fena fi’llah hali ile bir ilgisi yok, “cismanî aşk temalarından hoşlanan (yani şehvetine mağlup) nefislerin dikkatini çekme” arzusunda fani olmuş.

İnsanların büyük ekseriyeti bu durumda olduğu için, potansiyel okur kitlesini büyütmüş oluyor.

Sözde, (Kılıç’ın ifadesiyle) eserlerini herhangi bir müellif gibi düşünüp taşınarak yazmamıştı, bütün eserlerini, ya Allah’tan gelen mevâridin kalbini yaracak ve ciğerlerini parçalayacak hale geldiğinde daha fazla dayanamayıp bunlardan zaptedebildiklerini kaydetmek suretiyle oluşturmuştu, veya hakikatin doğrudan doğruya mükâşefesiyle yahut da bizzat Allah’ın emriyle yazıya geçirmişti.

Fakat aslında yazdıkları heva ve hevesinin ürünü..

Yazdığı doğruların bile, insanların “dikkatini çekme” amacına matuf olduğu anlaşılıyor.

Ve bu arada, kendisinin bu nefsanî ve şehvanî gevezeliğine “rabbânî mârifet, ilâhî nur” vs. madalyası takıyor.

*

Allahu Teala, bu sahtekâra “Bana olan muhabbetini Mekînüddin’in kızı Nizâm’a olan cismanî aşk ve şehevî arzu şeklinde anlat” diye emir vermiş olabilir mi?!

Doğal olarak, alimler, soytarının bu deccalî şarlatanlıklarına tepki göstermişler, bunun üzerine, “kızın adını kullanarak yazdığı Tercümânü’l-eşvâ’taki şiirler, zâhir ehli [alim ve fakihler] tarafından ikisi arasında bir gönül ilişkisi olduğu şeklinde yorumlanınca bu şiirlere bir şerh yazarak meselenin iç yüzünün onların zannettiği gibi olmadığını” anlatmışmış.

Soytarı az uyanık değil..

“İlâhî aşkı anlatmak için kızı bir sembol olarak kullanmış”mış.

Demek ki, adına sembol (remz) deyince her haltı yiyebiliyorsun.

Peki, kitaplarında Şeytan’ı ve Deccal’i anlatmak için kendi şahsını niçin sembol olarak ortaya koymamış, kendi adını bu konuda sembolleştirmemiş?

Öyle ya, hepi topu bir “sembol”den ibaret olduğu için bir zararı yok.

*

İbn Arabî soytarısı sembol meselesini böyle anladığı için, bir şeytan ve deccal olarak sembolleştirilmeyi alnının akıyla hak ediyor. Helali hoş olsun..

Şeytan’a ve Deccal’e olan nefretimizi sembolize etmesi için Endülüslü soytarının adını bu minvalde rahatlıkla kullanabiliriz.

Ancak, bu soytarı, kendisi yerine, İslam ulemasına “deccallik” ve ayrıca “firavunluk” izafe etmiş.

Prof. Nihat Keklik, İslam ulemasının ve özellikle de kadı’ların “İbn Arabî’nin aleyhinde yüzlerce fetva vermiş” olduklarını söylüyor.

Peki kendisi ulemanın bu ikazları üzerine kendisine çekidüzen vermiş mi? Hayır, onları firavunluk ve deccallikle suçlamış..

Bu kadılardan Kurtuba kadısı hakkında ekstradan bir de “domuz” tabirini kullanmış. (Bkz. Nilat Keklik, Muhyiddîn İbnü’l-Arabî: Hayatı ve Çevresi, İstanbul: Çığır Yayınları, t. y., s. 14.)

Buradan anlaşılıyor ki Endülüs uleması bu deccali daha iyi anlamış ve memleketinde tutunamadığı için doğuya doğru yelken açmış.

*

Kılıç, onun “üslubu” konusundaki sözlerini şöyle sürdürüyor: 

“Öte yandan dile getirdiği konulara dair cümleler arasında mertebelerin değişmesine bağlı olarak yer yer tezatlı [çelişkili] durumlar da ortaya çıkar. Bu paradoksal ifadeler bu tür literatürün yapısal özelliklerindendir. Meselâ, “İlim aynı zamanda cehalet demektir” (el-Fütûḥât, I, 728); “Vücûd [varlık] adem [yokluk] olarak idrak edilebilir” (a.g.e., III, 362); “Hürriyet köleliktir” (el-İʿlâm, s. 8); “Doğru irşad hem yakınlaştırmak hem de uzaklaştırmak demektir” (el-Fütûḥât [nşr. Osman Yahyâ], IV, 262); “Sen O değilsin; belki sen O’sun” (Fuṣûṣ, s. 91) gibi ifadeler ancak onun düşünce sistemi bağlamında anlaşılabilir.”

Bunlar lüzumsuz gevezelik.. Adamın sağ kulağını tutmak için sol elini kullanması, bunu yaparken de elini sağ bacağının altından dolaştırması gibi şaklabanlıklar. Çocuksu artistlikler.

Okura bulmaca çözdürme ukalalık ve artistliğinin anlamı yok.. Güya bu soytarı bunları millete nasihat için yazmış. Nasihat böyle mi olur?!

Bu tür sözlerin bir kısmı tevil edilebilse bile bir kısmı düpedüz zırva olmaktan kurtulamaz.

Fakat, bir sözün doğru anlaşılması için tevili gerekiyorsa, o sözü söyleyenin meramını anlatma bakımından yetersiz ve yeteneksiz olduğu, maksadını doğru dürüst ifade etmekten aciz olduğu anlaşılır.

Milletin işi gücü yok da senin zırvalarını tevil etmek için vakit mi öldürecek?!

(Edeben ve maslahat gereği bazı şeyler üstü kapalı söylenir, o ayrı.)

*

Kılıç, İbn Arabî şarlatanının “üslubu” konusuna bu şekilde değindikten sonra “Genel Düşünce Tarihine Yönelik Görüşleri” başlığı altında başka bir bahse geçiyor.

Bu başlık altında yazdıkları, İbn Arabî’nin Eski Yunan filozoflarının etkisi altında olduğunu ispatlıyor.. “Bilgi” adı altında söylenen herşeyi kaydetmeyi marifet zanneden İhvan-ı Safa’nın Risaleler’inden de yararlanmış.

Ancak buralardan çalıp çırptığı şeylere “keşf” damgasını vuruyor.

Okuyalım:

“İbnü’l-Arabî ulûhiyyet [tanrılık, tanrısallık] konusunda keşif ehlinin bütün din, mezhep, mektep [ekol] ve kültürler, hatta bu konuda söylenmiş bütün sözler hakkında umumi görüşleri olduğunu, bu hususta onlara bir şeyin saklı kalamayacağını söyler (el-Fütûḥât, III, 398). … bunları … nakleder. Meselâ âlemin yapı taşlarını izah ederken dört rüknün (erkân-ı erbaa) aslı olan bir beşinci mevcuddan (mevcûd-ı hâmis) bahseder ve bunun Hakîm’in Üsṭuḳussât adlı eserinde de geçtiğini belirtir.”

Dört rükun dediği, Eski Yunan düşüncesindeki dört unsur: Su, hava, ateş, toprak.

Şarlatan biraz erken yaşamış olduğu için bunları “keşfen” öğrenmiş.. Bu yüzyılda yaşasaydı “elementler tablosu”nu “keşf” edecek, bu dört unsur lafazanlığını keşfle vakit öldürmeyecekti, yazık olmuş.

