DEVLETİN KUCAKLADIKLARI VE KOVALADIKLARI

 






Yeni Şafak gazetesi yazarı Hayrettin Karaman, “Şeriatla hükmetmeyen kâfir olur mu?” başlığını taşıyan 13 Ocak 2017 tarihli yazısında şunları söylüyordu:

Dinimizi teröre, şiddete ve cana kıymaya alet edenlerin çokça kullandıkları âyetlerden dördününün mealini verecek, sonra bunlardan çıkan manayı ve hükmü özetleyecek, ardından da Müslümanların büyük bir kısmının itikadda (inanç konularını anlamada) kendisine tabi oldukları Ebu Mansur Mâtürîdî ile büyük müfessir Kurtubî’den, yaptığım özeti destekleyen nakiller yapacağım.

“Kendilerini Allah’a vermiş olan peygamberlerin ve –Allah’ın kitabını korumaları kendilerinden istendiği için– Rablerine teslim olmuş zâhidlerin, bilginlerin Yahudiler arasında kendisiyle hükmettikleri, içinde hidayet ve aydınlık bulunan Tevrat’ı elbette biz indirdik. Hepsi onun (hak olduğunun) şahitleri idi. O halde insanlardan korkmayın, benden korkun da âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. /Tevrat’ta İsrâiloğulları’na, “Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş… ve yaralamalara da birbirine kısas vardır. Kim kısası bağışlarsa bu kendisi için bir kefâret olur. Ve her kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir” diye yazdık. /Ardından o peygamberlerin yolu üzere, kendinden önce gelmiş olan Tevrat’ı tasdik edici olarak Meryem oğlu Îsâ’yı gönderdik. Ona da içinde hidayet ve nur bulunan, kendinden önce gelmiş olan Tevrat’ı tasdik edici, takvâ sahipleri için bir yol gösterici ve bir öğüt olarak İncil’i verdik. /İncil’e tâbi olanlar da Allah’ın onda indirdiği hükümlerle hükmetsinler. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte tam manasıyla fasıklar onlardır.” (Maide: 5/44-47)

44. âyette, Tevrat’ın Allah tarafından insanlar için gönderilmiş bir ışık ve bir kılavuz olduğu, Hz. Mûsâ’dan itibaren Hz. Peygamber’in zamanına kadar gelmiş geçmiş peygamberlerin Yahudilerin davaları hakkında onunla hüküm verdiği anlaşılmaktadır; hatta peygamberlerin vârisleri olan takvâ sahibi rabbânîler ve ahbâr (din bilginleri) dahi onunla hükmederler. Çünkü peygamberler de âlimler de Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmiş ve buna şahit yani gözetleyici olmuşlardır.

Allah’ın emir ve yasaklarını çiğneyenlerin durumu bu bağlamda üç açıdan değerlendirilmiştir: Birincisi (44. âyet), Allah’ın indirdiğini inkâr ettikleri veya hafife aldıkları için onunla hükmetmeyenler olup bunlar kâfirlerdir. İkincisi (45. âyet), Allah’ın indirdiğine inandığı halde onunla hükmetmeyenler zalimlerdir. Üçüncüsü (47. âyet), Allah’ın indirdiği ile hükmetmemek, O’nun emrinden çıkmak mânasına geldiği için onunla hükmetmeyenler fâsıklardır.

Şu halde şeriatı uygulamayanlar onu inkâr ederler ve önemsiz sayarlarsa dinden çıkıyorlar, inkar ve hafife alma sözkonusu olmaksızın şeriatı uygulamayarak günah işleyenler ise zalim ve fasık oluyorlar, ama kâfir olmuyorlar.

İmam Mâtürîdî bu âyetlerin tefsirinde özetle şöyle diyor:

“Uygulamayanların kâfir olduklarını” ifade eden âyet Allah’ın indirdiği hükümleri inkar eden ve bunları hak olarak görmeyen kimselerle ilgilidir. Bunlar aynı zamanda zalim ve fasıktırlar. Bu manada âyetlerin tamamı kâfirlerle ilgilidir. Yalnız fâsık ve zalim olduklarını ifade eden âyetler ise müminlere ait olup onlar inandıkları halde amel etmedikleri için zalim ve fâsık olmaktadırlar; çünkü zalim bir şeyi ait olduğu yere koymayan, fâsık ise Allah’ın emrinden sapan ve çıkan denektir.

Kurtubî:

Allah’ın gönderdiği hükümleri uygulamayanların kâfir, zalim ve fâsık olduklarını ifade eden ayetlerin üçü de kâfirlerle ilgilidir ve bu husus sahih hadisin açıklamasıyla malum olmuştur. Müslümanlara gelince bunlar, -âyetleri uygulamadıkları için- büyük günah işlemiş olsalar bile kâfir olmazlar.

Bu üç âyet’in yalnız kâfirlere değil, Müslümanlara da hitap ettiğini ileri süren müfessirlere göre de mana şöyledir: “Allah’ın gönderdiği âyetleri uygulamanın gerekli olmadığına inanan ve amel etmemenin caiz olduğunu söyleyenler kâfir olurlar, ama bunlarla amel etmenin gerekli olduğuna iman ettikleri halde amel etmeyenler ise haram işlemiş olurlar, bunlar Müslümanların fâsık olanlarıdır, bunların işi Allah’a kalmıştır, dilerse bağışlar, dilerse cezalandırır.

Sonuç:

Şeriata iman ettikleri halde çeşitli sebeplerle onu uygulamayanlar kâfir olmadıkları gibi bunların yaşadığı ülke de küfür ve harb ülkesi değildir.

*

Bu yazısıyla Hayrettin efendi, daha önceki bir yazısında yaptığı “Kimseye fasık denilmesin!” şeklindeki çağrıyı ("Kucaklamanın sınırı", Yeni Şafak, 1 Ocak 2017) yalayıp yutmuş oluyordu.

Şeriat’i uygulamayanlara kâfir demeyin, onlar sadece fasık ve zalim” diyerek, birilerini fasık ve zalim ilan etti.

Etmek zorunda kaldı.

Birileri sadece fasık ve zalimmiş..

Fasık ve zalim olmak, herhalde bir meziyet değildir.

Kur’an‘da fasıklarla değil, salihlerle birlikte olunması emredilir. (Tevbe, 9/119)

Aynı şekilde, zalimlere meyledenlere ateşin dokunacağı da haber verilir. (Hûd, 1/113)

*

Evet, durum bu.. Fakat, asıl söylemek istediğimiz bu değil..

Karaman’ın yazdıklarından sadece, yaptığı alıntılar doğru.

Kendisine ait olan kısım ise, tek cümlelik son paragraf..

Ve o, yanlış.

Neden?

Şundan: Kafası çalışmadığından ya da fazla çalıştığından, fasit kıyas yapıyor.

“Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı” türünden bir “alâka” kurarak, iman ettikleri halde Şeriat’i uygulamayanların kâfir olmaması kaziyesinden hareketle, resmen küfrü benimsemiş olan rejimlerin yürürlükte olduğu ülkelerin bile “küfür ve harb ülkesi” olmayacağı sonucuna varıyor.

Böylece, söz konusu ülkelerin “İslam devleti” kabul edilmesi gerektiğini dolaylı biçimde söylemiş oluyor.

İlahiyatlardaki fıkıh derslerinde “kıyas ma‘â’l-fârık” örneği olarak okutulabilecek bir “abrakadabra, hokus pokus, alavere dalavere” kabilinden “zihinsel sıçrama ya da fırlama” yapıyor.

*

Evet, Şeriat’in uygulanmaması kimi zaman bir ülkeyi küfür ve harb ülkesi yapmayabilir.

Fakat bu, “resmen” Şeriat’in benimsenip de uygulanmaması durumunda söz konusu olabilir.

Mesela Mısır böyledir.

Mısır Anayasası Şeriat’e uymayı tazammun eder, uygulama ise tam böyle değildir.

Suudi Arabistan, İran ve Pakistan için de aynı durum, belli ölçüde söz konusudur.

Başka bazı ülkelere gelince, onlar, açıkça Şeriat’i reddettikleri, yerine falan veya filan çağdaş Firavun ya da Nemrut’un ilkelerini (ki o ilkeler küfürden ibarettir) oturttukları için, rejim düzeyinde “resmen”, yani resmî olarak, İslâm açısından küfür ülkesidirler.

Çünkü bunlar, kabul edip de uygulamama değil, kökten reddediyorlar.

Hatta, aşağılıyorlar.

Şeriat “tehlike”sinden söz ediyorlar. “Milli güvenlik” için tehdit olduğunu söyleyebiliyorlar.

Şeriat’i tehlike olarak görmek de küfür değilse, küfür nasıl birşeydir?

Adamların dinleri İslam olmaktan çıkmış, “milli güvenlik” adını verdikleri küfür ve fısk u fücur güvenliği haline gelmiş.

*

İşte bunun için, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Zahidü’l-Kevserî gibi 20. yüzyılın yüz akı iki büyük âlim, laikliği benimseyenlerin kâfir olacakları fetvasını vermiş durumdadır.

Mustafa Sabri Efendi bu noktada da durmuyor, onların kâfir olacaklarından şüphe edenlerin de kâfir olacağını söylüyor.

Çünkü helali haram, haramı helal kabul etmek, bunun da ötesinde, imana küfür, küfre de iman unvanını layık görmek; küfürdür.

Şeriat’i uygulamayan rejimlerin kâfir değil de sadece zalim ve fasık kabul edilebilmeleri için, önce anayasalarına “Şeriat’in başımızın üstünde yeri vardır” diye yazmaları, Şeriat’i benimsediklerini ikrar etmeleri, sonra da, bu ikrarlarına aykırı biçimde Şeriat’i uygulamıyor olmaları gerekir.

1921 Anayasası’nda olduğu gibi, Şeriat’in, hukukun temelini oluşturduğunun ya da 1924 Anayasası’nda geçtiği üzere, en azından “Devletin dininin İslam dini olduğunun” belirtilmesi icab eder.

*

İşte o zaman, rejimin küfür rejimi, ülkenin de küfür ülkesi olmadığını, fakat ülkede zulmün ve fıskın hâkim konumda bulunduğunu söylemek mümkün olabilir.

Fakat, resmen, yani resmî düzeyde Allah’ın ahkâmı kaldırılıp bir tarafa atıldığında, reddedildiğinde, kabul edilmediğinde, hatta resmî söylem çerçevesinde Şeriat aşağılandığında, tehlike olarak görüldüğünde, o rejim zalim ve fasık olmanın ötesinde, küfür rejimi olur.

O rejimin yürürlükte olduğu ülke de, ne yazık ki, küfür ülkesi haline gelmiş demektir.

Bir ülkenin küfür ülkesi ya da diyarı sayılmaması için orada Müslümanların yaşıyor ya da yaşayabiliyor olması tek başına yetseydi, mesela İsrail, Hindistan, Almanya, Hollanda ve ABD‘ye de “İslam ülkesi” demek mümkün olabilirdi.

O ülkelere de, küfür ülkesi dememek gerekirdi.

*

Bazı ülkelerin saf “ayağına yatan” kurnaz ve “kafası fazla çalışan” vatandaşları şöyle diyebilirler: “Anayasa’da ve yasalarda laiklik yerine Şeriat’e bağlılık, filan faninin ilkeleri yerine Azîz Allah‘ın ahkâmına saygı  vurgusunun yapılmasını biz de isteriz. Fakat buna gücümüz yetmez, yetmiyor.”

Bunu söylediğiniz zaman, o ülkede Müslümanların aciz, küfrün ve kâfirlerin ise hâkim konuma gelmiş bulunduğunu, ülkenin küfür ülkesine dönüştüğünü itiraf etmiş olursunuz.

