"DERVİŞLİK OLSA İDİ CÜBBE ASA BİR DE RÜYA / EVLİYA İLE DOLAR DA TAŞARDI DENÎ DÜNYA"

 






Yeni Şafak gazetesinin okur-yazar cahil kontenjanından köşe ağası Ömer Lekesiz, “Yazarın görevi” başlıklı bir yazı kaleme almış.

Yazıya şöyle başlamış:

“Gazzâlî’nin (rahimehullah) yazı nazariyatıyla ilgili görüşlerinden hareketle, son üç yazıda zikrettiğimiz tüm kavramlara ve ıstılahlara, Allah ile kulu arasındaki bağa yani Allah ile başlayıp Allah ile biten ya da Allah ile bitip, Allah ile başlayan akışa mahsus söylediklerimize yetkin bir örnek olarak, İbnü’l-Arabi’nin (rahimehullah) Fusûsu’l-Hikem’in kendisine nasıl ve neden verildiğine dair besmele, hamdele ve salveleden sonra yaptığı şu açıklamaya bakabiliriz.”

Fusûsu’l-Hikem, İbn Arabî’nin bir kitabının adı.

Söz konusu açıklama ise şöyle:

“Muhakkak ben mübeşşirede [müjdeleyici rüyada] Resûlüllah’ı (as) gördüm (raeytü). O bana 627 senesi Muharrem’inin son günlerinde, Şamda irâe olundu. Elinde bir kitap vardı.

Bana ‘Bu, Fusûsu’l-Hikem kitabıdır, onu al ve insanlara çıkar. Bundan yararlansınlar’ diye emretti.

Ben de ‘Biz emr olunduğu gibi Allah Teâlâ’yı, Resûlü’nü, yöneticilerimizi dinler ve itaat ederiz; nitekim biz böyle emr olunduk’ dedim. Böylece amacı tam olarak anladım, Resûllah’ın emrettiği tarzda bu kitabın ibrazı için niyetimi temizledim, herhangi bir ekleme ve çıkarma yapmaksızın bu kitabı insanlara ulaştırmak için kastımı arındırdım.”

(https://www.yenisafak.com/yazarlar/omer-lekesiz/yazarin-gorevi-4641519)

Tam saçmalık..

Sanki rüyada söz konusu kitabı okumuş, ezberlemiş de, ekleme çıkarma yapmamaya karar vermiş.

Kitabın aslını bileceksin ki ekleme çıkarma yapmayasın.. Adamın aslından haberi yok, ekleme çıkarmadan bahsediyor.

Sözlerinin devamı şöyle:

“Ve bu kitabı insanlara ulaştırırken (ibraz ederken) ve diğer bütün hallerde beni üzerinde Şeytan'ın tasallutu olmayan kulları arasına katmasını Allah’tan niyaz ederim. Parmaklarımın yazdığı ve lisanımın söylediği ve kalbimin üzerine şamil olduğu her şeyde bana korunmuşluk yardımıyla (te’yid-i’tisamiyye), münezzehlik makamından gelen aktarımını (ilkâ-i Subbuhiyye) ve ruhani üflemesini tahsis etmesini dilerim. Bu işi yaparken mütehakkim değil, mütercim olayım. Ta ki kalp ve müşahede sahibi ehlullahtan ona vakıf olan kimse, onun nefsani amaçlardan uzak olan mukaddeslik makamından geldiğine tam olarak kanaat getirsin. (Çünkü) nefsani amaçlarda gerçekle yanlış birbirine karışmıştır.

Adamın derdi, “kalp ve müşahede sahibi ehlullahtan ona vakıf olan kimsenin, onun nefsani amaçlardan uzak olan mukaddeslik makamından geldiğine tam olarak kanaat getirmesi”ymiş.

Getirse ne olur, getirmese ne olur, bunu niye dert ediniyorsun?

Bir adam ehlullahtansa, hele de “kalp ve müşahede sahibi” ehlullahtansa, onun kalbinin ve müşahedesinin senin kitabına ihtdiyacı mı olur, bay keramet?!

Sen yaptığının doğru olduğuna inanıyorsan, bundan eminsen, Allahu Teala’ya karşı ihlaslı isen, ehlulllah olsun olmasınlar, insanların kanaatini önemsemezsin.

Adamın sözlerinden ihlassızlık kokusu geliyor.

Neymiş, ehlullah tam kanaat getirsinmiş..

Getirmesinler kardeşim, şart mıdır?!

Ne yani, peygamber misin, yeni bir şeriat mı getiriyorsun?!

Allahu Teala “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim (tamamladım)” (Maide, 5/3) derken haşa yanlış bilgi vermiş de sen eksiği mi tamamlıyorsun?!

*

Bir de tutmuş “nefsani amaçlardan uzak olan mukaddeslik makamı”ndan söz ediyor.

Kendisini bu makama oturtuyor.

Sen daha nefsini bile bilmiyorsun, marifetullahtan dem vuruyorsun.. Nefsini bilen adam böyle konuşur mu?!

Adamın verdiği örtük mesaj şu: Ey okur, bu okuduklarını nefsani amaçlardan uzak olan mukaddeslik makamından gelmiş kabul edersen bence sende ehlullahlıktan bir hisse var.. Yoksa işin bitik.

İşte kerameti kendinden menkullük böyle birşey.

Hem davacı, hem şahit, hem de yargıç.. Hüküm veriyor.

Adam gerçekten irfan ehli olsa, "Kul hatasız olmaz.. Bu kitabımızda vaki olacak hatalarımız için Allahu Teala'dan af niyaz ederiz" gibi birşey der. 

*

Evet, bu keramet tellalı devam ediyor:

Ve umarım ki, Hak Teâlâ duamı dinleyip, seslenişimi kabul eyleye. Şimdi ben ancak bana ilka olunan (kalbime atılan) şeyi ilka ederim. Ve ben bu kitap içinde, ancak benim üzerime onunla nazil olan şeyi inzal ederim. Halbuki ben nebi değilim, resul de değilim; ama vârisim ve ahiret (iyiliğim) konusunda harisim.”

Varisim derken kastettiği, alimlerin peygamberlerin varisleri olması.. Alimler, peygamberlerin ilmine varistir.

Çok mütevazi, kendisini peygamber zannetmeyelim diye peygamber varisi alim olduğunu ilan etmek zorunda kalmış.

Ahiret konusunda haris olmaya gelince, bunu söylemen gerekmez.. Bu, seninle Allahu Teala arasında bir mesele, bize bildirmen boşboğazlık.

(Bu tipler başka zaman da “Gönlümden dünyayı da, ahireti de attım” filan derler, konu değişince de böyle pek haris olurlar; evet, lafları birbirini tutmaz.. Allah’tan başkasını umursamadıklarını, insanların takdirine değer vermediklerini de söylerler, fakat görüldüğü gibi, gönülleri “ehlullah” olarak bilinme heveslilerinin alkışındadır.)

*

Bundan sonra sazı Ömer Lekesiz alıyor, sanatını icraya başlıyor:

“Daha önce değindiğimiz üzere ilahî meşiyet ve her kime vermişse ona büyük bir hayrın eriştiği hikmet esasından bakarak, resul ya da nebî olup olmadığı bildirilmeyen Hz. Lokman’ın (as) hikmete mazhar olması bunun başkaları için de mümkün olabileceğini göstermektedir. Kaldı ki, İbnü’l-Arabî de Fusûs’un kendisine cisim halinde bir kitap olarak verildiğini söylememekte, bilakis bunun için ilka ve ruhaniyet kelimelerini kullanmaktadır.”

Evet, hikmete Lokman a.s.’ın yanı sıra başkaları da mazhar olabilir.

Mümkündür.

Ancak, Lokman a.s.’ın hikmet sahibi olduğu Allahu Teala’nın bildirimi ile sabittir.

İbn Arabî’nin laflarına gelince, onların mihenge vurulması gerekir.

Gerçek hikmet sahibi, sözlerine böyle (sanki peygambermiş gibi) mukaddeslik elbisesi giydirmez; Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, sözlerinin mihenge vurulmasını ister.

Bu adam ise, kitabına adeta Kur’an muamelesi yapılmasını istiyor.

*

Ben nerden bileyim senin gerçekten Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i rüyada gördüğünü?

Kaldı ki rüya, dinî konularda delil olmaz.. (Peygamberlerin rüyaları hariç.. Bir de peygamberlerin tasdik edip tabir ettikleri..)

Varsa bir bildiğin, yazman gerektiğini de düşünüyorsan, yazarsın, dünyada bir tek peygamber varisi sen değilsin, diğer peygamber varisleri bakarlar, kitabında Kur’an’a ve Sünnet’e aykırılık görmezlerse, “Faydalı, okuyun, istifade edin” derler.

Ama kitabın yine de vazgeçilmezlik kazanmaz.. Kitaplardan bir kitap olur.

Fakat bu keramet tellalının kitapları için ulemadan pekçok kişi “Okunması caiz değildir, içinde tevili mümkün olmayan küfür ifadeler var” demişler.. 

Mesela Ömer Nasuhi Bilmen Hoca bunu diyor.. 

Fakat sadece o değil.. Ebussuud Efendi de böyle fetva vermiş durumda.. İbn Haldun da Şifau’s-Sâil’de aynı şeyi söylüyor, kitaplarının okunmasının ve çoğaltılmasının caiz olmadığını belirtiyor.

Niye, ilim düşmanı olduğu için mi?.. Hayır, sapıklık düşmanı olduğu için.

*

Ama zamanımızın “ehlulllah”tan görünme heveslisi cahilleri onun zırvalarına pek meraklılar.

Ve bunların tek delili “Siz anlamazsınız, ehlullah anlar”dan ibaret.

Nitekim aynı mavalı Ömer Lekesiz de tekrarlıyor:

Ancak baştan beri ifade etmeye çalıştıklarımızın tamamı için geçerli olduğu üzere bildirilene inanmak bir mana (iman) meselesidir ve ancak sırra mazhar olanlar bunun künhüne vakıf olabilir. Kafirlerin, münafıkların ve cahillerin söz konusu manadan bir nasipleri olmadığı içindir ki mezkur ilkaya inanamadıkları gibi, bununla ilgili şüphe uyandırmaya kalkışır, üstelik bunu yaparken de sahih dini anlayışın kaygılısıymış gibi görünürler.

Böylece Lekesiz, Ehl-i Sünnet’e veda edip Batıniyye mezhebine (yoluna) süluk etmiş oluyor.

Maneviyat kralının üzerindeki terzilik sanatı harikası, bulunmaz Hint maneviyat kumaşından kesilip biçilmiş muhteşem elbiseyi ancak maneviyat aleminin sırra mazhar olan deha sahibi zekileri görebiliyor, sırra mazhar olmayan cahiller ise göremiyor.

Mesela bu cahillerden birisi (Ebussuud Efendi’yi vs. geçelim), kitaplarında İbn Arabî’yi yerden yere vuran Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi.. 

Bir diğeri Aliyyü’l-Kârî.. 

Mülteka sahibi İbrahim Halebî de aynı durumda.

Merhum Ali Ulvi Kurucu, dedesi Hacı Veyis Efendi’yi ve Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'yi rüyasında Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte görmüş ama, bunun kıymeti yok..

Sırra mazharlık Şeyhülislam’a yakışmıyor, o, Ömer Lekesiz gibilerin tapulu arazisi.

Evet, Lekesiz efendi böyle emin konuştuğuna göre, sırra mazhar durumda.. 

Sırlar aleminde gezmiş dolaşmış, herşeyin içyüzünü anlamış, künhüne vakıf olmuş..

Merhum Şeyhülislam’ın payına düşen ise kâfirlik, münafıklık ve cahillik üçlüsünden biri.

Evet, neo-batınî Lekesiz, imanın temel esaslarından biri haline getirdiği İbn Arabî boşboğazı için milleti tekfir etmeye hazır.

Tekfir etmediklerini ise münafıklar vagonuna istif ediyor.

Ebussuud Efendi ve Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi gibi zatlara ise cahillik kontenjanından “üçüncü sınıf müslümanlık bileti” kesiyor.

Büyük adam.. Sırra mazhar olmuş arif..

İbn Arabî'nin "ilka"sından şüphe duyulmasına bile izni yok.. "Kafirlerin, münafıkların ve cahillerin söz konusu manadan bir nasipleri olmadığı içindir ki mezkur ilkaya inanamadıkları gibi, bununla ilgili şüphe uyandırmaya kalkışır" diyor.

Halbuki, bırakın İbn Arabî'nin kerameti kendinden menkul "ilka"sını, "zayıf hadîs"ten bile şüphe duyulabilir.

Müçtehit ulemanın (peygamber varislerinin) içtihatlarından bile şüphe edilebilir.

Bu ise, İbn Arabî'nin zırvalarından şüphe edilmesini küfür sebebi sayabiliyor.

Adamın her yazdığı yanlış değil, fakat her karaladığı da doğru değil.

Yazdıklarının bazısı düpedüz zırva.. 

Bazısı da resmen sapıklık.

Ulema boşuna mı "Kitaplarının okunması, okutulması caiz değil" diyor!

*

Allahu Teala’nın kıyamet gününde insanlara karşı hücceti Kur’an’dır ve Rasulü s.a.s.’in sahih sünnetidir.

Kimse İbn Arabî’nin zırvalarını tasdik etmek zorunda değıil.

Adam Kur’an ve Sünnet’e aykırılığı açık laflar söylüyor, sonra da kendisine inanılması için rüya anlatıyor.

Bu, din dolandırıcılığıdır.. Abdülhalik-i Gücdüvanî rh. a.'in tabiriyle "din yolunun haramiliği"dir. 

Dinî konuda bir şey söylüyorsan Kur’an ve Sünnet’ten delil getirmek zorundasın.

Kur’an ayetlerinin ve sahih sünnetin Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e nisbeti kesin, fakat senin rüya anlatırken doğru söylemiş olduğunu kesin olarak bilmek mümkün değil.

Eğer senin hakkında “O asla yalan söylemez, her sözü doğrudur” diye ayet bulunsa veya Hz. Peygamber s.a.s. senin doğruluğuna kefil olsaydı, işte o zaman rüyana itibar edebilirdik.

Fakat, rüyana itibar etmemiz bile, rüyanı tabir ederken (günaha düşmeden, içtihat hatasına benzer şekilde) hata yapmamış olduğunu kabul etmemizi gerektirmezdi.

*

Keşfe, ilhama gelince.. Bunlar dinî konularda hiçbir şekilde delil olmaz.

Dünyevî konularda da böyledir.. Delil olarak öne sürülemez.

Mesela mahkemede görülen bir davayı alalım.. Diyelim ki kadı efendi keşif sahibi bir velî, keşfine aykırı bile olsa, delillere ve zahire göre karar vermek zorundadır.

Delillere göre karar verdiği zaman ahirette mesul olmaz, keşfine göre vermesi durumunda ise, “usul”e riayet etmediği için, isabet bile etse mesul olur.

Keşif ve ilham, hata ve yanılgıya açık bir alandır.

Hiç kimse keşfini esas alarak itikat sahibi olma hakkına malik değildir.. Herkes itikadını ayet ve hadîslere dayandırmak zorundadır.

Ariflerin kutbu Bahaeddin Nakşbend k. s., “Tasavvuftaki seyr u sülûkten maksat nedir?” sorusuna “İcmalî olan marifeti tafsîl etmek, istidlalî olan bilgiyi de keşfe dönüştürmektir” diye cevap vermiştir.

Bu, muhteşem bir sözdür.

Evet, esas olan “akla ve nakle” dayalı istidlalî/delillendirilmiş bilgidir.. Keşf o istidlalî bilgiye uyuyorsa ne âlâ, uymuyorsa atılır.

İbn Arabîci herzevekillere gelince.. İstidlâlî bilgi ile çelişen keşf zırvalarına bir “sırra mazharlık” etiketi yapıştırarak Batınîlik mezhebinin girdabında debeleniyorlar.

*

Dinî konularda delil, Kur’an ve Sünnet’ten ibarettir..

Varis ulemanın icmaı da bir delildir.. Ulema bir konuda icma etmiş, görüş birliğine varmışsa ve sen de aynı şeyi söylüyorsan, senin bunu ayrıca söylemiş olman bir marifet değildir.

Kıyasa/içtihada gelince, o da Kur’an ve Sünnet esas alınarak yapılır.

Ve içtihat, usule uygun başka bir içtihadı nakzedemez.. Ayrıca içtihat sahibi, kendi içtihatına “yanılmazlık” izafe edemez.. İçtihadını kabul etmeyen başka içtihat sahiplerini (usule uygun olması ve delile dayanması durumunda) küfür, nifak ya da cehaletle suçlayamaz.

Edille-i şeriyye (şer’î deliller) bunlardan ibarettir.

Bunların dışında filanın rüyasını, feşmekanın keşfini, filancanın ilhamını dinî konularda delil olarak kabul edenler zır cahildir.

*

Pekçok alim, İbn Arabî’nin, Arap olması hasebiyle Arap diline hakim, edebiyatı kuvvetli ve malumatı geniş bir laf ebesi şarlatan olduğu kanaatinde.

Aynı kanaati paylaşıyorum.

Hayat hikâyesi karışık ve bulanık.

Yazdıklarının önemli bir bölümü muamma kabilinden boş gevezelik.

Keramet olarak anlatılan hikâyeleri ise resmen rezalet.


DÜZELTME VE ÖZÜR

  "Sen Utanmazlığın ve Karaktersizliğin Resmini Yapabilir misin Abidin?" başlıklı yazımız şu satırlarla başlıyordu:  MİT’i (Milli ...