*

Kılıç’ı dinlemeye devam edelim:

“Bazı felsefî terimlerin tarihî süreç içerisindeki anlam kaymalarına örnek olarak ademin (yokluk) sırf şer olması konusunu gösterir. … Bunun böyle olduğunu mütekaddimîn ve müteahhirîn ulemâsından muhakkik kimseler de söylemişler, fakat sadece lafzını esas alıp mânasını ifade edememişlerdir (a.g.e., I, 212). Bu konudaki bir diğer örnek de onun eski filozofların, bütün cisimlerin ilk maddesi olarak var saydıkları şey karşılığında kullandıkları Grekçe kökenli “heyûlâ” (hyle) kelimesine dair yazdıklarıdır. … İbnü’l-Arabî ise heyûlânî cevherin [özün] aslında nefes-i ilâhî olduğunu söyleyerek felsefî terminolojinin tasavvufî anlamını vermiş olur (Fuṣûṣ, s. 144). “Mutlak iyi” (hayr-ı mahz) ve “ilim-mâlûm” irtibatı konusunda Aristo’nun Metafizika’sı ile Yeni Eflâtuncu bir eser olan Liber de Causis’in doğrudan İbnü’l-Arabî’ye rehberlik ettiği düşünülemez, ancak onun bu kavramlardan habersiz olmadığı da bir gerçektir. Bunlar, dönemin ilim ve fikir çevrelerinde yaygınlık kazanmış kavramlar olması dolayısıyla İbnü’l-Arabî tarafından da kullanılmıştır. Meselâ ademden “mutlak kötülük” (şerr-i mahz), hakikatten “mutlak nûr” (nûr-ı mahz) ve “muhal”den de “mutlak karanlık” (zulmet-i mahzâ) olarak bahsetmesi, onun filozofların kullandığı hikmete dair bazı terimlere kendine has anlamlar yükleme teşebbüsüdür. … Bununla beraber sırf fikir yolundan gidenlerin -bunlar ister filozof ister kelâmcı isterse diğer ehl-i nazar gruplarından olsun- ilâhiyyât meselelerinde yanlışlarının doğrularından fazla olduğunu da söyler.

Ademin (yokluğun) mahza (sırf) şer olması meselesi boş bir mesele.. İslam uleması Eski Yunan filozoflarının bu boş laflarını ciddiye almasalar daha iyiymiş. (Konumuz bu olmadığı için bu bahse girmiyoruz.)

Görüldüğü gibi, İbn Arabî soytarısı, gelmişi geçmişi, selefi halefiyle bütün İslam ulemasını bu meseleyi anlamamakla suçluyor.

Böylece kendi nefsini iyiden iyiye şişiriyor.

Eski Yunan’ın “heyûlâ”sını “nefes-i ilâhî” olarak adlandırmasından ise şu iki sonuç çıkar (Eski Yunan filozoflarının “hyle” kelimesi tercümeler yoluyla Arapça’ya geçmiş, heyula şeklini almıştır):

Birincisi, adam Eski Yunan paradigması (kavramsal çerçevesi) ile düşünüyor, onların izleyicisi. Temel kavramlarını onlardan alıyor.

İkincisi, bu kavramlara İslamî literatürden karşılıklar uydurarak onları meşrulaştırıyor, tasdik ediyor.

İdrak fakiri Mahmut Erol Kılıç cahili de buna “felsefî terminolojinin tasavvufî anlamı” madalyası takıyor.

Tasavvuf buysa, en büyük mutasavvıflar ve en büyük “ehl-i keşf”, Eski Yunan’ın filozofları demektir.

Adamlar “nefes-i ilahî”yi keşfetmişler, daha ne olsun!

Aynı durum, ademin (yokluğun) mahza (sırf) şer olması konusunda da geçerli.. Bunu İslam uleması değil, Eski Yunan filozofları “keşfetmişler”, İslam uleması ise, bunu keşfedememek bir yana, keşif sahiplerinden doğru bir şekilde öğrenmeyi bile becerememişler.

Meseleyi Eski Yunan’ın keşf ehli büyük mutasavvıfları gibi doğru anlayan tek “müslüman alim ve mutasavvıf” ise, Endülüs’ün soytarısı.

*

Endülüslü şarlatan, Eski Yunan’dan “mutlak iyi” (hayr-ı mahz), “mutlak kötülük” (şerr-i mahz) ve“hakikat” gibi kavramları da almış, fakat, Eski Yunan’ın basit bir takipçisi gibi görünmemek için bunlara anlamsız kuyruklar takmış; “hakikat” “mutlak nûr” (nûr-ı mahz), ve “muhal” de “mutlak karanlık” olmuş. (Mutlak nur’un zıddı mutlak karanlık olabilir de, hakikatin zıddı muhal değildir, butlandır. Muhalin zıddı aklî vücub/zorunluluktur.)

Kılıç’a göre, İbn Arabî soytarısına Aristo’nun Metafizika’sı ile Yeni Eflâtuncu bir eser olan Liber de Causis’in doğrudan rehberlik etmesi düşünülemezmiş.

Doğrudan rehberlik etmemiştir, fakat onlardan yapılan tercümeler “vasıtasıyla” rehberlik ettiği açık.

*

Soytarının “sırf fikir [akıl] yolundan gidenlerin -bunlar ister filozof ister kelâmcı isterse diğer ehl-i nazar gruplarından olsun- ilâhiyyât meselelerinde yanlışlarının doğrularından fazla olduğunu” söylemesine gelince..

Turpun en büyüğü bu..

Kelamcıların (ehl-i nazarın) en başta gelenleri İmam Matüridî ile İmam Eş’arî’dir.

Soytarıya göre, ilahiyyat meselelerinde Ehl-i Sünnet’in bu iki büyük imamının yanlışları doğrularından fazlaymış.

Yani itikaden Matüridiyye veya Eş’ariyye mezheblerinden olmak, ilahiyat meselelerinde doğrudan çok yanlışa inanmak anlamına geliyor.

Niye? Çünkü sırf fikir (akıl) yolundan gidiyorlar.. Akılları (fikirleri) onlara, bazı bilgilere akıl, bazı bilgilere de sağlam duyular (beş duyu) ve doğru haber (nakil, rivayet) yoluyla ulaşılacağını söylüyor.

Durum bu.. Nitekim, Matüridiyye’nin en temel itikad kitaplarında (mesela Nesefî Akaidi’nde), bilgiye “akıl, sağlam duyular ve doğru haber” vasıtasıyla ulaşılabileceği, keşf ve ilhamın “kesin bilgi kaynağı” olmadığı belirtilir.

Evet, Ehl-i Sünnet’e göre, keşf ve ilham, ne itikadda, ne de şerî hükümlerde delil olarak kullanılabilir.

(Keşf ve ilham, Kur’an ve Sünnet’e uygun olmak kaydıyla kişinin imanının kuvvetlenmesine, yakîn sahibi olmasına hizmet edebilir, fakat Kur’an ve Sünnet’le, akla ve nakle dayanan “zahirî bilgi” ile çelişen batınî bilgi olarak boy gösterdiğinde Şeytan’ın iğvasından başka birşey değildir. 

İslam itikadı ve Şeriat hükümleri, keşf ve ilhamdan müstağnîdir.)

*

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i gümüş kerpiç, kendisini altın kerpiç ilan eden İbn Arabî soytarısı gerçekte ahbın kerpiçtir.. Yani tezek.

Tezek sadece yakıt olarak kullanılabilir.. Başka da bir işe yaramaz.

*

[Risalehaber.com’da şu başlığa sahip bir yazı yer alıyor: “Muhyiddin-i Arabi ve Said Nursi, Karanlık Madde'yi çözdü”. (https://www.risalehaber.com/muhyiddin-i-arabi-ve-said-nursi-karanlik-maddeyi-cozdu-326563h.htm)

Elin gâvuru, evrenle ilgili araştırmalarında kullandığı formüllerin batağa saplandığını görüyor, formülü çöpe atmamak için ona, mahiyetini bilmediği bir “x” ekliyor, adını da “karanlık madde” koyuyor.

“Biz göremiyoruz, ölçemiyoruz, tespit edemiyoruz, fakat formülümüz böyle birşeyin mevcut olmasını gerektiriyor, yoksa hesapların hepsi çöküyor, bilim değirmenini sel alıp götürüyor” diyor.

Bunlar da hemen onların peşine takılıp “Bizimkiler zaten bunu keşfetmişlerdi” diyerek kutlama yapıyor.

Peki bu formüllerde meleklere bir yer var mı?

Yok!

Dolayısıyla, fizik formülleri evrenin gerçek bir fotoğrafı değildir.

*

Risalehaber’in söz konusu yazısına göre, İbn Arabî soytarısı Fütuhat-ı Mekkiye’sının 8. cildinin 107. kısımında şunu diyerek karanlık maddeyi tarif etmişmiş:

"Sonra tümel karanlık cevheri öğrenir. Bu cevherde parça olmadığı gibi bir suret de bulunmaz. Bu, âlemin maverasındaki her şeyden gizlidir. Oradan, cisimler âlemine nurlar ve aydınlıklar çıkar. Bunlar, bu cevherden soyutlanmış bileşik ruhlardır.”

Bediüzzaman ise 12. Lem’a’da (eski filozofların “esir” kavramını kullanarak) şunu demiş:

“Birinci kaide: Fennen [fen bilimlerince] ve hikmeten [felsefeye göre] sabittir ki, bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil, belki “esir” dedikleri madde ile doludur.”

Sabit değil.. Nitekim söz konusu yazıda bu söz aktarıldıktan sonra şu denilmiş:

Önceleri “Esir” maddesi adıyla anılan ve kainatın temel maddesi olarak tahayyül edilen bu gizemli madde, Modern Fizik tarafından reddedilmiş gözükse de, aslında farklı terimlerle yaşamaya devam etmektedir.

Yapılan sadece basit bir kelime değişikliğidir, maharetli bir illüzyondur. Eskilerin “Mavi Madde” (Esir) dediğini şimdiki bilim adamları, “Kara Madde” (Karanlık Madde) olarak adlandırmaktadır.

Bediüzzaman’ın “esir”i ile İbn Arabî’nin tümel karanlığı (küllî zulmeti) aynı şey değildir.

Nitekim İbn Arabî hem parça (zerre) olmamadan, hem de suretsizlikten (şekilsizlikten) söz ediyor. Bediüzzaman’a göre ise “esir” hem parçacıklardan oluşuyor hem de sureti var (29. Lem’a):

"Hem nasıl ki cevâhir-i ferd üzerine esir zerrâtıyla [zerreleriyle] bir Kur'ân-ı hikmet [görünmez kevnî ayet] yazmak, semâvat sayfaları üzerine yıldızlar ve güneşler mürekkebiyle bir Kur'ân-ı azîm [görünür kevnî ayet] yazmaktan cezalet itibarıyla daha aşağı değildir.”

Söz konusu yazıda, bu alıntının ardından şu söyleniyor:

Bu tefsirinde Bediüzzaman açık bir şekilde “esir zerratıyla” tabirini kullanarak “Esir” maddesinin zerrelerden (parçacıklardan) oluşan bir madde olduğunu da ortaya koymuş olur.

Suret meselesine gelince.. Bediüzzaman’ın şu sözünü aktarmış bulunuyorlar:

“Madde-i esiriye, esir kalmakla beraber, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâta ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir.”

Tecrübeten sabit olma, gözlem ve deney konusu olma anlamına gelir.

*

Görüldüğü gibi, modern fizikçiler, İbn Arabî ve Bediüzzaman birbiriyle ilgisiz şeyler söylüyorlar.]


İNGİLİZ PİYONU ZAMPARA ATATÜRK'ÜN, İŞVERENİ İNGİLİZ İSTİHBARATI (GİZLİ SERVİSİ) ŞEFİ ROBERT FREW İLE MACERALARI

  Mehmet Hasan Bulut’un “ İngiliz Derviş: Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert ” adlı kitabı (4. b., İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncıl...