İNGİLİZ'İN FEMİNİST ŞEYHİNİN KADIN İMAM VE MÜRŞİD MERAKI

 










Türkiye’nin, kökleri Lale Devri’ne kadar uzanan bir “Avrupa’yı taklit” sorununun bulunduğu herkesçe bilinen bir gerçek.

Bu taklitçilik Tanzimat Fermanı ile ivme kazandı, Atatürk ilke ve inkılapları diye bildiğimiz İngiliz ilke ve inkılapları ile de ‘kemal’ noktasına ulaştı.

Ancak taklitçiler, yaptıkları işi “taklit” olarak adlandırmak yerine ona süslü bir elbise giydirdiler, “çağdaş uygarlık düzeyi”ni yakalama, hatta geçme olarak isimlendirdiler.

Nitekim, cumhuriyetin ilk yıllarında “İslam’a ve İslam kültürüne düşmanlık” alanında “tek dişi kalmış canavar” olan medeniyeti (uygarlığı) geçmeyi başardılar.

Hatta canavarlık yolunda Batı’ya örnek olacak hale geldiler.

*

Taklitçilerimizin Avrupa’ya örnek olma onuruna erişen canavarlık (yani uygarlık) hamlelerinden birini Türk Müslümanlığı (ya da Türk İslamı) projesi oluşturuyor.

Batılılar, bu hususta Türk uygarlıkçıları “taklit” ederek bir Avrupa İslamı’ndan, Alman İslamı’ndan, Fransız İslamı’ndan ve İngiliz İslamı’ndan bahsetmeye başladılar.

Arap İslamı’na karşı Türk İslamı’nı” savunma iddiasındaki Türk ırkçılarının (ve de ırkçı olmadıklarını söyleyen "Türkiyeci-devletçi"lerin), Fransızlar’ın da Fransız İslamı adına Arap İslamı’na ve Türk İslamı’na karşı kazan kaldırmalarını saygıyla karşılamaları ve hayranlıkla alkışlamaları doğaldır.

Hayranlık duymaları beklenir, çünkü Fransız İslamı kısa zamanda büyük mesafe almış, “güncellemecilik ve reform” alanında Türk İslamı’nı geçmiş durumda.

Mesela Türk İslamı şimdilik kadınların sadece cenaze namazlarında erkeklerle omuz omuza saf tutmalarını sağlayabilmişken, Fransız İslamı vakit ve cuma namazlarında bunu gerçekleştirmiş, hatta kadın imam kadrosu oluşturmuş bulunuyor.

*

Devrimci ve katı laik Fransız “kör gözüne parmağım” patavatsızlık ve sakarlığıyla yol almaya çalışırken, sinsi İngiliz, bu işlerde daha tecrübeli olduğu için sessiz ve derinden yol alıyor.

Kurduğu (İngiliz istihbaratının / gizli servisinin aparatı durumundaki) Ibn Arabi Society ile İbn Arabî tipi “tasavvuf ve irfan”ı İslam dünyasında “ihya” etmeye, bizde gördüğü “maneviyat” eksikliğini gidermeye çalışıyor. 

(Tabiî yerli-milli derinler de “ağababaları”nın izinden giderek paravan yayınevleri ve ”embedded” editörler vasıtasıyla, parasızlık çeken mütercim ve akademisyenleri onun kitaplarını tercümeye yönlendirmeyi ihmal etmiyorlar. Kuruluş Ertuğrul dizisindeki İbn Arabî’li palavra sahnelerin ardındaki “üst akıl” acaba kimlerdi?)

Evet, Fransızlar, bu işlerde İngilizler kadar mahir ve tecrübeli değiller.. Öyle olsalardı, icat ettikleri Fransız İslamı’nı revaçta tutmak için İbn Arabî’den de yararlanırlardı.

Mesela, kadın imamlar konusunda İbn Arabî’yi referans gösterebilirlerdi:

“Fasıkın [alenen günah işleyen günahkârın] arkasında namaz kılmayı caiz gören İbn Arabi, kadının namaz imamlığını da sakıncalı bulmaz. Zira kadının erkekten bir derece noksan olması onun kemalini engelleyemez.”