Şayet, böyle bir ülkedeki Şeriat’e geçit vermeyen güçleri açıkça ya da dolaylı biçimde onaylıyorsanız, o takdirde de acziyeti ihanetle taçlandırmış, münafıklaşmışsınız demektir.

“Devleti dine uyduramıyoruz, gücümüz yetmiyor, o halde dini devlete uyduralım” diye işgüzarlığa kalkışırsanız, o zaman da sadece ülke, İslam ülkesi olmaktan çıkmış olmaz, inandığınızı iddia ettiğiniz İslam da, gerçek İslam olmaktan çıkar.

Kur’an‘ı lafız düzeyinde tahrif edemezsiniz ama, yorum düzeyinde, Yahudi ve Hristiyanlar gibi, egemen küfür güçlerinin ekmeğine yağ sürecek şekilde bozmuş olursunuz.

“Laiklik daha iyi, Şeriat’i uygulamaya gerek yok” diye inanmaya başlamanız durumunda ise, fasık ve zalim olmanın ötesine geçip küfrü benimsemiş olursunuz.

*

Dâru’l-harb kavramı Kur’an’da ve hadîslerde geçen bir tabir değildir. Başka bir tabir de kullanılabilir.

Ulema, İslam’ın hâkim olmadığı beldeleri ifade için bu kavramı kullanmıştır.

Bir ülkenin “dârul’l-harb” olduğunu söylerken kasıtları orada fiilen harp/savaş yaşanıyor olması da değildir. 

Ayrıca, Müslümanlar’ın böyle bir ülkeye mutlaka savaş açmaları gerektiğini de söylüyor değiller.

Bununla birlikte, bugün Batı’da İslam’a karşı en azından bir “psikolojik savaş” yürütüldüğü bir gerçektir.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’le ilgili edepsiz karikatürler yayınlamalar, Kur’an yakmalar, birtakım rezil filmler vs. çekmeler bunun sonucu..

İslamofobi denilen şey tam da bu..

*

Bunun Türkiye’ye de yansımaları var..

Mesela Cumhuriyet gazetesi o rezil karikatürlere fikir hürriyeti bahanesiyle destek vermişti. Hatta yayınlamaya kalkıştılar da son anda vazgeçtiler. Fakat “Anlarsın ya” babından başka karikatürlerini yayınladılar.

Hepimiz Charlie Hebdo’yuz” diye yayın yaptılar.

Gerçekten de hepsi birer Charlie Hebdo’lar.. Kimisi Charlie, kimisi Salomon, kimisi Mişon.. Fakat aramızda Ahmet, Mehmet gibi adlarla dolaşıyorlar.

Kambersiz düğün olmaz, Kılıçdaroğlu da o süreçte gazete zannedilen bu paçavraya destek vermişti.

Madem bu kadar fikir hürriyetine düşkündüler, bunu ispatlamak için Atatürk’lerinden başlasalardı, onu da ucube bir timsah olarak çizselerdi ya..

Ya da şöyle soralım: Charlie Hebdo'cuların yayınladıkları karikatürlerin konusu putları Atatürk olsaydı tepkileri ne olurdu?

Veya Türkiye'de bir vatandaş bunu yapsa, "Bırakın çizsin, Atatürk'ü Koruma Kanunu gibi çağdışı yasalarla insanların fikir hürriyetinin kısıtlanmasına karşıyız" derler miydi?!

Aynı günlerde Odatv adlı kanalizasyonda yazmakta olan Nihat Genç dangalağı da “Charlie Hebdo’ya yapılan saldırı bize yapılmıştır” diye yazmış, hangi “biz”in yağlı, paslı, kirli ve kokuşmuş dişlisi olduğunu ifşa etmişti.

Evet, Türkiye maalesef dâru’l-harb durumunda olduğu için bu ülkede de İslam’a karşı bir savaş veriliyor.. 

En azından psikolojik savaş..

Ve buna bu devletin bazı kurumlarındaki hainler "örtülü" destek veriyorlar.

*

Biz Karaman’a dönelim..

Laik (siyasal dinsiz) Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni söz konusu yazısıyla “kucaklayan” Karaman’ın kucaklama söylem ve eylemi tabiî ki birtakım sınırlar da içeriyor.

Nitekim, Yeni Şafak’ta 1 Ocak 2017 tarihinde yayınlanan yazısının başlığı “Kucaklamanın Sınırı”ydı..

Şunları diyordu:

“İmam hatip, ilâhiyat ve Diyanet camiası bütün dînî yapılara ve oluşumlara (mezheb, cemaat, tarikat ve cereyanlara) müsamaha ile yaklaşsın, tamamı ile diyalog içinde olsun, hepsini kucaklasın, yanlışları yapı ismi vermeden tenkit etsin, doğrusu ne ise onu anlatsın” diyenler var.

Ben de diyorum ki, bu müsamaha ve kucaklamanın bir sınırı olmalıdır; bu sınırı aşanlar ve kırmızı çizgiyi çiğneyenler isimleri anılarak tenkit edilmeli, doğru ve meşru olana yönlendirilmeli, dinlemeyenler sevilmemeli, hoş görülmemeli, ayrıca devlet önleyici tedbirler almalıdır.

Görüldüğü gibi, beyefendi aslında “kucaklamama”dan değil, dövmekten söz ediyor.

Aba altından bile değil, açıkça sopa gösteriyor.

Ona göre, “sınırı aşanlar ve kırmızı çizgiyi çiğneyenler isimleri anılarak tenkit edilmeli, doğru ve meşru olana yönlendirilmeli, dinlemeyenler sevilmemeli, hoş görülmemeli, ayrıca devlet önleyici tedbirler almalıdır”.

Tenkidi anladık.. “Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar.”

Sevmemeyi, hoş görmemeyi de anladık..

İlla da insanlar birbirlerini sevecek, hoş görecek diye bir şey yok..

Peki şu, “Devlet önleyici tedbirler almalıdır” ne demek oluyor?

Sevmeme değil, hoş görmeme değil, “önleyici tedbirler”..

Zaten bir sürü "önleyici tedbir" başımızda Demokles'in kılıcı gibi sallanıyor, yetmiyor mu?

*

Devlet sevmediklerini, hoş görmediklerini nasıl “önlesin”?..

Boğazını sıkıp nefesini mi kessin, dilini mi koparsın, kafasını mı koparsın?

Nasıl önlesin?

“Sınırı aşanları ve kırmızı çizgiyi çiğneyenleri” devlet ne yapsın?

İskilipli Atıf Efendi gibi assın mı?

Yollarda tır’larla otomobilini mi haşat etsin?

Diyelim ki bir helikoptere bindi, bir dağ başına düşmesi için önleyici tedbir mi alsın?

Zehirlesin mi? Bediüzzaman'a ve Es'ad Erbilî rh. a.'e yapıldığı gibi..

Kumpas mı kursun?

Eften püften bahanelerle vakıfları, dernekleri kapatıp yöneticilerini hapse mi atsın? 

Yeni 28 Şubat'lar mı tezgâhlasın?

Ne yapsın devlet?

Hayrettin efendinin biraz açık konuşmasında yarar var.

*

Tekrar yazıya dönelim.

Diyor ki Hayrettin efendi:

Nedir bu kırmızı çizgiler:

*Şiddet

DAİŞ, darbeci Fetöcüler, bir kısım cihatçılarda olduğu gibi dâvâlarını şiddete başvurarak ve silah kullanarak başarıya ulaştırmak isteyenlere müsamaha edilemez.

Hayrettin efendinin kırmızı çizgilerinden birincisi buymuş: Şiddet..

Açık konuşalım, bu ülkede İslâm davasını “şiddet”e başvurarak da, başvurmadan da başarıya ulaştırmak mümkün değil..

Şiddete başvurmanız bir yana, bunu sadece düşünseniz bile, azılı din düşmanlarını geçtik, önce Hayrettin efendigiller karşınıza dikilir, “önleyici” her türlü tedbiri alarak hakkınızdan gelir, defterinizi dürerler..

Şiddete başvurmadığınız zaman da, mevcut sistem size İslâm davasını başarıya ulaştırma yolunu (adeta ilahî vahiymiş muamelesi gören) “vazgeçilmez” laik yasalarıyla kapattığı için, yine başarılı olamazsınız..

*

Ancak Türkiye’de şiddet, bir bütün olarak ve her kesim için yasaklanmış değildir.

Mesela laiklik davasını başarıya ulaştırmak ve başarısının devamını sağlamak için gerekirse şiddet kullanmak serbesttir.. Yasaldır..

Hatta, bunu birileri, doğal “hak”ları olarak görmekte, ara sıra Atatürk'lerinin "İhtimal bazı kafalar kesilecektir" vecizesi ile bizi irşad edip aydınlatmaktadırlar.

Türkiye’de şiddet, güvenlik güçlerinin laikliği koruması ve hâkim kılması için olunca serbest, İslam’ı korumak için olunca suçtur.

Hayrettin efendi, sen şuna cevap ver: Laikliği korumak için şiddet kullanmak caiz midir, değil midir? Meşru mudur, değil midir?

Tabiî, “İslam’a göre” sorulmuş bir soru bu..

“Anayasa’ya ve yasalara göre” değil.

Sen nesin, din bilgini mi, laik düzenin sigortası mı?

Nesin sen?

*

Gelelim Hayrettin efendinin ikinci kırmızı çizgisine:

*Ayrımcılık, dışlayıcılık

Tekfir (dinden çıkarmak), tadlîl (ehl-i sünnetten çıkarmak, sapkın demek), tefsîk (günahkâr ve fâsık demek), ırkçılık ve mezhepçilik yapmak ayrımcılıktır, dışlayıcılıktır, bölücülüktür, ümmetin birliğine sıkılan kurşunlardır. Bir mümini bunlardan biri ile itham edebilmek için âlimlerin ittifak etmiş olmaları gerekir. Mesela tekfir örneğini alalım: Bazılarına göre kıbleye karşı tükürsen kâfir olursun, bazılarına göre ise yaptığın veya söylediğin yüzde doksan dokuz dinden çıktığını, yüzde bir de çıkmadığını gösterse sana kâfir denemez. Şu halde kendilerince bir İslam tarif edip, sınırlarını çizip bunun dışında kalanları tekfir edenlere müsamaha edilemez.

Bu saçmalıkları yazan adam, bir de fıkıhçı biliniyor..

Hayrettin bey, mevrid-i nassta içtihada mesağ olmadığını sen bilmiyor musun?!

Alimlerin ittifakı, ancak içtihadî meselelerde önem ve değer taşıyabilir, hakkında açık nass bulunan hususlarda artık alimlerin vs. ittifakı aranmaz.

Bilmiyor musun?

Allah’ın açık emrinin, hükmünün olduğu yerde, artık başkasına söz hakkı tanınmaz:

“(Ey Peygamber,) içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrât yanlarında olduğu hâlde, (onu bırakıp) nasıl seni hakem yapıyorlar, sonra bunun ardından (senin Tevrat’a göre verdiğin hükümden de) yüz çeviriyorlar? Onlar (Tevrat’a inandıklarını söylüyorlar ama aslında) iman etmiş kimseler değillerdir.” (Maide, 5/43)

Hayrettin efendiye göre, mesela adam açıkça kumar oynayacak, içki içecek, herkese duyurarak zina edecek, faiz yiyecek, adam öldürecek ve biz böylesine “fasık” (günahkâr) demeyeceğiz, diyemeyeceğiz?

Tekfir örneği verirken de, kurnazlık yapıyor, kafa karıştırmaya çalışıyor.

Bazılarına göre, kıbleye karşı tükürsen kâfir olurmuşsun..

Masal anlatmayı bırak, şu bazılarının kim olduğunu açıkla!

Ama, meselenin ne olduğunu tahmin edebiliyoruz..

Bir kimse, kasten, Kâbe-yi Muazzama’yı tahkir edip aşağılamak için, “Sizin kıblenize tükürürüm ulan!” diyerek kıbleye karşı tükürürse, buz gibi kâfir olur.

Hayrettin efendi bunu söylemiyor. Sanki birileri çıkmış da, her kıbleye doğru tükürenin kâfir olacağını savunmuş..

Peki sence mesela bir vatandaş tutup Atatürk heykeline tükürse, ona ne derler, ne yaparlar?

*

Yüzde doksan dokuz ve yüzde bir meselesine gelince..

Tekfir edilmeme ancak, kişinin, kastının o yüzde bir olduğunu söylemesi durumunda mevzubahis olabilir.

Adam, “Hayır benim kastım o yüzde doksan dokuzluk kısım” derse, o yüzde birlik kesimin geçerliliği kalmaz.

Kurnaz Hayrettin efendi, bunu niye söylemiyorsun?

*

Sadece bu kadar mı?

Hayır!

Hayrettin efendinin bir başka kırmızı çizgisi daha var.

Ve o kırmızı çizgi, Hayrettin efendinin kafasının artık kısa devre yapmakta olduğunu, mantıklı düşünme melekesinin dumura uğramış bulunduğunu gösteriyor.

Ne yazdığından haberi bile yok..

Okuyalım:

*Tek-bencilik

Doğru İslam’ı, kurtuluş yolunu kendi anladıkları İslam ve yoldan ibaret bilip başka İslam anlayışlarını ve dini yaşama yollarını yanlış, bâtıl, işe yaramaz ilan eden (ilan etmese de) böyle inanan ve imkan bulduğunda buna göre davranan yapılara müsamaha edilemez. İmam hatipleri, ilahiyat fakültelerini ve Diyanet’i karalayıp bunların yerine kursları, medreseleri ve sokak müftü ve mürşidlerini ikame etmeye çalışanlar bu maddeye örnektir. Her kim İmam Hatiplere, İlahiyat fakültelerine ve Diyanet’e cephe alıyorsa bilin ki, yanlış yoldadır; ya cehalet, ya gaflet ya hıyanet içindedir. Bunlara müsamaha edilemez.

Bunları yazmış olan adamda akıl, fikir ve mantık kalmış mıdır diye sormak gerekir.

“Tek-benci”likten söz ediyor, Diyanet, imam hatipler ve ilahiyat fakülteleri hakkındaki yaklaşımı tam da “tek-bencilik”..

“Sokak” müftü ve mürşidleri diyerek, “Diyanet, imam hatipler ve ilahiyat fakülteleri” dışında kalan kesimleri “toptan” aşağılıyor.

“Sokak” kadınları der gibi tahkir ediyor..

Ve, “Tek biz (Diyanet vs.) var olmalıyız, bizden başkaları var olmamalı” demeye getiriyor.

Sonra da, “tek-benci”likten yakınıyor.

Yavuz hırsız ev sahibini bastırır deyimi, Hayrettin efendinin bu “kurt taksimi”ndeki sınır tanımaz bencillikteki, “tek-benci”likteki fecaati ifade etmeye yetmiyor.

*

Hayrettin efendinin yazdıkları tam da kendisini anlatıyor, fakat farkında değil..

Resmen, “Doğru İslam Diyanet’in, imam hatiplerin ve ilahiyatların anlattığı İslam’dır” diyor..

Demeye getiriyor değil, diyor..

“Başka İslam anlayışlarını ve dini yaşama yollarını yanlış, bâtıl, işe yaramaz ilan” ediyor..

“Her kim İmam Hatiplere, İlahiyat fakültelerine ve Diyanet’e cephe alıyorsa bilin ki, yanlış yoldadır; ya cehalet, ya gaflet ya hıyanet içindedir diyerek, böylelerini sapıklık ve dalaletle (yanlış yolda olmakla), cehaletle (dini bilmemekle), gafletle (dinden ve dünyadan habersizlikle) ve hatta hainlikle (dine ihanetle) suçluyor..

Bir fasığın Kâbe-yi Muazzama’yı, Beytullah’ı aşağılamak için kıbleye karşı tükürmesi karşısında tepki gösterilmesinden bile rahatsız olduğu anlaşılan Hayrettin efendinin “kutsal”ı, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin Diyanet’i ve “resmî” okulları..

*

Kıble’nin, Kâbe-i Muazzama’nın ne önemi var ki!..

Asıl önemli olan Diyanet, imam hatipler ve ilahiyatlar.. Bu oluşumların dışında kalanlar, âlim de olsalar, “sokak” müslümanıdırlar..

Kıble’ye cehpe alırsanız bir şey olmaz, ama Diyanet’e cephe alırsanız sapıtmışsınızdır (yanlış yoldasınızdır), cahilsinizdir, gafilsinizdir, belki de hainsinizdir.

Yani, Diyanet’i, laik devletin imam hatiplerini, ilahiyatlarını, adeta kıble kabul etmek gerekiyor.

“Bunlar ne derse doğrudur” diye düşünmeniz şart.. “Yanlış yapabilirler, bunlar masum peygamber değiller” derseniz, onlara cephe almış olursunuz..

Sapıtmışsınız demektir.

*

Merhum Ord. Prof. Dr. Ali Fuad BaşgilDin ve Laiklik adlı kitabında, bu ilahiyatlardan İslam âlimi değil, ancak din tenkitçisi yetişeceğini söylüyor.

Hayrettin efendiye göre, o da yanlış yolda, cahil, gafil veya hain.

Devlet onun gibi sokak müslümanlarına karşı önleyici tedbir almalı.. (Almışlardı da zaten.)

Reformist, (mesela Kur'an'ın tümümün Allah kelamı olmadığını bile söyleyebilen Mustafa Öztürk ve Ömer Özsoy gibi) ilahiyatçı akademisyenlere vs. gelince, onlara her naneyi yemek serbest..

Onlar asla sorgulanmamalı.. Nitekim Hayrrettin efendinin bu şahıslara "Gözünüzün üstünde kaşınız var" dediğine şahit olmadık. 

Tenkit lazım, ama bu güzide ilahiyat pırasasörleri için değil, sokak âlimleri için..

Saray, villa, yalı, köşk, kaşâne, milyonluk mercedes ve cip alimlerine ise toz kondurulmamalı..

*

Hayrettin efendinin, bir tek, Diyanet, imam hatipler ve ilahiyatların (Mustafa Öztürk ve Ömer Özsoy gibi ilahiyatçı soytarıların) “erbab” (rabler) olduklarını söylemediği kalmış.. (Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetini hatırlayalım.)

Adam, bu kurumları imanın adeta bir cüzü haline getiriyor, farkında değil..

Belki de farkındadır, bilmiyorum.

Bunları yazan adam, utanmadan bir de “tek-benci”likten şikayet edebiliyor.

Birilerini tekfir, tadlil ya da tefsik etmek için âlimlerin ittifak etmiş olmaları gerektiğini söylüyor.

Fakat ilahiyat fakülteleri, Diyanet vs. söz konusu olunca, bunu unutuyor.

İttifakı aranan âlimlerin bir kısmı “sokak” âlimi oluyor. 

Onlara karşı devletin “önleyici tedbir” alması isteniyor.

Bunlar “sokak köpekleri” gibi tek tek tesbit edilip zehirlenerek itlaf edilsinler mi demek istiyor, artık ne demek istiyorsa, belli değil.

*

Hangi “dâr” sınıfından olduğunu konuşmaya gerek yok, biz böyle bir ülkede böylesi insanlarla birlikte yaşıyoruz.

“Tek benci” olmayan din bilgini böyle olursa, laikliği koruma sevdasındaki Kemalist derin düzencisi nasıl olur, siz karar verin.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...