FİRARLARIN EFENDİSİ SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK, KARA ÇARŞAF GİYİP KADIN KILIĞINDA NASIL KAÇMIŞTI?

 




KÂZIM KARABEKİR'İN DAMADI PROF. ÖZERGİN ANLATIYOR – 12

 

Kâzım Karabekir'in damadı Prof. Dr. Faruk Özergin’in Teklif dergisinin Ağustos 1988 tarihli altıncı sayısında yayınlanan röportajında şu ifadelerin yer aldığını görmüştük:

Ben bir de tarihçilerden, Mütareke [Mondros Ateşkesi] zamanı, o bir seneye yakın kısa bir süre içinde, İstanbul'da, ilerde söz sahibi olacak kimselerin faaliyetlerini tam olarak meydana çıkartmalarını arzu ederim. Tam belgeleriyle.. Bunda görülür ki M. Kemal Paşa [Mütareke zamanı İstanbul'da] "Beni kim tutarsa, onun taraftarıyım" şeklinde çalışmıştır. 

Bir taraftan Saray'da zaten yaverdi, Saray'da yükselme gayretleri içindeydi, bir taraftan Hükümet'i devirip [yeni bir hükümet kurmak için] Meclis'e [Meclis-i Mebusan'a] girip çıkmıştır. Hatta onun için Anadolu'ya gönderdiler, Hükümet'i devirme gayretleri içindeydi. … [Atatürk] bir taraftan İngilizler'le sıkı ilişkiler içindeydi, bir taraftan İtalyanlar'la sıkı temastaydı, herkesle sıkı temastaydı.

M. Kemal Paşa’nın bu faaliyetleri olunca, İstanbul’da da kuşku başladı. Ve Vahideddin aslında vatan haini değil, Vahideddin kurtuluş nerede olacak bilemiyor, şaşkına dönmüş, saray İngilizler’in elinde, İngilizler’in avucuna düşmüş.. Genç, kuvvetli komutanlar var. İngilizler bunları çağırmışlar, toplamışlar İstanbul’a, hepsini toplamışlar, hepsi İstanbul’da. Ve (Vahideddin) bunları tayin ettirmekten korkuyor, tayin emrini çıkarmaktan da korkuyor. O hengâme içinde M. Kemal Paşa zaten, aşırılıkları bilindiği için, bir taraftan kuşkulanıyorlar, bir taraftan da güveniyorlar.”

(Abdurrahman Dilipak, İnönü Dönemi, İstanbul: Beyan Y., 1989, s. 170-1.)

*

Olayların seyrini hatırlayalım.

Vahideddin 3 Temmuz 1918’de padişah oldu.

İki buçuk ay sonra Filistin’de İngilizler’le Nablus (Megiddo) Savaşı yaşandı.

Selanikli Mustafa Kemal bu savaşta üstün firar ve kaçış yeteneğini sergileyerek Osmanlı ordusunun hezimetine büyük katkı sağladı.

Selanikli, Nablus’ta bulunan Yedinci Ordu’nun komutanıydı.

İngiliz 20’nci Kolordu birlikleri Nablus’a yürüyünce Selanikli Eylül’ün 20’sini 21’ine bağlayan gece Nablus’u boşaltmaya başladı.

Resmen kaçtı.

“Ya istiklal, ya ölüm!” demedi.

Şimdi Hamas’ın Gazze’de yaptığı türden bir direniş sergilemek yerine tabanları yağladı.

Peki kurtuldu mu?

*

Kendisi kurtuldu da, ordusu, tıpkı Anafartalar’daki 57’inci Alay örneğinde olduğu gibi, kurtulamadı.

21 Eylül günü bir İngiliz uçağı kaçmakta olan Yedinci Ordu’nun bir bölümünü tespit etti.

Bunun üzerine İngiliz uçakları Yedinci Ordu’yu bombalamaya başladı.

Askerlerin büyük bölümü öldü, kalanlar bütün askerî malzemeyi geride bırakarak canlarını kurtarmaya çalıştılar.

İngilizler arkada bırakılan 87 top, 55 kamyonet, 4 motorlu araç, 75 araba, 837 dört tekerlekli vagon ve çok sayıda su arabasını, sonradan, meyve bahçesinden elma toplar gibi topladılar.

Bunlar, Selanikli’nin İngilizler’e bir tür hediyesiydi.

Meşhur Lawrence bu konuda şunu yazdı:

RAF (Kraliyet Hava Kuvvetleri) dört askerini kaybetti. Türkler ise bir kolordu kaybettiler.”

Bu rezalet ve facia, Selanikli’nin yere göğe sığdırılamayan efsanevî askerî dehasının eseriydi.

İngilizler açısından bakılırsa bu, kendilerine yapılmış dahiyane bir hizmet..

*

Filistin cephesindeki yenilginin en büyük sorumlusunun Selanikli Mustafa Kemal olduğu görülüyor.

Nedeni, Nablus’u hemen terk edip kaçmaya başlaması..

Gerekçesi de şu: Nablus’ta kalsaymış düşman tarafından kuşatılacakmış..

Zavallı deha, tabiî ki kuşatılacaksın, boru değil bu, savaş..

Tiryaki Hasan Paşa da Kanije Kalesi’nde kuşatılmıştı. Emri altında 9 bin asker vardı. Kendisini kuşatan Avusturya Ordusu ise neredeyse 10 katıydı.

Hasan Paşa kaleyi bırakıp kaçmadı.

Gazi Osman Paşa da Plevne’de kuşatılmıştı..

O da büyük bir kahramandır, fakat Tiryaki Hasan Paşa gibi karşısındaki orduyu (Rus ordusunu) mağlup etmiş değildi..

Sonunda teslim olmak zorunda kalmıştı.

Başarısı, Rus ordusunu 1877 yılında tam 145 gün (yaklaşık beş ay) Plevne önlerinde tutmuş, oyalamış olmasıdır.

O bunu yapmayıp kaçsaydı, daha sonra Ayastefanos’a (İstanbul’un Yeşilköy semtine) kadar gelen Rus ordusu kim bilir daha nereye kadar giderdi..

*

Eğer Selanikli Mustafa Atatürk de Nablus’u bırakıp kaçmasa, savunma hattı oluşturup Nablus’ta dursaydı, Filistin cephesi bu kadar kolay çökmezdi.

Nereye kaçıyorsun zavallı deha, İngiliz’in arkandan gelmeyeceğini mi sanıyorsun?

İngiliz uçaklarının peşine düşeceğini hesap etmeyen, bu kadar öngörüsüz ve basiretsiz bir adama askerî deha demek için ahmak olmak gerekiyor.

“Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!”

*

Bu pejmürde dehanın palaspandıras kaçışı “domino etkisi” yaptı, diğer Osmanlı birliklerinin de moralman çökmesine neden oldu.

İngiliz generali Allenby, savaşla ilgili raporunda şunları yazmıştı:

“Operasyonlar birbirini takip eden beş aşamadan oluşuyor.

“İlk aşama kısa sürdü.

“Otuz altı saatte, 19 Eylül 04:30 ile 20 Eylül 17:00 saatleri arasında 8. Türk Ordusu’nun büyük bir kısmı altüst olmuştu. 7. Ordunun birlikleri, çıkışları süvarilerimin elinde olan Samiriye tepelerinde tam olarak geri çekiliyorlardı.

“İkinci aşamada bu başarının meyveleri toplandı.

“Geri çekilen düşmanın arkasına acımasızca bastıran piyade, onu süvarilerimin kollarına itti ve sonuç olarak neredeyse 7. ve 8. Türk Ordusu’nun tamamı silahları ve nakliye araçlarıyla ele geçirildi. Bu aşama aynı zamanda Hayfa ve Akka’nın ele geçirilmesine ve Taberiye’nin ve Celile Denizi’nin güney ve batısındaki toprakların işgaline de sahne oldu. 7. ve 8. Orduların bozguna uğratılması sonucunda Ürdün’ün doğusundaki 4. Türk Ordusu geri çekildi ve Maan tahliye edildi.

“Üçüncü aşama, … 4. Ordunun takibi ile başladı ve Amman’ın ele geçirilmesi ve teslim olan Maan garnizonunun geri çekilmesinin durdurulmasıyla sona erdi.

“Dördüncü aşama, Çöl Atlı Kolordusunun Şam’a ilerlemesine, 4. Türk Ordusu’nun ele geçirilmesine ve XXI. Kolordu’nun Hayfa’dan Beyrut’a kıyı boyunca ilerlemesine sahne oldu.

“Beşinci aşamada birliklerim muhalefet görmeden Humus ve Trablusşam’a ulaştı. Süvarilerim daha sonra Halep’e doğru ilerledi ve 26 Ekim’de o şehri işgal etti.”

*

Savaşın özeti bu..

Bunlardan anlaşılan şu: Filistin yenilgisinin (Ki Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı defterini mağlubiyetle kapatmasına yol açmıştır) mimarı, çürük çarık askerî deha Selanikli Mustafa Atatürk’tür.

Savaşın ilk merhalesinde 8’nci Ordumuz “altüst” oluyor, ve bunu gören Selanikli Atatürk ona yardıma koşmak yerine tabanları yağlıyor.

Dahiyane bir fikir..

Sözümona öyle öngörülü, öyle basiretli, öyle hesaplı planlı bir askerî deha ki, kuşatmadan kurtulayım derken ordusunu tam da düşmanın kucağına itiyor.

Kendisi ise askerini bırakıp kaçıp gidiyor.

Ardına bile bakmadan.

Sonrası zincirleme rezalet.. 

Başlama düdüğünü çalan ise kaçma sanatının büyük virtüözü Selanikli Atatürk.

*

Bu noktada aklıma Barbaros'un ağabeyi büyük kahraman Oruç Reis geldi.

Cezayir'in doğusundaki Tilimsan'da İspanyollar tarafından kuşatılmıştı. 

Yedi aylık bir savunmadan sonra batıya gitmek üzere düşman güçlerini yarıp çıktı..  

Düşman takip ediyordu.

Önlerine gelen nehri geçtiler, fakat 20 kadar Türk levendi, nehri geçemeden İspanyollar'a yakalanmışlardı.

Bunu gören kolsuz kahraman Oruç Reis, kurtulma ümidi olmadığını bildiği halde, nehri gerisin geriye geçerek leventlerine yardıma koştu. 

Ve çarpışa çarpışa şehit oldu.

Selanikli Atatürk ise Filistin'le ilgili hatıralarında kahramanlık olarak, kaçış sırasında sergilediği maharet ve beceriyi anlatıyor.

Görgüsüz deha..

*

Selanikli'nin en büyük marifeti iyi kahramanlık nutukları atması, savaş meydanlarında değil fakat barış meyhanelerinde dumanlı kafayla yiğitlik söylevleri vermesiydi.

Cepheden kaçıyor, cephe gerisinde ise “Vuralım, kıralım, savaşalım, vatan toprağı kutsaldır, ya istiklal ya ölüm, hattı (sınır çizgisini) müdafaa yoktur sathı (bütün yüzeyi) müdafaa (savunma) vardır, vatanın bir karış toprağı bile kan dökülmeden terk olunamaz” diye ahkâm kesiyor.

Kaçtıktan sonra hemen sağa sola kahramanca vatansever telgraflar çekiyor..

Kerameti kendinden menkul deha.

Dehasının şahidi de yine kendisi.

*

Kaçma konusundaki dehasını İstiklal Harbi sırasında da gösterdi.

Samsun’a çıktıktan sonraki bir yıl boyunca düşmana attığı tek bir kurşun yok.

Bu arada Yunan da Ege’de bekliyor. Çünkü Selanikli Atatürk’ün İngiliz dostları bunlara (General Milne’nin adından hareketle) Milne Hattı denilen bir sınır belirlemişler, “Burada bekleyeceksiniz” demişler.

Bekleyecekler, çünkü Selanikli’nin, Osmanlı Devleti’nin altını oyması için kongreler tertip etmeye, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının (Millet Meclisi’nin) yerini alacak bir meclis oluşturmaya ihtiyacı var..

İngilizler tam da TBMM’nin açılışından bir ay önce İstanbul’da Meclis-i Mebusan’ı basıp kapatacaklar, Selanikli Mustafa’yı adamdan saymayan tecrübeli ağır topları Malta’ya sürgün edecekler, döküntülerin ise TBMM’nin doğal üyesi olarak Ankara’ya geçmelerine ve böylece ona meşruiyet kazandırmalarına göz yumacaklardır.

İngilizler’in (Filistin’de kendilerine beleş ve kolay bir zaferi altın tepsi içinde sunan) Selanikli Atatürk’e hizmetleri bununla da sınırlı kalmayacaktır, Osmanlı Milli Savunma Bakanlığı’nı ve Genelkurmay’ın basarak Anadolu’daki bütün mülkî amirlerin ve askerî yetkililerin tek otorite olarak Ankara’yı görmelerini sağlayacaklardır.

Tezgâh iyi kurulmuştur.

*

Ne diyorduk?.. Selanikli savaş meydanından kaçıp kaybolma alanındaki dehasını İstiklal Harbi sırasında da gösterdi dedik, söz başka tarafa kaydı.

Selanikli Atatürk TBMM’yi açınca İngilizler devreye girdiler, Yunan’a “Sizi Ankara ile barıştıralım” dediler. (Bunların teferruatı için Kurtuluş Savaşı’nın Sansürsüz Tarihi kitabımıza bakılabilir.)

İngilizler, Selanikli Atatürk’ü riske atmak istemiyorlardı. Ne olurdu ne olmazdı, belki Yunan’a yenilirdi.

Kendileri açıkça Selanikli’nin yanında yer alsalar o da olmazdı, o güne kadar oynadıkları oyun açığa çıkar, Selanikli’nin kendileriyle işbirliği içinde olduğu anlaşılırdı. (Bu işbirliğini İsmet İnönü, önceki yazılarda aktardığımız gibi, Cumhuriyet'in 50'nci yıldönümü münasebetiyle Milliyet gazetesine verdiği demecinde itiraf edecekti.)

Ancak Yunanistan’da hükümet değişmişti, İngilizler’in teklifini kabul etmediler. “Bizim için Milne Hattı artık bitti” dediler.

Ve Ankara önlerine, Polatlı’ya kadar geldiler.

*

İşte tam bu noktada Selanikli Atatürk, kaçış ve ricat alanındaki eşsiz yeteneğini tekrar sergilemeye koyuldu.

TBMM’yi Kayseri’ye taşıyacaktı, aldığı karar buydu.

Sonradan Kayseri Lisesi olarak hizmet gören tarihî bina, yeni TBMM binası olarak hazırlandı, bazı milletvekilleri hemen Kayseri’ye gittiler.

Selanikli kaçış dehası, Ankara’yı da bırakıp kaçma derdindeydi.

Fakat TBMM’nin Kemalperest değil vatansever olan üyeleri, “Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır” diye palavradan kahramanlık taslayan Selanikli’nin aksine “Hiçbir yere gitmiyoruz, savaşacağız” dediler.

Selanikli baktı ki kendisi bırakıp gitse TBMM gitmiyor, yeni bir başkan seçip yollarına devam edecekler, mecburen olduğu yerde kaldı.

Fakat ricat sanatının gereğini Sakarya Savaşı’nda da sergiledi.

Kâzım Karabekir’in ve Rıza Nur’un yazdığına göre, savaş uzayınca canı sıkıldı, eski huyu depreşti, yine ricat emri verdi.. 

Fakat Mareşal Fevzi Çakmak bu emri uygulatmadı, orduya tebliğ etmedi, bekletti. 

O arada Yunan ordusunun çekilmeye başladığı anlaşıldı. 

Çünkü gıdasızlık ve yanlış beslenme vs. yüzünden ordularında ishal salgını başgöstermiş, perişan olmuşlardı.

Namağlup komutan General İshal’in korkunç saldırısının ve Mareşal Fevzi’nin sebat ve teennisinin eseri olan bu zafer, sonradan Selanikli’nin olmayan askerî dehasının kazanç hanesine yazıldı.

Ve bu gerçeği yazma cesaretini sadece Kâzım Karabekir gösterdi. 

(Rıza Nur da yazdıysa da, ölümünden sonra yayınlanmasını istediği hatıratında yer aldığı için cesaret sayılmaz.)

*

Bu konuya girmişken Selanikli dehanın bir başka kaçış hikâyesini daha anlatalım.

(Deha olduğu doğru da, kaçma konusunda deha.. Fakat Nablus’ta bunu da yüzüne gözüne bulaştırdı, doğru dürüst kaçmayı bile beceremedi.. Geriye kala kala takiyye, gizli gündemcilik, süs püs düşkünlüğü, heykelini yaptırıp hava atma merakı, İngiliz tarzı giyinip fotoğraf çektirme tutkusu gibi "deha" türleri kalıyor.)

Neyse, sözkonusu kaçış hikâyesini biz anlatmayalım.

İpek Çalışlar anlatsın.

Kemal Sunal’ın kara çarşaf giydiği bir filmi var.. Selanikli Kemal de kara çarşaf giyip düşmanlarının önünden kaçmış.. 

Okuyalım:

… 28 martta [1923] mecliste İkinci Grup diye anılan muhaliflerin lideri ola­ rak bilinen Ali Şükrü kayboldu. …

Mecliste sert tartışmalar oluyordu. Eleştiri oklarının hedefi meclisin önderi olarak Mustafa Kemal’di.

Ali Şükrü Bey’in kaybolduğu akşam Karaoğlan Çarşısı’ndaki Kuyulu Kahve’de oturduğu, daha sonra Osman Ağa’nın müfreze­ sinden Mustafa Kaptan’la kol kola yürüdükleri görülmüştü. Ay­rıca Şükrü Bey’in kaybolduğu gece Osman Ağa’nın evinden çığ­lıklar duyulmuş, ertesi gün de evin kapısına eşya nakli bahane­siyle bir araba getirilmişti.

Topal Osman Giresunluydu. Mustafa Kemal 1919 mayısında Samsun’a geldiğinde, Pontus Rumlarını ezmek üzere Millî Mücadele’nin emrine girmiş, gönüllü alayları oluşturmuştu. Karadeniz yöresinde acımasızlığıyla ün yaparak 5 000 kişilik silahlı gücüyle öne çıkmış, yarbaylığa kadar yükselmişti. Ama cahil ve ümmiydi.

Cinayete kurban giden 39 yaşındaki Ali Şükrü Bey, Trabzon­luydu. İkinci Grup’un temsilcisi olarak mecliste bulunuyordu. İh­tisasını Amerika’da yapan Ali Şükrü Bey, mükemmel İngilizce bilen, bilgili bir aydındı. (…)

Ali Şükrü Bey’in kaybolması Ankara’da şok etkisi yaratmıştı. Her taraf didik didik aranıyordu. Beşinci günün sonunda, 2 ni­sanda, sineklerin uçuştuğu bir toprak kümesinin altında Ali Şükrü’nün cesedi bulundu. Ali Şükrü güçlü kuvvetli bir adamdı, To­pal Osman ise cılız… Olay sırasında direndiği, sekiz on kişinin boynuna çadır ipi geçirmesi sonucu boğulduğu anlaşılıyordu. Ce­set, Çankaya’ya çok yakın bir yere, Topal Osman’ın Papazın Ba­ğı diye bilinen yazlık evinin bahçesine gömülmüştü.

Osman Ağa ve Mustafa Kaptan için tutuklama kararı verildi.

Çankaya’da resmî muhafız kıtası kurulmadan önce Mustafa Kemal Topal Osman ve çetesi tarafından korunuyordu. Bu göre­vi devralmak üzere düzenli bir muhafız taburu kurulmuş, başına da İsmail Hakkı (Tekçe) getirilmişti. Topal Osman’ın çetesine ar­tık ihtiyaç kalmamıştı, ama bunu onlara bir türlü kimse cesaret edip de söyleyemiyordu. Sonunda korkulan olmuş Topal Osman çetesi Mustafa Kemal’i hedef almıştı.

Topal Osman çetesi Çankaya’yı kuşattı. Latife’nin kız kardeşi Vecihe de oradaydı. Vecihe İlmen yıllar sonra yakın akrabalarına o gün yaşadıklarını anlatmıştı. Bu anlatım Topal Osman olayının bilinmeyen bir yönünü gün ışığına çıkartıyor:

“Millî Mücadele’nin lideri tehdit altındaydı. Kısa bir tartışma yaşandı. Önemli olan Mustafa Kemal Paşa’nın yaşamıydı. Ona bir şey olursa zaten hiçbirimiz hayatta kalamazdık. Dışarıdakilerle pazarlık başladı. Âdet olduğu üzere ‘Kadınlar ve çocuklar önden çıksın’ dediler. Plan şuydu. Mustafa Kemal Paşa kılık değiştirerek kadınlar ve çocuklarla birlikte dışarı çıkacaktı. Fakat evin içinde de birilerinin kalması gerekiyordu. Latife muhafızlar­la birlikte evde kalmaktan yanaydı. ‘Ben onları oyalarım’ diyor­du. Mustafa Kemal Paşa önce şiddetle itiraz etti. Ancak Lati­fe’nin inadını bilirdi. Bir çarşaf buldum getirdim. Mustafa Kemal çarşafı giydi benimle birlikte dışarı çıktı.

Latife de bu arada onun kalpağını kafasına takmıştı. Erlerden birine ‘Mutfaktaki portakal sandıklarını getir’ dedi. Sandıkları pencerelerin önüne dizdiler. Evde ışıklar yanıyor ve bahçeden ba­kıldığında içerdekiler fark ediliyordu. Boyunun kısalığı dışardan fark edilmemeliydi. Latife, portakal sandıkları üzerinde bir ileri bir geri yürüyor, dışarıdan gelen habercilerle iletilen mesajları evde Mustafa Kemal varmış gibi alıp cevap veriyordu. Ölüm teh­didi altında çeteyi oyalamayı sürdürüyordu. O sırada Mustafa Kemal, Topal Osman’a karşı yürütülecek harekâtı planlıyordu. Sonunda Topal Osman’ın adamları eve kurşun yağdırmaya baş­ladılar. Ardından eve girdiler. Mustafa Kemal’in gittiğini anla­yınca çılgına dönüp ne buldularsa parçaladılar. Onların aradığı Mustafa Kemal’di. Ama ellerinden kaçırmışlardı. O sırada Topal Osman çetesi muhafız taburu tarafından sarıldı.”

Osman Ağa ve altı yardımcısı öldürüldü.

Topal Osman gömüldüğü mezardan çıkartılıp meclisin kapısı­na topuğundan asılmış, bütün dünyanın dikkatle izlediği Türki­ye Büyük Millet Meclisi dünya önünde bir yara almış, Çanka­ya’daki huzurlu ortam kesintiye uğramıştı.

Latife ölümün eşiğinden dönmüştü….

(İpek Çalışlar, Latife Hanım, İstanbul: Doğan Kitapçılık, 2006, s. 55-7; https://docplayer.biz.tr/37789905-Latife-hanim-yazan-ipek-calislar.html)


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK, İSMET İNÖNÜ'YÜ ÖLDÜRTMEK İSTEDİ Mİ?











KÂZIM KARABEKİR'İN DAMADI PROF. ÖZERGİN ANLATIYOR – 11

 

Kâzım Karabekir'in damadı Prof. Dr. Faruk Özergin’in Teklif dergisinin Ağustos 1988 tarihli altıncı sayısında yayınlanan röportajında yer alan şu sözleri daha önce aktarmıştık:

Kadir Mısıroğlu Sebil gazetesinde yazdı. Tek o yazdı, üstü kapalı şekilde. İsmet Paşa soruyor, M. Kemal Paşa'ya: "Paşam" diyor, "İngilizler size 'Dizbağı Nişanı' vermiş. (Dizbağı Nişanı İngilizler'in en yüksek nişanıdır, kimseye vermezler.) Bu nasıl oldu, benim haberim yok" diyor. O da geçiştiriyor. M. Kemal Paşa diyor ki: "İngilizler beni sever de onun için" diyor.

Ben bir de tarihçilerden, Mütareke [Mondros Ateşkesi] zamanı, o bir seneye yakın kısa bir süre içinde, İstanbul'da, ilerde söz sahibi olacak kimselerin faaliyetlerini tam olarak meydana çıkartmalarını arzu ederim. Tam belgeleriyle.. Bunda görülür ki M. Kemal Paşa [Mütareke zamanı İstanbul'da] "Beni kim tutarsa, onun taraftarıyım" şeklinde çalışmıştır."

(Abdurrahman Dilipak, İnönü Dönemi, İstanbul: Beyan Y., 1989, s. 170.)

Evet, İngilizler’in Selanikli Mustafa Kemal’i (herkese vermedikleri) Dizbağı Nişanı’na (Order of the Garter) layık görmeleri olayı gerçek. (Bu nişanı vermeyi düşündükleri sırada henüz Atatürk soyadını alarak “Türkler’in atası” palavrasını isminin arkasına eklemiş değil, çünkü soyadı kanunu çıkarılmamış.)

Selanikli burada doğruyu söylüyor, İngilizler onu çok seviyorlardı.

Bu sevgileri ne zaman başlamış olabilir? Filistin cephesinde İngilizler'in önünden ardına bakmadan kaçması sırasında mı, yoksa daha mı önce?

Ey anti-emperyalizm şampiyonu "çılgın Türkler", bu soruya siz cevap verin!

Bu sevgi karşılıksız değildi elbette, Selanikli de İngilizler'i seviyordu.

Hem de çok.

Adana'dan İstanbul'a gelince, İngilizler'e olan sevgisini gazeteler vasıtasıyla kamuoyuna hemen açıklamıştı. (Teferruatı için Kurtuluş Savaşı'nın Sansürsüz Tarihi başlıklı kitabımıza bakılabilir.)

*

Vahideddin'in onu Anadolu'ya (güya İngilizler'i kandırmak için) müfettişlik gibi paravan bir ad altında Anadolu genel valiliği yetkileriyle donatılmış "gizli gündem"li görevli olarak göndermesinin ardındaki etkenlerden biri, bu derin sevgiydi.

Padişah, İstanbul'daki subaylardan birini "özel yetkiler"le Anadolu'ya göndermesine İngilizler'in göz yummayacağının, şüpheleneceklerinin, onlardan vize alınamayacağının farkındaydı. 

Ne yapacağını bilemez halde sarayında kıvranıp dururken İngilizler'den resmî bir talep geldi: Doğu Karadeniz'de müslüman ahali ile gayrimüslimler arasında çatışma yaşanıyordu, Osmanlı Hükümeti buraya askerî yetkililer gönderip ortalığı yatıştırmalıydı.

Vahideddin, fırsatın ayağına geldiğini düşündü. 

İngilizler onun öyle düşüneceğini biliyorlardı. 

Satrancın sonraki hamlelerini de planlamışlardı.

*

Sultan bu iş için, güvendiği, zekâsını takdir ettiği, hürmetkâr tavırlarını takdire şayan bulduğu yaveri Mustafa Kemal'in uygun olduğunu düşünüyordu.

Çünkü göndereceği adam hem kendisine sadakatle bağlı, hem de İngilizler'in tepkisini çekmeyecek bir evsafta olmalıydı.

Bu özellikler Mustafa Kemal'de fazlasıyla vardı, İngilizler hakkındaki övücü ve dostane sözlerinin onların dikkatinden kaçmış olması düşünülemezdi. 

Nitekim İngilizler pekçok Osmanlı siyasetçi ve askerini Malta'ya sürgün etmişken Selanikli'ye hiç dokunmamışlardı.

Dolayısıyla İngilizler'in zaafından yararlanabilir, güvendiği yaveri Selanikli ile onlara oyun oynayabilirdi.

Bu devletin ekmeğiyle büyümüş, bu vatanın havası suyu ile o günkü konumuna gelmiş olan Mustafa Kemal İngilizler'e oynamak istediği bu oyuna elbette devleti için, vatanı için koşulsuz destek verirdi.

Şerefli bir subay devletine sadakat gösterir, devletine karşı İngiliz kâfiriyle işbirliği yapmazdı.

Dolayısıyla Mustafa Kemal'e güvenebilirdi.

Ona böyle bir görev vermesinin hata olacağını söyleyen Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi gibi hocalar siyasetten anlamıyordu.

Mustafa Kemal'i sadakatle hizmet edeceğine dair "gökten indiğine inandığı" Kur'an üzerine yemin ettirecek ve Anadolu'ya gönderecekti.

Bu yemini çiğnemek gibi bir kepazeliği, yalancılığı, sahtekârlığı, dönekliği, alçaklığı, dinsiz imansızlığı, iblisliği hangi Türk subayı şeref ve haysiyetine yakıştırabilir, böyle bir onursuzluğa kim tevessül edebilir, böylesi süflî bir alçalmayı kim kabul edebilirdi ki?

Yok yok, Şeyhüislam ve onu dolduruşa getiren subaylar yanılıyor, Mustafa Kemal hakkında suizanda bulunuyor, günahını alıyorlardı.

Tamam bazı hataları vardı, fakat kimin hatası yoktu ki?!

*

Böylece Vahideddin, İngilizler'in satranç tahtasındaki "safiyane" hamlesini, güvendiği Mustafa Kemal "kale"sini öne sürerek "zaferle sonuçlanacak bir oyun"un temeli haline getirmeye kalkıştı. 

Bilmediği ise, Selanikli'nin İngiliz istihbarat teşkilatının (gizli servisinin) İstanbul şefi Rahip Frew (Fro) ile başbaşa gizli görüşmeler yapıp başka bir "gizli gündem" hazırlamış, onların bilgisi ve kontrolü altında başka bir "oyun" kurmuş olmasıydı.

Bu gizli gündemini Selanikli, Erzurum Kongresi sırasında bir gece hempaları Mazhar Müfit Kansu ile Süreyya Yiğit'e açıklayacaktı.

Gündüz Allah, Kur'an, Peygamber, ümmet, İslam, hilafet, cihat diyor, akşam ise ancak bir İngiliz ajanından beklenebilecek sözler söylüyordu.

Öyle hareket ediyordu ki, takiyye bir insan olsaydı, adı Mustafa Kemal olurdu.

*

Selanikli'ye Samsun'a gitmesi için gereken vizeyi bir gün içinde veren İngilizler, o sağ salim Anadolu'ya geçince hemen "Mustafa Kemal düşmanlığı" moduna geçtiler. 

(Bu satırların yazarı, kendisi için Almanya'da "Ben bu çocuğun canından endişe ediyorum, MİT her zaman bunun karşısına çıkıyor" diyen, MİTçilerin elinden kurtulsun diye yurtdışına çıkmasını isteyen merhum Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hoca'nın emri üzerine 2000 yılı sonlarında ABD'ye yerleşmek üzere vize başvurusunda bulunmuş, bu elektronik çağında aylarca bekletilmiş, sonra da red cevabı almıştı.. Evet, ben ABD'ye yerleşemedim, MİT'çilerin elinden kurtulamadım, Benim vize talebime ret cevabı alışımdan 12 gün önce ise Esad Efendi, yerleştiği Avustralya'da öldü. Öldürüldü.) 

İngilizler, bir günde vize verdikleri Selanikli daha Samsun'a çıkar çıkmaz, onu geri çağırması için Vahideddin'e baskı yapmaya başladılar. Galip işgal güçleri olarak bu taleplerini resmî yollardan ilettiler.

Maksat, Selanikli'nin Vahideddin'den bağımsız hareket etmesini sağlamak, bunun zeminini hazırlamaktı.

Çünkü, Selanikli başına buyruk hareket ettiğinde, böyle bir İngiliz talebi ve baskısının bulunmadığı bir ortamda Vahideddin onu hemen görevden alabilirdi.

Fakat İngilizler resmen böyle bir talepte bulununca, Selanikli'ye ordudan istifa etme ve Padişah'a başkaldırma yolu açılmış oldu.

Selanikli olduğu için Anadolu'da kimsenin tanımadığı sapı silik bir adam olan Mustafa, İngilizler'in sihirli bir dokunuşuyla, onların korkup çekindiği, kendisiyle (örtülü biçimde değil) açıkça uğraşılan bir kahraman halini almıştı.  

Gerçek şu ki, İngilizler bu "oyun kurma" işini, siyaset satrancını, algı operasyonu ve psikolojik savaş sanatını çok iyi biliyorlardı.

Vahideddin'den Mustafa Kemal'i geri çağırması talebinde bulunmak suretiyle ön alıp Selanikli'ye, Padişah'a baş kaldırma gerekçe ve mazeretini altın tepsi içinde sundular.

Selanikli millete, "Padişahımız baskı altında, İngilizler'i oyalamak için böyle davranıyor" diyebiliyordu.. Padişah'a itaat edilirdi, fakat İngilizler'in ona zorla söylettikleri şeyleri elbette kaale almamak, düşmanın oyununa gelmemek gerekiyordu. 

"Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin"di, "dönersem kahpeyim"di "millet yolunda bir azîmetten"di.

Millet Padişah'ın yaverine inanıyordu. İnanmamak için bir sebep yoktu.

Ve İngilizler bu yaveri çok seviyordu.

*

İngilizler'in bu göstermelik "Mustafa Kemal düşmanlığı" ile, Sultan Vahideddin'in, işgalci düşmanın taleplerine boyun eğen, "vatanı kurtarmaya çalışan fedakâr bir kahraman"a İngilizler'in hatırı için cephe alan bir hain olarak damgalanmasının önü açılmış oluyordu. 

Böylece "yürüyen takiyye" Selanikli, Mazhar Müfit ile Süreyya'ya açıkladığı "gizli gündem"ini rahatça gerçekleştirme imkânı buldu.

İngilizler, Lozan'a kadar kendilerindeki Mustafa Kemal sevgisini (Türkiye sevgisini değil) sakladılar.

Lozan'dan sonra ise sevgilerini açığa vurma zamanı gelmişti.

Gelsindi Dizbağı Nişanı..

Selanikli artık "İngilizler beni sever" diye konuşabilirdi.

"İngiliz uşağı bir hain" olarak gösterilen Vahideddin ise, İstanbul'u bir İngiliz gemisiyle terk etmiş olmakla birlikte, İtalya'da yaşamaya başlamıştı.

İngiltere'de değil.

İngilizler'in Selanikli'ye son hizmeti, Ali Kemal gibi linç edileceğinden korkan Vahideddin'i bu şekilde alıp götürerek tacını tahtını yitirmiş, vatanından kovulmuş bir sürgün olarak bir çöp gibi İtalya topraklarına atmaları, böylece onu bir "hain" olarak gösteren yağlıboya tablodaki son fırça darbelerinin de gereken noktalara ustaca vurulmasını sağlamaları oldu.

İngilizler Selanikli'yi seviyorlardı. 

Vahideddin İstanbul'da kalıp da linç edilse veya bir şekilde öldürülseydi, bu yargısız infaz akıllarda, taşkın bir sel gibi kesilmeden akan sorulara neden olurdu. 

Yargılanması ise Vahideddin'in konuşmasına ve böylece Selanikli'nin ipliğinin pazara çıkmasına, ettiği yeminlerin, el etek öpmelerin, cömertçe yaktığı yağların mahkeme zabıtlarına kara bir leke olarak geçmesine yol açabilirdi.

İngilizler Selanikli'yi seviyorlardı.

*

Bu "İngiliz dostu" öyle biri ki, sağ kolu, en büyük yardımcısı İsmet İnönü bile bir zaman sonra bunun saçmasapan, çılgın kaprislerine dayanamaz hale geldi.

Fakat memlekette dalkavuk mu yok, o da hemen bunun defterini dürüp yerine kullarından Celal Bayar’ı getirdi.

Fakat ölürken, vasiyetine “İsmet’in çocukları”nı da ekledi.

Niye?

Bazılarına göre, İsmet’in öldürülmesini emretmiş, birileri de ona öldüğünü söylemişler, hatta böyle bir haber taşıyan bir gazete bastırıp önüne koymuşlar.

O da, ölü İsmet’in çocuklarını vasiyetine dahil etmiş.

Bu iddia gerçekçi görünmüyor, çünkü Selanikli’nin çevresinde İsmet’e diş bileyenler vardı, ve onlar, kendisinin aldatılmakta olduğunu Selanikli'ye haber verirlerdi.

Ayrıca, İsmet’i kurtarmak için kimse kendi hayatını riske atmazdı.

*

Doğrusu şu:

Selanikli hastaydı, hayatından ümidini kesmiş, vasiyetini yazmayı kafasına koymuştu.

Fakat, İsmet’in de ölümcül hasta olduğunu, belki kendisi kadar bile yaşamayacağını zannediyordu.

Çünkü, evine kapanmış olan İsmet’in ağır hasta olduğu söyleniyordu. Safra kesesi iltihaplanmıştı, ölmesi kesindi.

Selanikli nerden bilecekti onun önünde daha 35 yıl olduğunu.

Bu yüzden, ölümünden iki ay önce, 5 Eylül günü hazırlattığı vasiyetnamesine şu ifadeyi ekletti:

“İsmet İnönü’nün çocuklarına, yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç olacakları yardım yapılacaktır.”

Aradan iki ay geçti, fakat İsmet’in ölüm haberi gelmedi.

Bunun üzerine, ölüm döşeğindeki Selanikli’yi ziyaret etmesi için İstanbul’dan davet telefonu geldi.

İsmet’in yakın adamları ise, İstanbul’a giderse sağ dönemeyeceğini, bunun bir tuzak olduğunu düşünüyorlardı.

Bundan eminlerdi.

İnönü’nün İstanbul’a gideceğini duyan eski Sağlık Bakanı Refik Saydam ona telefon edip, gitmemesini, öğrendiği bazı şeyler olduğunu söyledi.

Telefonu yeterli görmeyip hemen İsmet’in köşküne koşan Saydam, ona, İstanbul’a giderse kesinlikle öldürüleceğini, hatta bunun için Selanikli’nin yakın çevresi tarafından bir tetikçi bile ayarlandığını söyledi: Daha önce metresi Fatma Medine’yi öldürdüğü halde Fahrettin Kerim Gökay’ın verdiği sahte deli raporuyla ceza almaktan kurtulan, fakat bu deli haliyle Zonguldak milletvekili yapılan (Selanikli’nin eski hempası) Recep Zühtü Soyak..

İnönü’yü kurşun yağmuruna tutunca bir deli raporu daha alabilirdi, ya da eski raporu tekrar devreye konulabilirdi.

Saydam’ın İnönü’ye söylediği şuydu:

“Gitmeye kalkarsanız ben trenin önüne yatarım, ancak üzerinden geçerek gidebilirsiniz.

Suikast planının arkasındaki isim, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ydı.

Suikastle ilgili planın ayrıntılarını Saydam’dan dinleyen İsmet, İstanbul’a gitmekten vazgeçti.

Ankara’da İnönü’ye birşey yapamıyorlardı, çünkü Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak evini koruma altına aldırmıştı.

Mareşal bununla yetinmeyecek, İstanbul’da kendisi Genelkurmay Başkanı iken müsteşarlığını yapan eski samimi dostu İnönü’nün yeni cumhurbaşkanı olmasını da sağlayacaktı.

*

İnönü İstanbul’a gitmekten vazgeçince, Selanikli’nin ölümünü kesin görenler, onun Fevzi Çakmak’ın desteğiyle yeni cumhurbaşkanı olması ihtimalinin önüne geçmek için yeni bir plan yaptılar.

Bu defa devrede İçişleri değil Dışişleri Bakanı vardı: Tevfik Rüştü Aras..

Selanikli’nin ölümünün arefesinde İsmet’in Washington’a büyükelçi olarak atanması gündeme geldi.

İnönü, kendisini ziyarete gelen Bakan’a, o daha konuyu açmadan, “Nedir bu büyükelçilik işi?” diye sordu.

Aras’ın cevabı şöyleydi:

“Siz bana derdiniz ya ‘Amerika’ya gidemedim. Görmeyi çok arzu ederim’ diye. Ben de bir vesile bulup sizin Amerika’yı görme arzunuzu gerçekleştirmek istedim.”

İnönü sert tepki gösterdi, kabul etmedi.

Yıllar sonra, Aras’ın torunu Sevin Zorlu bu tayin işini şöyle açıklayacaktı:

“Dedem, İnönü’nün başına bir iş gelmesin diye kendisini Washington’a göndermek istedi. Asıl sorun, Atatürk’ün İnönü’ye duyduğu öfkeydi. Dedem, bu öfkenin yol açabileceği sonuçlardan İsmet Paşa’yı kurtarmaya çalışıyordu.”

Görüldüğü gibi bu ifadelerden kan kokusu geliyor.

Durum şuydu:

“Washington büyükelçiliği teklifinden Atatürk’ün haberi var mıydı? İnönü ailesi ‘Olmaması mümkün değil’ görüşündeydi. Ama İnönü sağlam durmuştu. Ordu arkasındaydı. Çakmak da ondan yana ağırlık koyunca Köşk’e o çıktı. Ve ilk yaptığı iş, Aras’ı Londra büyükelçiliğine atamak oldu. …

“Dönemin ilginç görüşmelerinden biri de İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak arasında yaşandı. Kaya, ordunun bu seçimde ağırlık koyup koymayacağını merak ediyordu, Mareşal’in nabzını ölçmeye çalışıyordu. Bir toplantıda bu konuyu sorunca Çakmak’tan tokat gibi bir yanıt aldı: ‘Bir ordu kumandanı çıkıp Meclis’in seçimine müdahale ederse kendi elimle gider orada vururum onu..’

“Şükrü Kaya emin olmak için alaycı bir dille ‘Ya Meclis, Satı Kadın’ı cumhurbaşkanı seçerse..’ diye sordu.

“Satı Kadın kendi halinde bir milletvekiliydi. Ama Mareşal’in yanıtı yine değişmedi:

“ ‘Eğer Meclis, hiçbir müdahale olmadan Satı Kadın’ı reisicumhur yaparsa ben, ona itaat ederim. Müdahale eden komutanı gider elimle vururum’.

("İsmet Paşa'nın Köşk yoluna da mayın konmuştu", Milliyet, 8 Nisan 2007,  https://www.milliyet.com.tr/pazar/ismet-pasanin-kosk-yoluna-da-mayin-konmustu-195144)

*

İnönü’nün ailesine göre, Atatürk soyadlı Selanikli’nin, Dışişleri Bakanı Aras’ın İnönü’yü tasfiye planından haberi vardı.

Peki, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın "deli raporlu Recep Zühtü Soyak"lı planından da haberi var mıydı?

İngilizler Selanikli'yi seviyordu.

*

Devam edeceğiz inşallah.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE "AÇIK" İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39   Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasın...