MOLLALARIN VE İLAHİYATÇILARIN DRAMI VE ZOR SINAVI

 






Değil laik (siyasal dinsiz) devlette, İslam devletinde bile, din alimlerinin yöneticilerden (devletlulardan, devletten) uzak durmaları, onların güdümüne girmemeleri, devletçilik yapmamaları, İslam’ın mesajı evrenselken ve ümmet şuuru gerektiriyorken yerlilik ve millilik putlarını öne sürmemeleri gerekir.

Bir Molla Güranî ve Zenbilli Ali Efendi gibi hareket edebilmelidirler.

İslam, devletçilik güdümlü bu “yarım hocalık” ile, yerlilik ve milliğin, beka iddiasındaki fani devletin “tarihselliği” içine sıkıştırılıp “tarihsel” hale getirilmektedir.

İslam, tarihsel (bir tarihî dönem ve coğrafyaya, bir zaman ve mekâna özgü) değildir, evrenseldir, çağlar üstüdür.. İlkeleri de evrensel mahiyettedir.. Bununla birlikte, bugün Türkiye’de, laik (siyasal dinsiz) devletin açık ya da örtülü biçimde emrine girmiş olan cepçi/cüzdancı modernist ilahiyatçı taifesi, bir yandan onu hukuk sistemi (şeriat) itibariyle tarihsel ilan ederken, diğer yandan “devletin laikliğine, Türkçülüğüne, Atatürkistliğine, devlet enaniyeti, kibri ve büyüklük iddiasına endeksli” bir İslam yorumu üreterek, onu akıllarınca güncelleyerek (iddialarına göre “tuhaf bir nostalji ve Asr-ı Saadet simülasyonu" olmaktan çıkarıp yaşayan toplumsallık ile buluşturarak), dini gerçekten kelimenin tam anlamıyla “tarihsel” hale getirmeye, (dinleriyle oynayan yahudi ve hristiyan din bilginleri gibi) İslam'ı derin devletçiliğin arzusu doğrultusunda tahrif, tağyir ve tebdil etmeye çalışmaktadırlar.

Ehl-i Sünnet davası güdenlerin bir kısmı da bu şekilde Sünnîliği laik (siyasal dinsiz) devletin politikaları çerçevesinde yorumlamaya uğraşmaktadır.

*

İmam Suyutî’nin Câmiu’s-Sağîr’inin “Amirler ve Memurlar” bahsinde şöyle bir hadîs yer almaktadır (Münire Aydın’ın tercümesiyle):

“Benden sonra, ümmetim­den bir kavim gelecektir. Bunlar Kur’an okurlar ve dinî ahkâmı iyi anlarlar. Buna rağmen kendilerine sokulan Şeytan şöyle der: ‘Eğer siz sultanın yanına giderseniz hem dünyanızı kazanırsınız hem de di­nî bilgilerinizin sayesinde onları da yola getirirsiniz.’ Ama, hiç de böyle olmayacaktır. Çünkü çalıdan dikenden başka bir şey koparılamayacağı gibi, devlet adamına yakın bulunmak da insana hata ve günahtan başka bir şey kazandırmaz.”

Bu hadîste cahil insanlardan bahsedilmiyor. Cahil insanların ne kendilerine ne de başkalarına doğru dürüst bir faydası olur. Burada sözü edilen kesim, Kur’an’ı mütalaa eden ve dinî ahkâmı iyi anlayanlar. Yani âlim ve fakih kimseler.

Bu noktada “sultanın yanına gitmeyi”, dar anlamda bürokraside görev almak olarak da anlamamak gerekir. Ömer Nasuhi Bilmen hoca gibi “sultan” (sulta sahibi, yönetici) ile arasına mesafe koyan devlet görevlileri bulunabileceği gibi, resmen devlet görevlisi olmadığı halde siyasetçiler, parlamenterler, devletin yasama organı olan Meclis’teki siyasal partiler vs. üzerinden devletle bağlantı kuranlar da bulunabilir.

Önemli olan sözde değil, özde sivil olabilmektir.

*

Bir başka ilişki biçimini ise, “örtülü” ve “derin” bağlantılar oluşturmaktadır.

Mesela Yeni Asya grubunun lideri Mehmet Kutlular, 12 Eylül darbesinin ardından MİT’te görevli bir albayın gelip kendisine şöyle bir öneride bulunduğunu açıklamıştı: Atatürk’e deccal demekten vazgeçin, yurtdışında Millî Görüşçüler ve Süleymancılar’la mücadele edin, Beyazıt’taki dersanenizi kapatın. Buna karşılık sizi destekleyelim, önünüzü açalım, Risale-i Nur’ları yaygınlaştıralım.”

Kutlular bunu kabul etmemiş ve kamuoyuna yıllar sonra açıklamıştı. Ancak, lider konumundaki başka birkaç Nurcu ismin, o dönemde, tam da kendisinden istenilen biçimde hareket etmeye başladığını da belirtmişti.

Benzer şekilde, Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hoca da, vefatından beş ay önce yaptığı son haccı sırasında cemaatine, MİT’çilerin kendisini bir süre önce ziyaret edip bazı tekliflerde bulunduklarını açıklamış, “Kabul etseydim siz de rahat ederdiniz, fakat kabul edilecek şeyler değil” diye konuşmuştu. (Beş ay sonra, cemaatin rahat etmesinin önündeki engel kalktı.)

Esad Efendi ve Kutlular MİT’in teklifini reddetmiş ve bu konuda toplumu bilgilendirmişlerdi. 

Peki ya böylesi teklifleri kabul edenler?..

Toplum bunları nasıl tanıyacak?..

*

Hiç kuşkusuz böylesi teklifleri kabul edenlerin de vicdanlarını rahatlatmak için tutumlarını rasyonalize etme imkânları var.

Mesela Kutlular şöye bir akıl yürütmeyle kendisini aldatabilirdi: “Zaten Millî Görüşçüler’in ve Süleymancılar’ın bir sürü hatası, eksiği ve yanlış görüşü var. Ben sadece bunlar üzerinden onlarla mücadele ederim. Fazladan birşey söylemem. Üstelik onlar da bizi bazen haksız yere eleştiriyorlar, bu vesileyle onlara da cevap veririz. Atatürk’e deccal demek de dinî bir vecibe değil. ‘Burası karanlık’ demeyi bırak, bir mum yak! Beyazıt’taki dersane de vazgeçilmez nitelik taşımıyor, orası Kâbe değil; Laleli’de bir başkasını açarız, olur biter.. Bu bir fırsat, değerlendirmeliyiz.. Bu bir fetihtir, açılıştır, hizmetin yaygınlaşması açılımıdır.”

Evet, böyle diyebilir ve kendisini kandırabilirdi.

Şüphe yok ki, bu tür teklifleri kabul edenler, kendilerini böylesi akıl yürütmelerle aldatmakta, işbirlikçiliklerini rasyonalize etmektedirler.

*

Ancak, bu tür teklifleri yapanlar, aslında benzer teklifleri, birlikte mücadele edilmesini istedikleri diğer taraflara da yaparlar. Çünkü, çalışma yöntemleri bunu gerektirmektedir. (12 Eylül öncesinde aynı silah solcunun da, sağcının da cinayeti için kullanılabiliyordu.)

İşin esasını, tarihin en basit fakat en etkili emperyal(ist) yönetim taktiği oluşturmaktadır: “Böl ve yönet.”

Böylece, düşman kabul ettikleri odakların enerjisini birbirlerine karşı kullanırlar.

Evet, “Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar” fehvasınca, aslında fikir tartışmalarına ve insanların birbirlerini uyarmalarına ihtiyaç vardır.

Fakat bunun, bir yerlerden alınan talimat doğrultusunda yapılan güdümlü ve son tahlilde başka amaca hizmet eden operasyonlar olmaması gerekir.

*

Merhum Said Ramazan el-Bûtî’nin Suriye’deki rejimle olan ilişkisinin böylesi örtülü ya da derin bir pazarlığın sonucu olduğunu söyleyemeyiz. Onunki şeffaf ve açık bir ilişkiydi, bununla birlikte, rejimle ve rejimin adamlarıyla arasına mesafe koymaması, onun manevra alanını uzun vadede yok etti.

Kendince çok iyi niyetlerle yaptığı ittifak, onu da zulüm çarkına kademe kademe sürükleyip götürdü. 

Çalıdan, dikenden başka birşey toplayamadı.

Muhtemelen rejimin adamlarını ıslah etmeyi umuyordu, ama, onların “el-Bûtî gibi bir âlim bile bizimle” diye vicdanlarını susturmalarına ve onu başkalarına karşı koz olarak kullanmalarına hizmet etmiş oldu.

Kullanılmamaya, "dilsiz şeytan" olmamaya, küfrün, zulmün ve fıskın pasif destekçisi haline gelmemeye dikkat etmek gerekir.

*

Evet, başlangıçtaki sapmalar pek hissedilmez. Mesela siz, Kıble’ye yönelirken sadece iki derecelik bir sapma yaptığınızda bu dışardan bakanlarca ilk anda fark edilmeyebilir. Fakat yönünüzü döndüğünüz yer aslında Mekke değil Cidde’dir.

Tam da yöneldiğiniz istikamete doğru yürürseniz asla Mekke’ye ulaşamazsınız.

Aynı şekilde, bugünkü rejimlerle açık ya da örtülü ittifaklar kurmuş olanları da, hayat yürüyüşü, çok farklı noktalara sürükleyebilir, sürükler.

Bunlar, kendileriyle birlikte başkalarını da aldattıklarını zannedebilirler, fakat gerçek böyle değildir. Eğer sarımsak yemişseniz, bunu ayrıca deklare etmeniz gerekmez, kokusu sizi ele verir.

Yüzünüze söylemeseler, söyleyemeseler bile, temas kurduğunuz insanların en azından hassas bir burna sahip olanları bu kokuyu alırlar.

Sizin için üzüntü ve ıstırap duyarlar.


DÜZELTME VE ÖZÜR

  "Sen Utanmazlığın ve Karaktersizliğin Resmini Yapabilir misin Abidin?" başlıklı yazımız şu satırlarla başlıyordu:  MİT’i (Milli ...