SETÖ (SELANİKLİ TERÖR ÖRGÜTÜ) LİDERİ SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE KARŞI İNGİLİZLER’LE BİRLİKTE KURDUĞU KUMPAS

 




UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 58

 

Selanikli Mustafa Atatürk’ün Anadolu’ya gizli “özel görev”le gidiş hikâyesini en iyi özetleyenlerden biri, Cemal Bolayır.

Peki kim bu Cemal Bolayır?

Selanikli’nin aile dostu:

“Kurtuluş Savaşının ateşli yıllarında Zübeyde Hanım’ın damadı Mustafa Mecdi Bey’in sık sık Ankara’ya gidip gelmesi, Mustafa Kemal Paşa’ya o kadar iş arasında annesi ile de ilgilenme şansını vermişti. Eniştesinden annesi ile ilgili bilgi almış, Dışişleri Bakanlığı Levazım Müdürü arkadaşı Cemal Bey (Bolayır) aracılığıyla sık sık İstanbul’da Akaretler’de oturan annesi Zübeyde Hanım’ı kontrol ettirmiş ve elden mektup ve para göndertmişti.

(https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/zubeyde-hanim-1857-1923/)

Gelelim Cemal Bolayır’ın anlattıklarına:

“Öte yandan Cemal Bolayır da hatıralarında bu olayı [Selanikli’nin Sultan Vahideddin tarafından gönderilmiş olduğunu] teyid etmektedir. Niyazi Banoğlu’nun aktardığı olay şöyle gelişiyor [Cemal Bolayır, Selanikli Mustafa Atatürk’ün sözlerini aktarıyor]:

“ ‘İşgal kuvvetleri İngiliz Kumandanı, [Sadrazam] Ferit Paşa’ya gelerek, “doğu illerimizde bazı kuvvetlerimizin halkla birleşerek hristiyanlara karşı katliam hazırlığında bulunduklarını haber aldıklarını söyleyerek, bunu önlemek için doğuya asker gönderip işgal edeceklerini” söylemişler. “Sizi bunun için ziyaret ettik, haber veriyoruz demişler. Ferit Paşa telaş etmiş; “Böyle birşey yoktur ve olamaz. Bana üç gün izin veriniz. Ben oraya İttihatçı olmayan bir kumandan göndereceğim, hiçbir mesele kalmaz” demiş. Ferit Paşa bundan sonra teklifi bana [Selanikli Mustafa Atatürk’e] yaptı: Padişah hazretleri, sizi zaten biliyor, sizi münasip görmüşlerdir. Şüphesiz gidersiniz. Şimdi benim, bir yere acele randevum var, oraya gitmeye mecburum. Bu konuda yapacağımız işlerle, durum hakkında etraflı, harita üzerinde incelemeler yapmak üzere iki gün sonra tekrar görüşelim” diyerek ayrıldı. Şimdi buna ne dersin?

“ ‘Ben [Cemal Bolayır]: “Aman Paşam, bundan daha iyi fırsat olmaz, derhal kabul etmelisin’ dedim. Düşünceli idi, bana birşey söylemedi. Ferit Paşa ile görüştükten sonra buluşmamızı istedi. İki gün sonraki görüşmemizde Dokuzuncu Ordu Müfettişi sıfatı ile gitmeyi kabul ettiğini söyledi.’ ”

(N. Ahmet Banoğlu, Atatürk’ün İstanbul’daki Hayatı, C. 1, s. 68-70’ten aktaran Abdurrahman Dilipak, Cumhuriyete Giden Yol, 7. b., İstanbul: Beyan Y., t. y.,  s. 146.)

Böylece, İngilizler’in Selanikli Mustafa Atatürk ile birlikte Osmanlı Devleti’ne kurdukları kumpasın çarkları dönmeye başlamış oluyordu.

Sözde Anadolu’ya gitme konusunda tereddüt ediyor.. 

Hepsi rol, dümen ve dolap.. 

Gerçekte, aylar öncesinde buna (tabiî ki İngilizler’le birlikte) “karar” vermiş durumda.

Nitekim, yıllar sonra Falih Rıfkı’ya şunları anlatacaktır:

Sırdaşlarımdan birini size haber vereyim: Bir gün İsmet Bey'i (İsmet İnönü), davet ettim. Şişli'deki evimde beni yalnız bulan İsmet Bey:

"- Gene ne var? dedi. …

"- Ne haber? dedim.

"- Tahmin edeceğin gibi...

"- Şuradan bana bir Türkiye haritası bulup masaya açar mısın? Üzerinde konuşacağım. …

"- Ne yapacaksın? diye sordu. …

"- Mesela, dedim, hiçbir sıfat ve salahiyet sahibi olmaksızın Anadolu'ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntaka ve beni o mıntakaya götürecek en kolay yol hangisi olabilir?

"Yüzüme baktı, tekrar neşeli ve ümitli güldü:

"- Karar verdin mi? dedi.

“- Şimdilik bundan bahsetmeyelim, bana memleketi, milleti ve orduyu anlayıp bilen, vaziyeti yakından gören, tehlikede şüphesi olmayan bir arkadaş gibi cevap ver!

"İsmet Bey masanın kenarındaki sandalyeye ilişti ve derin derin düşünmeye başladı. O sırada ben salonun içinde dolaşıyordum. Bana sesleninceye kadar gezindim. Birdenbire ayağa kalktı, gülerek:

"- Yollar çok, mıntıkalar çok! dedi.

"Bazı ziyaretçilerin geldiklerini haber verdiler. Haritayı kapamaya vakit kalmadan içeri giren tanıdıklarla başka bahislere daldık. Bir hayli müddet soma gene İsmet Bey'le yalnız kaldık:

"- Ne yapacağını bana ne vakit söyleyeceksin? diye sordu.

"- Zamanında!" 

(Falih Rıfkı Atay, M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs, haz. Nurer Uğurlu, İstanbul: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık, Mayıs 1999, s. 129-130.)

*

Selanikli’nin Cemal Bolayır’a anlattıkları üzerinde durmak gerekiyor.

İşgal Kuvvetleri İngiliz Kumandanı, Sadrazam Ferit Paşa’yı ziyaret etmiş, “Doğu illerinizde bazı kuvvetlerinizin müslüman halkla birleşerek hristiyan ahaliye (Rumlar’a, Ermeniler’e) karşı katliam hazırlığında bulunduklarını haber aldık” demiş.

Haber almışlarmış.. Hepsi hikâye.. 

O günkü şartlarda Anadolu’daki Osmanlı kuvvetlerinin böyle birşeyi akıllarından geçirmeleri bile mümkün değil.

Bir defa, resmî makamlar, devlet kurumları, İstanbul’dan emir almadan böyle birşeyi yapmazlar, yapamazlar.. Ve İstanbul’un böyle bir talimat vermesi mümkün değil.. Yersiz, lüzumsuz, anlamsız, saçmasapan birşey, üstelik attığın taş, ürküttüğün kurbağaya değmez.

Osmanlı Devleti, o günkü şartlarda Anadolu’daki sivil hristiyanlarla uğraşacak kadar akılsız mı?!

*

Maksat başka..

İngilizler, gizli servislerinin (istihbarat teşkilatlarının) İstanbul şefi Robert Frew (Fro) vasıtasıyla anlaşmış bulundukları Selanikli Mustafa Atatürk’ün Anadolu’ya “olağanüstü yetki ve imkânlarla” geçebilmesi için yol yapıyor, araziyi hazırlıyorlar.

Selanikli, İsmet İnönü'ye sıktığı palavra ve okuduğu mavalda olduğu gibi Anadolu'ya "hiçbir sıfat ve salahiyet sahibi olmaksızın" gitse, tutunması mümkün değil.

İnönü’ye Anadolu’ya geçme kararı aldığını söylemiş olan Selanikli’nin hiç kılını kıpırdatmamasının, oturduğu yere kazık çakmasının, İngilizler satranç tahtasında hamlelerini yapıncaya kadar beklemesinin, sonra da teklifin üzerine sevinç nidalarıyla atlamak yerine kendisini naza çekmesinin, böyle sözde tereddüt yaşayıp ağırdan almasının nedeni de bu.

Oysa Kâzım Karabekir, ondan bir ay önce, 19 Nisan 1919’da Gülcemal Vapuru ile Trabzon’a çıkmış durumda.. Ne naz yapmış, ne özel yetkiler istemiş, ne emrine bol keseden imkânlar verilmiş, ne cebine para konulmuş, ne de o parasızlıktan yakınmış.

Selanikli ise bekliyor.. 

Çünkü İngiliz, kumpası çok iyi kurmuş..

*

Osmanlı sadrazamını (başbakanı) tehdit etmeyi de ihmal etmiyorlar.. Asker gönderip doğu illerimizi işgal edeceklermiş.. 

“Sizi bunun için ziyaret ettik, haber veriyoruz demişler.

Peki, Selanikli Anadolu’ya gidip sözde kendilerine kafa tutup kongreler düzenlemeye başladığında neden doğu illerimizi işgal etmek yerine Padişah Vahideddin'i ve Osmanlı Hükümeti'ni Selanikli karşıtı tavır sergilemeye zorlamakla yetinmişler, başka da birşey yapmamışlardı?

Nedeni şu: Selanikli'nin vatanı kurtarmaya çalışan kahraman, Osmanlı padişahı ile hükümetinin ise İngiliz işbirlikçisi hain gösterilmesi gerekiyordu.

Gerçek İngiliz işbirlikçisi hain ise Selanikli'ydi.

Olayın aslını İsmet İnönü açıklamış durumda:

"İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur".

(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)

Herşey İngiliz’in “karar”ının sonucu.

Sezai Karakoçvari bir cümle kuralım: Sakın Mustafa Kemal'in kararı deme, onun kararının üstünde bir karar vardır. 

Lord Curzon'un kararı.. 

*

Selanikli’nin anlatısındaki boşlukları doldurmak gerekiyor.

Telaşlanan Sadrazam (Başbakan) Ferit Paşa’nın“Bana üç gün izin veriniz. Ben oraya İttihatçı olmayan bir kumandan göndereceğim, hiçbir mesele kalmaz” demiş olmasının öncesinde konuşulan başka şeyler olmalıdır.

Muhtemelen Ferit Paşa, İngiliz kumandana önce şuna benzer bir karşılık vermiştir: 

“Yok böyle birşey, nerden çıkardınız bunu?.. Ben hemen bütün mülkî amirlerimize, vali ve kaymakamlarımıza, bütün kuvvet komutanlarımıza telgrafla kesin talimat verir, hristiyan vatandaşlarımızın can güvenliği ve selameti için gereken bütün tedbirleri ivedilikle almalarını, bu konuda ihmal gösterenlerin şiddetle cezalandırılacaklarını bildiririm. Osmanlı Devleti olarak hristiyan vatandaşlarımızın kılına bile zarar gelmemesi için her tedbiri alacağımızdan şüpheniz olmasın." 

İngiliz'in işgalci komutanının suratı asılmış, şöyle bir karşılık vermiş olmalıdır: 

"Yook, o kadar basit değil!.. Katliam niyeti taşıyan sorumsuz ve maceracı devlet erkânının görevden uzaklaştırılması gerekiyor.. Bunu yapmazsanız olaya biz el koyacak, söz konusu bölgeleri işgal edeceğiz.. Kararımız kesin."

Bunun üzerine Sadrazam, "Böyle bir iddia ile doğu illerimizi işgal etmenize gerek yok, ne yapılması gerekiyorsa söyleyin biz gerekli tedbirleri alalım” demiş olmalıdır.

İngiliz kumandanın da “Doğuya fevkalâde (olağanüstü) yetkilerle donatılmış bir görevli gönderin, mesela bir müfettiş olabilir, gerekli araştırmaları yapsın, böyle bir katliam girişimini planlama cüretinde bulunmuş olduklarını tespit ettiği kişileri görevden alsın, olumsuz gelişmelerin önüne geçsin; göndereceğiniz adama bunları yapabilecek genişlikte yetkiler verin.. Güvenebileceğimiz birini seçerseniz Anadolu'ya geçmesi için gereken vizeyi derhal veririz” demiş olduğu tahmininde bulunabiliriz.

Sadrazam da, işgal tehdidini savuşturmak için bu teklifi ganimet bilmiş, “Bunu hallederiz, fakat bana birkaç gün izin veriniz!” demiştir.

İngiliz kumandan da (sevincini içinde saklayarak, gülmemek için kendisini tutarak) kaşlarını çatıp şöyle konuşarak gözdağı vermiş olmalıdır: 

“Size üç gün müsaade!.. Sakın göndereceğiniz müfettiş Enver Paşa’nın İttihatçı yoldaşlarından biri olmasın!.. Onlara güvenimiz yok.”

Sadrazam da kekeleyerek: “Ta, ta, tabiî.. Zaten İttihatçıları Padişah hazretleri de sevmiyor.. Enverci-İttihatçı olmayan birini mutlaka bulacağız” diye konuşmuştur.

*

Sadrazam bu vahim gelişmeyi Padişah Vahideddin’e haber verince o önce tedirgin olmuş, sonra da, “krizi fırsata çevirme” babından “İngilizler’in bu teklifinden yararlanmak mümkün olabilir mi?” diye düşünmeye başlamış olmalıdır.

Sultan Vahideddin aklınca İngilizler’e oyun oynamak istiyordu fakat gerçekte oyuna geliyordu.

Sadrazam’a şöyle demiş olmalıdır: 

“Sıkma canını!.. İşte güzide yaverim Mustafa Kemal var ya, tam İngilizler’in istediği gibi biri.. Bak bir sürü siyasetçimizi, subayımızı ve münevverimizi (aydınımızı) tutuklayıp Malta'ya sürdükleri halde Mustafa Kemal'e ilişmediler.. O, Enver’le ve adamlarıyla papaz, İngilizler bunun farkında.. Berlin seyahatimden beri onu tanıyorum, zaten bu yüzden onu yaverim yaptım.. Ona güvenim tam.. Onu göndeririz.. Âteşîn bir zekâ.. Siyaseti iyi biliyor, İstanbul'a gelince hemen Minber ve Vakit gazetelerinde İngilizler lehine açıklamalar yaparak onlarıın gözünü boyadı.. Zeki adam.. Böyle bir adamımız bulunduğu için şanslıyız.. Madem İngilizler gönderilen müfettişin olağanüstü yetkilere sahip olmasını ve istediği devlet görevlilerinin vazifesine son verebilmesini istiyorlar, biz de ona geniş yetkiler verelim, oradaki kuvvetlerimizi derleyip toparlasın.. Onu Anadolu genel valisi haline getirelim. Van’dan Ankara’ya kadar bütün bölgede hem vali ve kaymakamlara, hem de subaylara hükmetsin, dilediğini görevden alsın, dilediği vazifeye dilediğini getirsin.. İngilizler'i şüphelendirmeden zinde ve dinamik bir kuvvet oluştursun, milleti toparlasın.”

*

Evet, Ferit Paşa önce Padişah'la görüşmüş.. 

Nitekim Selanikli, Cemal Bolayır’a, “Ferit Paşa bundan (Padişah'la yaptığı görüşmeden) sonra teklifi bana yaptı” demiş bulunuyor.

Demiş de, Selanikli'yi görevlendirme fikri Ferit Paşa’ya ait değil..Padişah hazretleri, sizi zaten biliyor, sizi münasip gördüler” diyor.

Adam, Vahideddin'den "torpilli".

Böylece Selanikli (ve dahî İngilizler), oltadaki yemi yutan Padişah Vahideddin sayesinde muratlarına nail oluyorlar.

Fakat, Selanikli’nin, daha fazla yetki, imkân ve para koparması için renk vermemesi, rol yapması, nazlanması gerekiyor.

*

Cemal Bolayır sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Mustafa Kemal, bundan sonraki temaslarını da öbür ziyaretlerinde [bana] anlattı. Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanı) ile, Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) ile görüşmüş, harita üzerinde incelemeler yapmışlar, kendisine çok geniş yetki verilmiş.. Mustafa Kemal, ‘Yalnız,’ dedi, para vermiyorlar. Halbuki orada çalışmak için para lazım. Ferit Paşa, “Hele siz bir gidiniz, arkadan para göndeririz” dedi. Ben de kabul ettim.’ ” (Dilipak, s. 146-7.)

Harita üzerinde incelemeler yapmışlar..

Aynı şeyi, Selanikli'ye Padişah'ın kendisini seçtiğini bildirirken Ferit Paşa da söylemiş, “Bu konuda yapacağımız işlerle, durum hakkında etraflı, harita üzerinde incelemeler yapmak üzere iki gün sonra tekrar görüşelim” demiş durumda.

Görüşmüşler.. Bolayır öyle diyor.

Neyin incelemelerini yapmış olabilirler?. 

Herhalde, “İngilizler’in sözünü ettiği katliamlar nerede yapılmak isteniyor olabilir?” sorusuna cevap bulmak için değil.

Müfettişsin, daha teftiş etmeden, denetlemeden haritadan "katliam girişimi incelemesi" yapacak halin yok. 

Meselenin, vatanı işgalden korumak için nerede nasıl tedbir almak gerektiği meselesi olduğunu anlamamak için fanatik bir Kemalist salak olmak gerekiyor.

Bir de para meselesi var.. Konu sadece müfettişlikten ibaret olsa para hesabına lüzum yok.. (Osmanlı hükümeti fazla bir para veremediyse de, Vahideddin kişisel inisiyatifiyle 40 bin altın verdi.)

*

Bolayır, sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Mustafa Kemal, bundan sonra temaslarına devam etti. Ali Kemal Bey tarafından nazırlara (bakanlara) verilen ziyafette de hazır bulundu. Yanında götüreceği arkadaşlarını tesbit ederek kadrosunu Harbiye Nazırı’na (Milli Savunma Bakanı’na) tasdik ettirdi. Padişah ile görüşmesini de bana anlattı. Padişah, başarıya ulaşacağına inandığını söylemiş, yardım vaad etmiş. Ayrıldıktan sonra dışarda Saray nazırı Naci Paşa, Padişah’ın hediye ettiği bir kutuyu Mustafa Kemal’e vermiş. Mustafa Kemal kutuyu açıp bakmayınca Naci Paşa açmasını işaret etmiş. Mustafa Kemal açıp bakmış, bir altın saatmiş.” (Dilipak, s. 147.)

İmdi, İngilizler’in istediği türden bir müfettişlik hizmeti yapacak adama bu izzet ü ikram niçin yapılsın ki?!

Böyle bir müfettişe niçin bakanlar kadar hürmette bulunulsun?!

Niçin yanında götürsün diye maiyetine dünya kadar (otuza yakın) adam verilsin?.. (Yanında adam götürmesi şart da değildi, Anadolu'daki bütün devlet görevlileri emrine veriliyordu, fakat Selanikli etrafında bir "çelik çekirdek" bulunmasını istiyordu.)

Ona, Padişah tarafından niçin bu kadar iltifatta bulunulsun, normal saat bile fazlayken, niçin altın saat hediye edilerek onurlandırılsın?!

Padişah, “başarıya ulaşacağına inandığını” söylerken, “Hristiyan ahaliyi katliama tabi tutmak isteyen kuvvetlerimiz ile halkımızı bundan alıkoyacağınıza inanıyorum” demek istemiş olabilir mi?!

Bunu mu kastetmiştir?!

Yardım vaat ederken de, “Şimdi sana verdiğimiz olağanüstü yetki ve imkânlar bu zorlu görev için sana kâfi gelmeyebilir, elimizden gelen yardımı yapacağız” mı demek istemiştir?

*

Böylece, İsmet İnönü’nün sözünü ettiği “İngiliz kararı” çerçevesinde SETÖ (Selanikli Terör Örgütü) kurulmuş oldu.. Önüne kırmızı halı serilen “paralel devlet” faaliyete geçti.

Vahideddin, Osmanlı Devleti’nin “beka”sı için çalıştığını zannediyordu, gerçekte devletin temeline kazmayı vurmuştu.

Farkında olmadan..

İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un “Osmanlı Devleti’nin yerini alacak Anadolu merkezli, başkenti Anadolu'daki bir şehir olacak 'halifesiz' yeni bir Türk devleti kurulması" projesinin altyapısı hazırlanmış durumdaydı.

*

SETÖ’nün sonraki "hizmet"lerini ise merhum Kadir Mısıroğlu’ndan dinleyelim:

“… [1972 yılı Temmuz ayında Eskişehir’de] Yanımda bir albay ve bir de yüzbaşı vardı. Bunlar beni diğer bir odaya aldılar.

“Odada birbirine paralel iki tane masa vardı. Birinin başına albay, diğerine de yüzbaşı yerleşti. … İki masanın üzerinde de daktilo görülmüyordu. İçimden:

“– Bu nasıl ifade almak! diye bir sual geçiyordu.

“Bu sırada söze başlamadan Albay’a hitaben:

“– Bir sigara içebilir miyim? diye sordum.

“Albay … sigara paketini çıkardı. Teşekkür ettim. Ben, değiştirmeyip kendi sigaramdan içmek istediğimi söyledim. Ancak ne kadar çaktımsa, çakmağım yanmadı. …

“Bu defa Albay bana çakmağını çaktı. Nezaketen ayağa kalktım. Bir de ne göreyim, öteki masada oturan yüzbaşının çekmecesi hafifçe çekili ve çekmecede teybin kenarı hafifçe görülüyor.

“İşte o zaman, bana gösterilen nezaketin asıl sebebini kavradım. Demek ki, banlar, aleyhimde ciddi bir delilin mevcut olmaması sebebiyle, nezaketli davranıp beni konuşturmak ve ağzımdan söz almak istiyorlardı. …

“Adam bana dedi ki:

“– … bir eserinizde Atatürk’ün Yunan Harbi denilen harb dolayısıyla tarihte büyük bir yer işgal etmesinin imkânsız bulunduğunu, onun ancak inkılaplar dolayısıyla tarihe geçebileceğini, zira … bunların gerçekleşmesi için beşyüz binden ziyade insanın telef olduğunu iddia ediyorsunuz. Bu rakam, kusura bakmayınız ama, biraz mübalağalı [abartılı] değil mi?

“Ona dedim ki:

– Albayım, belki yanlış hesap ettim. Sizin elinizde kalem var. Buyrun beraber hesap edelim!

“– Hay hay!.. dedi. Önüne temiz bir kâğıt çıkardı, kalemini eline aldı ve not tutmaya başladı. …

“Dedim ki:

“– Albayım! Cumhuriyet tarihinde üç defa Şark [doğu] harekâtı var. Bunların birincisi Şeyh Said Hadisesi‘dir. … Acaba bu hadise kaç kişinin ölümüne sebep olmuştur? Bu, bir askerî harekâttır. Zatıaliniz de subaysınız. Bunu benden iyi bilmeniz gerekir. Kaç kişi diyorsanız yazalım!..

“Tabiî birşey yazamadı. Ben devam ettim:

“– Sonra [ikinci olarak] 1930’da Molla Mustafa Barzani Ağrı Dağı’nda silahlı bir surette kıyam etti. Üzerine ordu gitti. … harekât takriben altı ay sürdü. Acaba bunun da iki tarafça zayiatı ne miktardadır? Bunun da Genelkurmay’da resmî kayıtlarının bulunması gerekir. …

“Yine birşey yazamadı. Devam ettim:

“– [Üçüncü olarak] 1936 yılındaki Dersim Harekâtı‘nı düşününüz! Asilerin üzerine, o zamanın imkânsızlıklarına rağmen uçak bile gönderildi. Bu harekâtı bastıran, eski generallerden Salih Omurtak’tı. … Kendisinin anlattığına göre, Dersim’de yüze yakın köyü adeta insansız bir hale getirmiş. Buna göre, bir köyü asgarî kaç kişi kabul ederseniz, buyrun, hesap edin! … .

“Ben bunları söylerken onun yüzü renkten renge giriyor ve tabii hiçbir şey yazamıyordu. Ben yine devam ettim.

“… Konya İsyanı, Bolu İsyanı, Düzce İsyanı, Gerede İsyanı, Yozgat İsyanı ve Koçgiri İsyanı gibi isyanları ve bunlarda ölen kalan insanlar Ankara İstiklâl Mahkemesi, Amasya İstiklâl Mahkemesi, Erzurum İstiklâl Mahkemesi, Rize İstiklâl Mahkemesi gibi vatanın dört bucağında kurulan istiklâl mahkemelerinin asıp kestikleriyle, şapka isyanları dolayısıyla memlekette kurulan darağaçlarını sayıp döktüm.

“Bunlara en son olarak da Menemen Vakası zayiatını ekledim ve bazı İstiklal Mahkemelerinin bilinen kurbanlarının rakamlarını tadad ettikten sonra, İstiklal Mahkemeleri hakkında da kısaca şu izahatta bulundum:

“– İstiklâl Mahkemeleri iki devredir. Birinci devredeki İstiklâl Mahkemelerinin asıp kestiği insanların sayısını ortaya çıkarabiliriz. Çünkü bunların verdikleri kararlar Büyük Millet Meclisi’nin tasdikiyle [onayıyla] infaz olunuyordu. Bu sebeple onları Meclis zabıtlarından [tutanaklarından] bulup çıkarmak mümkündür. Benim bugüne kadar yaptığım araştırmalara göre buna ait rakam elli bin civarındadır. Ancak bu İstiklal Mahkemelerinin bir de ikinci devresi vardır. Bu ikinci devrede asılıp kesilenleri tespit asla mümkün değildir. Bu devrede M. Kemal Paşa, Başkumandanlık Kanunu’yla Meclis’in bütün selâhiyetlerini [yetkilerini] uhdesine almıştı. İkinci devre İstiklâl Mahkemelerini bizzat kurmuştu. Bunların kararları artık Meclis’in tasdikine iktiran etmiyordu. Bunlar [temyiz vs. yoktu] dilediklerini asıyor ve astıkları adamların onbeş günde bir, sadece listesini M. Kemal’e gönderiyorlardı. Türkiye’yi baştan başa dolaşarak her yerde faaliyet gösteren bu İstiklal Mahkemeleri seyyardılar [gezici, gezgin]. Bunların tuttukları zabıtlar da ortada yoktur. … Diğer taraftan bunların M. Kemal’e erdikleri isim listeleri şeklindeki raporlar da kaybolmuştur. … İnönü bu dosyaların 1950 yılındaki iktidar değişikliğinde DP’lilere teslim edildiğini, Bayar ise, böyle bir evrak teslim almadıklarını söylemiştir. … Bu bakımdan, benim … inkıkaplar dolayısıyla o günkü on milyonluk Anadolu halkından beşyüz bininin katledildiğini [Oran, 80 milyona nisbetle 4 milyona karşılık geliyor] söylemem, tahminî bir rakam olmasına rağmen, mübalağa da sayılmaz! Bütün bu kurbanlar herhalde vatan haini değillerdi. … Mesela Konya’da isyan eden Delibaş’ın arkasına takılanlar, Ankara’daki harekâtın İttihat ve Terakki’nin canlandırılması olduğu düşüncesindeydiler. Bunda haksız da sayılmazlardı. Zira … ön safındaki insanlar, mesela bir M. Kemal Paşa, bir Rauf Orbay, bir Ali Fuad Paşa ve hatta bir Kâzım Karabekir Paşa, Selanik‘ten yürüyüp gelerek Sultan Hamid’i tahttan indirmiş olan Hareket Ordusu’nun kurmay subaylarındandı. Halk, İttihat ve Terakki’nin “A” takımının [Birinci Dünya Savaşı’na girerek] vatanı batırıp kaçmasından sonra “B” takımının faaliyete geçmiş olduğuna ve aynı zihniyeti canlandırmak istediklerine hükmediyordu. … “Böyleyken Konya isyanını bastıran Refet Paşa Meclis’te aynen şöyle demişti: ‘Konya İsyanı’nda kaç kişi öldürdüğümüzün hesabını veremeyiz. Zira emrimdeki her nefere, dilediği her şapsı öldürebileceği yolunda selahiyet vermiştim. …’

“Daha fazla birşey söylememe lüzum kalmadı. Zira Albay suali sorup soracağına pişman olmuş bulunmalı ki:

“– Bunu geçelim! dedi ve başka suallere geçti.

… Sonradan dava dosyası açılıp da [hakkımdaki] MİT raporlarını okuma fırsatını bulunca, gercektim ki, tâ lise yıllarımdan beri takip edilmişim.

“Ama ne takip ediliş! Saçma sapan yakıştırma bir sürü zan ve rivayet dolu MİT raporlarından … .”

(Kadir Mısıroğlu, Geçmiş Günü Elerken -II-, İstanbul: Sebil Y., 1995, s. 200-205.)

*

Bu rakam, Kurtuluş Savaşı'ndaki can kaybının elli (rakamla 50) katı..

Beş değil, 15 değil, 25 değil, 35 değil, 45 değil.. 

50 katı.




ÖMER FARUK KORKMAZ VERSUS HALİS BAYANCUK

  Halis Bayancuk ismine hapislik macerasından dolayı biraz aşinalığım vardı fakat Ömer Faruk Korkmaz’ın varlığından yeni haberdar oldum. ...