(Cağfer Karadaş, Muhyiddîn İbn Arabî ve Düşünce Dünyası, Ankara: Otto Y., 2018, s. 69-70.)

Ehl-i Sünnet, fasıkın arkasında namaz kılmayı caiz görse de (haram olarak nitelendirmese de), kadının namaz imamlığını “sakıncalı” bulur, buna cevaz vermez.

İşte, ehl-i bid’at zampara şarlatanın Ehl-i Sünnet’ten ayrıldığı sayısız meselelerden biri bu.

*

Fetvasına dayanak olarak icat ettiği “fıkıh usulü” ilkesi de çok hoş, “zira kadının kemalinin önünde engel yokmuş”.

Kemalinin önünde engel yoksa tamam, sen imamlığa ehilsin..

Sakal-bıyık traşı gibi dertleri olmayan kadınların ne kemalinin ne de cemalinin önünde engel var.

Feminist zampara şeyhimiz fetvasıyla amel etmiş midir bilmiyoruz, fakat, Mekînüddin’in (kemaline ve cemaline hayran olduğu, “sohbet”inden doya doya istifade ettiği, sayesinde "ilahî aşkı terennüm sembolü"ne kavuştuğu) genç ve güzel kızı Nizam’ın ardında namaz kılmak istemiş olabilir.

Kızın kemali ve cemali, ve muhtemelen eti budu imamlık için yeterli.

Eşşek herif, Allah sevgisini bir erkeğin bir kadına olan meyline benzetme edepsizliğini, manyaklığını ve densizliğini sergileyebiliyor.. Kendi itibarını kurtarmak için Allah sevgisi nosyonunun içine utanmadan def-i hacetini yapabiliyor.

*

Hazır imam bulunca kadın-erkek demeden arkasında hemen namaza durmaya hazır bu zampara şarlatanın, ilim-irfan denilince kadın-erkek ayrımı yapması hiç beklenemez:

“İlim öğrenme hususunda kadın erkek ayrımı yapmayan İbn Arabi, bu çerçeveden olmak üzere, manevi hayatında büyük katkılarının olduğunu belirttiği Endülüs'ün Zeytun beldesindeki Merşane'den Şemsu Ummi'l-Fukara ve İşbiliye'den Fatıma b. Ebi'l-Musenna el-Kurtubi ile görüşmeleri olmuştur.” (Karadaş, s. 34.)

Bu iki yaşlı başlı hanımın onun manevî hayatına katkısı, genç ve güzel Nizam’ın katkısı kadar olamamış, zamparadaki “ilahî aşk” cuş u huruşa gelememiş, ve bu yüzden, onlar için aşk şiiri yazamamış.

Bunlardan Fatıma hanımın durumu şu:

Fatıma binti Ebi Musenna, onun tanıdığı kadınlardandır. İbn Arabi, onun doksan yaşını geçmiş ve yemeğini kendisi yiyemeyecek durumda olmasına rağmen yüz güzelliğinden bir şey kaybetmediğini ve suretinin 'Fatiha' suresini andırdığını belirtir. İbn Arabi’nin onunla görüşmesi ancak doksan beş yaşında gerçekleşmiş olmasına rağmen ondan manevi bakımdan çok etkilendiğini içtenlikle dile getirmesi vefa örneğidir.” (Karadaş, s. 53.)

Yüz güzelliği gibi bir "manevî" zenginliği var, fakat yeterli değil.

Lafa bak, sureti Fatiha Suresi’ne benziyormuş.. Peki kendisinin nursuz suratı neye benziyordu, Fil Suresi’ne mi, Bakara Suresi’ne mi?

Gelelim Şems hanıma:

“'Şems' diye bilinen Şeınsu Ummi'l-Fukara, İbn Arabi'nin tanıdığı kadınlardan biridir. İnsanlara güzel muamelede bulunan ve keşf ehlinden olan Şems'in yanına İbn Arabi, birçok kere gitmiş ve onun manevi birikiminden istifade etmiştir.” (Karadaş, s. 54.)

Hangi “keşf”lerinden nasıl istifade ediyordu, orası meçhul..

Zampara Muhyiddin'e "güzel muamelesi" nasıldı, onu da bilmiyoruz.

*

Mekke’ye gidince de boş durmamış, manevî birikimlerden istifade için kadınların kapısını aşındırmış.

Bunlardan ona en çok maneviyat dopingi yapan, tahmin edilebileceği gibi, genç ve güzel maneviyat harikası Nizam kız. (En çok etkilendiği erkek de, Nizam’ın pederi Mekinüddin Ebu Şuca'.)

Ancak, maneviyat sofrasını zenginleştiren başka kadınlar da var:

“İbn Arabi Mekke'ye 598/1201 yılında gelmiş ve orada kadın­ erkek, edip ve salih birçok ileri gelen insanla tanışmıştır. Bunlar içerisinde onu en çok etkileyen … Mekınuddin Ebu Şuca' … adlı zattır. … "Hicazlıların kadın şeyhi (Şeyhatu'l-Hicaz)" diye tanıttığı Ebü Şuca'nın yaşlı kız kardeşi Fahrunnisa … İbn Arabi'ye umumi bir icazet vermiştir. Sitti Gazale olarak tanınan [bir başka] kadın yine onun Mekke'de tanıştığı kişilerdendir.” (Karadaş, s. 61.)

Adamın hayatı, Kuruluş Ertuğrul dizisinde anlatıldığı gibi kılıç kalkanlı değil.. Böyle "maneviyatlı" birşey.

Mekke’ye gitmeden önceki hayatı hakkında bilinenler de kendisinin anlattıklarından ibaret.. 

Fakat, iddiasına göre, daha çocuk yaşta “ilm-i ledün” sahibi olmuş bir sekizinci dünya harikası.. 

Madem öyleydi de memleketinde niye bir iz bırakamamış; Mekke’ye Endülüs’ten değil de sanki Patagonya’dan gelmiş gibi görünüyor.

*

Adamın palavracı bir şarlatan olduğu kesin.. 

Rasululllah sallallahu aleyhi ve sellem’i “gümüş kerpiç”, kendisini de “altın kerpiç” ilan edecek kadar zıvanadan çıkmış bir haddini bilmez zampara şarlatan.. 

Üstelik bu ahbın kerpiç, kendisini “velilerin sonuncusu” ilan edecek kadar da dengesiz.. Velilik defterini kapatmış, dürüp katlamış, tekeline alıp cebine koymuş, Mehdî’ye bile bir gıdımcık velilik kalmamış..

Bu durumda mesela Nurcu kardeşlerimizin İbn Arabî ile Bediüzzaman arasında bir tercihte bulunmaları gerekiyor.. İbn Arabî’ye itimatları varsa, Bediüzzaman’ın veliliğini hurafe kabul etmek durumundalar.. Yok Bediüzzaman velidir diyorlarsa, İbn Arabî’nin kendisinden habersiz dengesiz bir palavracı olduğuna inanmaları şart.. 

Aynı durum, şeyhlerini gavs, kutub vs. ilan eden zamane cübbeli cübbesiz uzun sakal ve baston dervişleri için de söz konusu.

*

Bu şarlatanın hayatı hakkında şu da söyleniyor:

“… bir yandan ehl-i tarik bir zattan Kur'an merkezli eğitim ve öğretimine devam ederken diğer yandan kötü arkadaşlarıyla birlikte gece eğlencelerine katılmaktadır. Kendi ifadesiyle, bu süreçte Allah, İbn Arabî’ye şeriata riayet etmesini hatırlatır. İbn Arabî afallamış bir halde kaçar ve bir süre inzivada kalır. Yalnızlığı ve uzleti tercih ettiği bu zaman diliminde İbn Arabi fethe nail olur; kendisine ledünni ilim verilir. Bu süreçte İbn Arabî, kendisini Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed (s.a.v)in muhafazası altına girmiş olarak görür (Addas, 2010: 65-66).”

(Yunus Acar, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin Eğitim Anlayışı, Sakarya: Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, doktora tezi, 2023, s. 6.)

Sonradan yazıp çizdikleri gösteriyor ki, bu söylenenlerden doğru olan sadece bir zamanlar kötü arkadaşlarıyla birlikte gece eğlencelerine katılmış olması.

Bilahare bu eğlenceli hayatı "ilahî aşk" formatında devam ettirmenin rafine ve ince yollarını keşfetmiş.

Gençlik tecrübesizliğini atlattıktan sonra avare bir tufeylî olarak “Nerde beleş, orta yerleş” hesabı sağda solda gezip tozmuş, gezgin derviş ayaklarından şurada burada el kesesinden yiyip içerek sürtmüş, nihayet kapağı Mekke’ye atmış.

Sözde çocuk yaşta “keşf” ve “feth”e ulaşmış, “ilm-i ledün”e nail olmuş.. Fakat, düzenli bir medrese eğitimi alanların 20’li yaşlarda icazet alıp “müderris” olabildikleri bir çağda bu feth babası, 37 yaşında geldiği Mekke’de hâlâ basit bir tilmiz..

Hayran olduğu kişi, zengin Mekînüddin’in genç ve güzel, sohbet tutkunu kızı Nizam..

“Bana kime hayran olduğunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.”

*

Bugün yaşıyor olsa Macron'un Paris'te ağırlayıp alnından ve gözünden öpeceği bu zampara şarlatanın sadece kendisini “velilerin sonuncusu” ilan etmiş olması bile, haddini bilmez bir dengesiz palavracı ya da tedaviye muhtaç bir zır deli olduğunun kabul edilmesi için yeterlidir.

Nitekim yaşarken de, öldükten sonra da ciddi tepkiler almış.

Fakat, büyük bir kitle de onu “şeyh-i ekber” ilan etmiş, sözlerine adeta ayet ve hadîs muamelesi yapmaya başlamış, her zırvasına “hikmet” madalyası takmış.

Bunun nedenlerinden birisi, adamın kalemi kuvvetli, şeytanî zekaya sahip cerbezeli bir geveze olması.. Kitaplarındaki felsefî ve edebî, laf cambazlıklarıyla örülü karmaşık üslup, bazılarını büyülemiş.. Okudukları zırvalar kendilerine ne kadar anlaşılmaz görünürse, onlara o nisbette büyük ve derin hikmetler muamelesi yapmışlar.

İkinci neden adamın ruhlar, vahiyler, ilhamlar, rüyalar, keşfler, kerametler hikayeleri anlatarak kendisini ve kitaplarını efsaneleştirmiş olması.. 

Usul ilimlerine vakıf olmayan genel halk kitlesi, bunların dinde delil olamayacağını bilmez, mektep medrese görmüş olanların bazıları da, hüsnüzanda bulunup aldanabiliyor.

Daha sonra gelen başka birileri de, kendilerinden önce yaşamış bu kişilerin safça ve mesnetsiz hüsnüzannına aldanıyor.

Üçüncü bir neden ise, bu sahtekâr zampara şarlatanın milleti ayakta uyutmak için gerektiğinde lafı kıvırması ve yalana başvurması:

“Bazen şatahat türünden aşırı sözler söyleyen İbn Arabi, Afifi'nin dediği gibi eleştiri karşısında hemen bunları te'vil yo­luna gitmiştir. Örneğin Mekke'de tanıştığı bir imamın kızına olan aşkının bir tezahürü olarak kaleme aldığı Tercumanu'l-Eşvak adlı manzum eserine tepkiler gelince hemen bir şerh yazmış ve eserinde söz konusu Nizam adındaki kızın bir sembol olduğunu, burada ilahi aşkın anlatıldığını vurgulamıştır.” (Karadaş, s. 72.)

Sapık soytarı puta secde etse, sembol diyerek ona bir kulp takacak.. Nitekim bu anlama gelen sözleri var.. Bazıları buna “şatahat” diyorlar..

Şatahat lafında bir şatafat var.. Fakat anlamı o kadar gözalıcı değil: Zırva.

Sadece zırva olsaydı belki gülünüp geçilebilirdi de, basbayağı küfür.


İNGİLİZ PİYONU ZAMPARA ATATÜRK'ÜN, İŞVERENİ İNGİLİZ İSTİHBARATI (GİZLİ SERVİSİ) ŞEFİ ROBERT FREW İLE MACERALARI

  Mehmet Hasan Bulut’un “ İngiliz Derviş: Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert ” adlı kitabı (4. b., İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncıl...