“Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız,
“Tufanları gösteren, tarihlerin yâdıyız,
“Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti,
“Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız.
Bu saçma laflar, Harbiye Marşı’nda yer alıyor.
Temiz Türkçe’nin büyük şairi Arif Nihat Asya’nın muhteşem Bayrak
şiirindeki “Seni selâmlamadan uçan kuşun / Yuvasını
bozacağım” mısralarını haklı olarak tenkit konusu yapanların, yukarıdaki
mısraların şiirsellikten nasipsiz kaba gürültüsü hakkında sustukları görülüyor.
Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıymış.. Bir tane yıldırım
yarat da göreyim!
Tufanları gösteren tarihte ise senin ne adın var, ne sanın..
Tufandan bilmem kaç bin yıl sonra tarih sahnesinde boy göstermişsin.
Bütün bunlara bir de, cehennemlere meydan okuyan bir kendini bilmez nobran ve mütekebbir ölümsüzlük iddiası eklenmiş.
Cumhuriyetin ne ile kurulduğu meselesine gelince.. Kanla
kurulduğu doğru, bir de “İhtimal bazı kafalar kesilecek” tarzı irfanla..
*
Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçmişte, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM)
tarafından düzenlenen İnovasyon ve Girişimcilik Haftası Kapanış Töreni’ndeki konuşmasında
şunları söylemişti:
“16 Eylül 1922 tarihli bir ABD gazetesinde, İstanbul, Muhammedi inanışın
merkezi, Atatürk de İslam’ın yeni lideri olarak anılıyor.
İlginç değil mi? Bir yere daha geliyorum, 10 Ekim 1922 tarihli gazete, Mustafa
Kemal’i korkunç Türklerin, en korkuncu olarak nitelendiriyor. Bu haberlerin bugünkülerden farkı var mı? Dün böyle yaptılar, bugün
de aynısını yapıyorlar. Değişen bir şey yok.”
Demek ki,
Türkiye’de olup bitenler Eylül 1922’de Amerika’dan böyle görünüyormuş.
Peki, beş yıl
sonra Amerikan gazeteleri ne yazıyorlardı?
Ve, Amerikan büyükelçileri Atatürk hakkında kendi
devletlerine nasıl rapor veriyorlardı?
İşte size, yıllar
öncesinden bir haber:
Atatürk İslam için ne
düşünüyordu?
06/09/2006
02:00
BÜYÜKELÇİNİN RAPORU
ATATÜRK’ÜN, BİYOGRAFİSİNİ YAZAN ABD BÜYÜKELÇİSİ
CHARLES H. SHERİLL İLE YAPTIĞI SÖYLEŞİ RIFAT N. BALİ’NİN İMZASIYLA TOPLUMSAL TARİH DERGİSİNDE
ÇIKTI.
SHERİLL: ATATÜRK AGNOSTİK OLMADIĞINI ANCAK DİNİNİN
SADECE TEKTANRIYA İNANMAK [DEİZM] OLDUĞUNU SÖYLEDİ. ‘TÜRK HALKI DİNDAR DEĞİL’
SHERİLL, ŞUNLARI ANLATIYOR: ATATÜRK, TÜRK HALKININ BAZI ARAPÇA DUALARIN [SURELERİN] GERÇEK
MANASINI ANLADIĞI ZAMAN TİKSİNECEĞİNİ SÖYLÜYOR.
İSTANBUL – ATATÜRK’ÜN DİN HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİNE IŞIK
TUTACAK YENİ BİR BELGE ORTAYA ÇIKTI. 1932-1933 YILLARINDA ANKARA’DA GÖREV YAPAN
ABD BÜYÜKELÇİSİ CHARLES H. SHERRİLL’İN HAZIRLADIĞI VE ATATÜRK’ÜN KENDİ AĞZINDAN
DİNLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİNİ İÇEREN RAPOR İLK KEZ TOPLUMSAL TARİH DERGİSİNDE ARAŞTIRMACI YAZAR
RIFAT N. BALİ’NİN HAZIRLADIĞI YAZIDA YAYIMLANDI.
BÜYÜKELÇİ, ANKARA’DA GÖREV SÜRESİ BOYUNCA ATATÜRK İLE
YAPTIĞI GÖRÜŞMELERE VE GÖZLEMLERE DAYANARAK ‘A YEAR’S EMBASSY TO MUSTAFA KEMAL‘ ADLI BİR KİTAP
HAZIRLAMIŞTI. ESER İLKİ, 1934 YILINDA ATATÜRK YAŞARKEN, ÜÇ
KEZ TÜRKÇEYE ÇEVRİLDİ. KİTABIN EN İLGİNÇ
BÖLÜMÜ ATATÜRK’ÜN DİNE BAKIŞINI İÇEREN KISIMDI. BU BÖLÜMDE
YAZAR, ATATÜRK’LE YAPTIĞI UZUN BİR MÜLAKATA YER VERMİŞ ANCAK ATATÜRK’ÜN SÖZLERİNİN BİR KISMINI KİTABA ALMAMIŞ BUNU DA “DİN
KONUSUNDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLERİ HUSUSUNDA SÖYLEDİKLERİNİN TAMAMINI BURADA VERMEK
HİÇ DOĞRU OLMAZ” SATIRLARIYLA DİLE GETİRMİŞTİ.
ANCAK SHERİLL, KİTABA SADECE BİR BÖLÜMÜNÜ ALDIĞI
GÖRÜŞMEYİ ÖZETLEYEREK BİR RAPORA DÖKTÜ VE ABD DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI’NA GÖNDERDİ.
ABD DIŞİŞLERİ ARŞİVİ’NDEKİ BU RAPORU, BALİ TÜRKÇEYE ÇEVİRİP TOPLUMSAL TARİH‘E
YAZDI.
AŞAĞIDA, RAPORUN TAM METNİ YER ALIYOR.
ABD BÜYÜKELÇİLİĞİ
Sayı: 423
Ankara, 17 Mart 1933
Konu: Türkiye’de din
MÜNHASIRAN MAHREM [KİŞİYE ÖZEL GİZLİ]
Saygıdeğer
Hariciye Vekili [Dışişleri Bakanı]
Washington
Beyefendi,
Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal ile dün öğleden sonraki üç saatlik
mülakatımda, hakkında yazmakta olduğum biyografinin
sekiz bölümünü birlikte gözden geçirdiğimiz sırada
Türkiye’de din meselesi bahis [konusu] edildi.
İncelememde Türkiye Cumhuriyeti’nde İslam
dininin gelişimi konusuna oldukça yer verdiğime dikkatini
çektim, biyografim için -yayınlanmak veya yayınlamamak kaydıyla- bana söylemek
istediği kadarıyla sınırlı olmak üzere bu mevzudaki görüşünü bilmek istediğimi
belirttim. Sözlerinin hangi kısmının efkârı umumiye(nin)
(bilgisi) [kamuoyu bilgisi] için olduğunu, hangi kısmının olmadığını belirterek mevzu
hakkında teferruatlı bir şekilde konuştu.
Galiba, altı ve yedi yaşındayken annesi
onu bir sıbyan [çocuk] mektebine göndermek istiyordu. Burada öğretmen Kuran dersleri de verecekti. Bu, uzun Arapça
bölümleri ezberlemek demekti. Diğer yandan babası oğlanın din eğitiminin
verilmediği laik bir mektebe gitmesini istiyordu. Her ne kadar sonunda babanın
sözü kabul edildiyse de annesi oğlanı Selanik’te geçerli olan geleneksel tören
eşliğinde sıbyan okuluna gönderdi. Ertesi gün babası oğlanı okuldan aldı ve
laik okula koydu. Buna çok üzülen annesi epey ağladı ve oğlanın teklif etmesi
üzerine sıbyan okulundaki din hocası eve gelip ona Kuran eğitimini verdi. Bu sadece bir ay sürmesine rağmen anneyi tatmin etti.
Bu, ömrü boyunca alacağı tek din eğitimiydi.
‘Beşeriyetin
Tanrı ihtiyacı’
Agnostik [bilinemezci, gerçeğin insan tarafından bilinemeyeceği
inancında olan] olduğuna dair genellikle kabul görmüş inancı, kesinlikle
reddediyor, ancak dininin sadece Kâinat’ın Mucidi ve Hâkimi tek
Tanrı’ya inanmak [Deizm] olduğunu söylüyor [Bu
ifade, peygamberlere ve kitaplara inanmamak anlamına geliyor]. Ayrıca
beşeriyetin [insanlığın] böyle bir Tanrı’ya inanmaya ihtiyacı olduğuna
inanıyor. Buna ilaveten dualarla bu Tanrı’ya seslenmenin beşeriyet için iyi
olduğunu belirtti. Burada duruyor.
Daha sonra teferruatlı bir şekilde neden o kadar inançlı bir Protestan
Hıristiyan olduğumu sordu. Ben de ona, bu raporda yeri olmayan sebeplerimi
söyledim. Sadece bir genel mütalaa söyleyebilirim. Suallerinde [sorularında]
tamamıyla samimiydi, bu da din konusunda yeterince zihin yorduğunu göstermekte.
Daha sonra, 10 yıl önce inşa ettiği yeni Cumhuriyet’in Reisicumhuru olarak
iktidara geldiği zaman İslam dininin durumu hakkında bilgi vermeye başladı.
Şeyh-ül İslam’ı, medreseleri, Mahkeme-i Şer’iyyeleri ve bu mahkemelere riyaset
[başkanlık] eden kadılar, hocalar ve muhtelif dervişler dahil olmak üzere bütün
ruhban sınıfını lağvetmeyi gerekli bulduğunu
söyledi. Osmanlı’da geçerli olan bu ruhban yapıdan geriye kalan, müezzin olarak minarelerden halkı ibadete çağıran ve
camilerde namaz kıldıran imamlardı.
Ona az evvel tasvir ettiği bu yapıyı tamamıyla yok ettikten sonra Türk
gençliği için, şayet kaldıysa, ne tür dini tedrisat [öğretim]
kaldığını sordum. Kifayetsiz [yetersiz] medrese sistemini tüm ülkeye yayılmış
ilk ve ortaöğretim sistemiyle ikame ettiğini ve bu sistemin (talebeyi)
üniversiteye dek götürdüğünü belirtti. Hz. Muhammed’in hayat hikâyesi
ve daha ahlaklı yaşama konusundaki hikmetli
düsturlarla [ilkelerle] dini tedrisat verildiğini,
bu dini tedrisata Yeni ve Eski Ahit‘te [İncil ve Tevrat’ta]
tasvir edilen diğer büyük dinleri ve Budist dini kitapları da dahil
ettirdiğini söyledi.
Daha sonra o ve ben bu modern Türk dini tedrisatı ile Birleşik
Amerika’da ortalama pazar okulunda verilen dini tedrisatı mukayese ettik. Pazar
okullarımızda verilen dini tedrisatın [denginin] cuma sabahları kadınlar tarafından tüm ülkedeki Halk Evleri’nde
verilip verilemeyeceğini sorduğumda böyle bir fikrin muvaffak olacağına dair pek şüpheli göründü, ancak yeni
bir fikir olduğunu ve kaale alacağını söyledi. Bu amaçla kadın öğretmenlerin vazifelendirilmesi fikri ona cazip geldi,
çünkü bu şekilde hocaların erkek partizanları, siyaset veya benzeri muhtemel
başka mesele yaratacak ihtimallerden kaçınılmış olacaktı.
Bursa
hadisesi
Bu çerçevede yakın tarihte olan Bursa hadisesi üzerinde serbestçe
konuştu. Bu hadise Türklerce değil üç yabancı tarafından çıkarılmıştı: Bir Arnavut,
bir Bulgar ve bir Rus. Hatta Üçüncü Enternasyonal tarafından kışkırtıldığını da
ima etti. Muhtemelen sıkıntı verecek bu siyasi hareketi basit bir dil
meselesine, ezanın Arapça yerine Türkçe okunması haline
dönüştürerek gösterdiği siyasi maharetten ötürü kendisine iltifatta bulundum.
Bu sözlerim Kuran‘ın Arapçadan
Türkçeye tercüme edilmesi için nasıl ve neden telkinde bulunduğu konusunda
konuşmasına sebep oldu ve bu mevzuda yepyeni bir ufuk açtı.
Türk
halkının uzun
zamandan beri ezberden okuduğu bazı Arapça duaların gerçek
manasını anladığı zaman tiksineceğini söylüyor. Kuran‘dan alınan bir
Arapça bölüm [Tebbet Suresi] okudu.
Türkçe
Kuran okutma nedeni
Bu
duada [surede] Hz. Muhammed, amcası ile amca kızının [amcasının hanımının] yaptıkları bir
şeyden ötürü cehenneme gitmeleri için beddua eder.* “Düşünen bir Türk’ün böylesi bir duayı okumaktan elde
edeceği dini ilhamı veya dine ilgi göstermesini tahayyül
edebilir misin?” dedi. Bu fikrini geliştirdikçe ben de
gitgide Kuran‘ın Türkçe okunmasını teşvik etmesinin
sebebinin Kuran‘ın Türkler arasında gözden düşmesi olduğu neticesine varıyorum.
Daha sonra umumi ve şaşırtıcı bir beyanda bulunarak Türk halkının gerçekte hiçbir şekilde dindar olmadığını,
aralarından camilere giden az sayıda kişinin alışkanlıktan veya yüksek
sesle söylenen duaların cezbine kapılarak camiye gittiğini
ileri sürdü. Saygılı bir şekilde bu bakışıyla mutabık olmadığımı,
eşimle yaşadığımız tecrübeyi anlattım. İki Türk arkadaşımızın daveti üzerine 23
Ocak’ta Ayasofya Camii’ne gidip Kadir Gecesi’ne şahit olduk. Ona yüzde 20’si
askeri üniformalı 10 bin mümin tarafından doldurulan caminin ne kadar kalabalık
olduğunu, bütün müminlerin tam bir saat Gazi’nin de varlığını kabul ettiği
Tanrı’ya doğrudan yönelttikleri dualarla nasıl yoğun bir şekilde ibadet
ettiklerini anlattım.
Bu kalabalık, bu ibadet ve müminlerin duaya yoğunlaşmaları hususunda
izahat istemem, onun, Türk gençliğinin din hakkında bilgi edinme fırsatı
mevzusunda Türk hükümetinin kısıtlı bir rolü olması gerektiğine dair
kanaatini dile getiren daha fazla beyanatlar vermesine neden oldu. Bu
beyanatlarını bitirdiğinde şimdilik ortaöğretimde ve Dâr-ül-fünûn’un
[üniversitenin] küçük ilahiyat bölümünde üç büyük din [İslam, Yahudilik,
Hristiyanlık] hakkında verilen tarihi tedrisattan fazlasını öğretmeye
inanmadığı sarihti [belirgindi].
Sovyetler
gibi lağvetmeye karşıydı
Ancak Sovyetler’in her türlü dini lağvetme fikriyle kesinlikle mutabık
değil. Bellibaşlı camilerin hükümetçe muhafaza edilmeleri ve amaçları
doğrultusunda kullanılmaları gerektiğinde ısrarlı. Üç büyük dinin
ahlak öğretilerine dinden ziyade ahlak olarak inanıyor.
Bize ihsan ettiği hayırlar için tek Tanrı’ya sık sık minnettarlığımızı
dile getirecek ifadelerin eklenmemesi halinde şahsi dini inancının natamam
[eksik] olacağını söylediğim zaman şaşırdı, ancak alakadar
göründü. Sadece yeni bir fikir olduğundan, bu fikri kaale alacağını söyledi.
Benimle bu konuda daha fazla konuşma arzusunu ifade etti. Bu beni şaşırttı,
zira Yusuf Akçura bey gibi samimi arkadaşları beni
sürekli onunla din hususunda konuştuğum takdirde, Gazi’nin nazikçe
‘dostluğumuz’ olarak adlandırdığı münasebetlerimizin kesinlikle bozulacağı
hususunda ikaz etmişlerdi.
Konuşmamızın bu bölümünün sonunda, daha öncesi bir yabancı ile
hiçbir zaman bu konuda bu kadar etraflı konuşmadığını ve özel dini inançlarını
da hiç dile getirmediğini söyledi.
Saygılarımla
Charles
H. Sherrill
* Bu bölüm, Kuran’ın Tebbet
Suresi’dir. ‘Bismillahirrahmânirrahim. Ebu Leheb’in iki
eli kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli bir
ateşte yanacak. Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip
olduğu halde karısı da (ateşe girecek).’ (R. N. Bali’nin notu)
Elçinin kaleminden
Bursa hadisesi
“…Bursa’da 1 Şubat günü öğleden sonra Evkaf Müdürlüğü önünde toplanan yaklaşık
100 kişilik bir grup Türkçe ezan aleyhinde gösteri yaptı.
Olayı 4 Şubat’ta Afyon’da haber alan Gazi Mustafa Kemal gezi programını iptal
ederek Bilecik üzerinden 5 Şubat’ta Bursa’ya vardı.
İçişleri Bakanı
Şükrü (Kaya) ve Adalet Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşek) beyler de Bursa’ya
gelerek incelemeler yaptı. Mustafa Kemal, Bursa’dan ayrılmadan önce Anadolu
Ajansı’na şu açıklamayı yaptı: “Bursa’ya geldim. Olay hakkında ilgililerden
bilgi aldım. Olay aslında önemi haiz değildir. Herhalde cahil mürteciler Cumhuriyet adliyesinin pençesinden
kurtulamayacaklardır. Olaya bilhassa dikkatimizi çevirmemizin
sebebi, dini, siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeye asla müsamaha
etmeyeceğimizin bir daha anlaşılmasıdır. Meselenin mahiyeti esasen din değil,
dildir. Kati olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin milli dili ve milli
benliği bütün hayatına hâkim ve esas kalacaktır.”
Kazanlı Tatar
İbrahim’in başını çektiği olay, Bursa Ulucami müezzininin vazifesi başına
gelmemesi üzerine Halil adında birinin ezanı Türkçe yerine Arapça okuması ve
sivil polis memuru Hamdi Efendi’nin müdahalesi sonucu çıktı. Tatar İbrahim’in
kışkırtmasıyla cami cemaatinden bir grup, “Dinini seven bizimle gelsin” diyerek
Evkaf Müdürlüğü’ne doğru yürüyüşe geçtiler.
Vilayet Konağı
önüne gelen kalabalık, zabıta kuvvetlerince dağıtıldı ve tahrikçiler yakalandı.
23 kişinin yakalandığı olaydan sonra Bursa Ulucami hatibi Hafız Tevfik Efendi
de İstanbul’da tutuklanarak Bursa’ya gönderildi. Ankara’ya dönen Adalet ve
İçişleri Bakanları, Bursa’daki incelemelerini ve aldıkları tedbirleri Bakanlar
Kurulu’na bildirdiler.
13-14 Şubat’ta soruşturma sona erdi. Aralarında Bursa müftüsü
Nureddin Efendi, Ulucami hatibi Hafız Tevfik Efendi ve fabrikatör Gaffarzade
Mehmet Efendi’nin de bulunduğu 24 sanık, 15 Şubat’ta Bursa Ağır Ceza
Mahkemesi’ne sevk edildi. Daha sonra tutuklu sanıkların Çorum’a nakledilmesi
emri geldi. Bursa olayı davası Çorum’da görüldü ve 1 Mayıs’ta karar açıklandı.
Dört kişi beraat ederken, beş kişi ikişer yıl ağır hapis, yedi kişi birer yıl
ağır hapis, yedi kişi de beş ay ağır hapis cezasına çarptırıldı. Bursa
müftüsü Nureddin ve kâtibi Kamil efendiler, 12 Haziran’da beraat ettiler.
Bursa olayının ardından İzmir ve Salihli’de de Türkçe ezan okumamakta direnen
dört imam ve müezzin tutuklanarak mahkemeye sevk edildi.”
(http://www.radikal.com.tr/turkiye/ataturk-islam-icin-ne-dusunuyordu-791000/)
*
Erdoğan 1922 tarihli basit bir gazete haberine değil, bu resmî rapora baksa daha iyi olur.
Büyükelçi’nin
bu raporu doğruysa (ki doğru olmaması için bir neden yok, çünkü Atatürk’le
bizzat görüşüp hayat hikâyesini yazmış, kitabı Atatürk döneminde Türkçe’ye
tercüme edilmiş), Atatürk’ün dinî konularda çok bilgisiz kalmış olduğu
anlaşılmaktadır.
Öte yandan,
Büyükelçi’nin “… ben de gitgide Kuran‘ın Türkçe okunmasını
teşvik etmesinin sebebinin Kuran‘ın Türkler arasında gözden düşmesi
olduğu neticesine varıyorum” şeklindeki ifadesini, Kâzım Karabekir Paşa’nın şahitliği doğrulamaktadır.
Uğur Mumcu’nun
“Kazım Karabekir Anlatıyor” adlı kitabında
naklettiği gibi, Mustafa Kemal, Karabekir’e Kur’an için “Arap oğlunun yâveleri”
diyebilmiştir.
Bu kadar yakışıksız,
ölçüsüz, çirkin ve seviyesiz bir dil kullanabilmiştir.
Kur’an‘a, yani Allahu Teala’nın kitabına, Hz. Peygamber
s.a.s.’e, yüz milyonlarca müslümanın inancına, bu milletin mukaddesatına hakaret edebilmiştir.
Kâzım Karabekir
Paşa’ya karşı böyle konuşabilen bir adamın elin gâvurunun yanında Yunus Emre
gibi sofu olmayacağı malumdur.
*
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan
bir yazısında bu Sherrill’in açıklamalarına atıfta bulunmuştu. Önce, bizzat
kendisinin şahit olduğu Atatürk’ün (din ve vicdan hürriyetini, insanlık
şerefini ve haysiyetini ayaklar altına alan) İslam karşıtı politikalarının yol
açtığı zulümlere dikkat çekmişti:
Demir perde
gerisinde bir zamanlar Kur’an’ın bulundurulması da yasaklanmıştı. Perde
yıkılınca ilk ziyaretimizde bolca Mushaf götürmüştük. Bunları Mushafsız kalan
Müslümanlara dağıtırken gözyaşlarımızı tutamadığımız hatıralar yaşadık.
Türkiye’de ise
Mushaf (Kur’an-ı Kerim) bulundurmak yasaklanmadı, ancak Kur’an’ı okutmak ve öğretmek yasaklandı. 1940’lı yıllarda
mahallelerde bazı kadın hocalar ablalarımıza Kur’an okumayı öğretirlerdi, ama
bu yasaktı, ikide birde o evler basılır,
suç aleti Mushaflar ve cüzlere el koyulur, hoca kadınlara da eziyet edilirdi.
O yıllarda çocuk yaşta iken ben bunları
gördüm ve yaşadım.
1950’den önce
Arapça öğrenmek üzere Kur’an kursu hocama müracaat ettim, “Arapça dersi vermek yasaktır, ben memurum, ekmeğimden olurum, filan
hoca bakkallık yapıyor ve gizli olarak da Arapça okutuyor, ona git” dedi. O
hocaya gittim, “Bir sarf cümlesi (Arapça gramer kitabı) bul da gel” dedi, üç
gün Çorum’u altüst ettim, yaşlı veya vefat etmiş hocaların çocuklarına
başvurdum, böyle bir kitap bulamadım. “Sizin
babanız, dedeniz medrese hocası idi, onun kitapları nerede?” diye sorduğumda,
“Korkudan gömdük, yok ettik” diye cevap verdiler.
Yasağa rağmen
ezanı aslına uygun olarak okumaya devam eden köylere bir memur geldiğinde
korkudan ezan Türkçe okunur, Mushaf ve
din kitapları da saklanırdı.
(http://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettinkaraman/elmalili-tefsirini-kim-yaptirdi-2040238)
*
Karaman genel
durumu bu şekilde kendi yaşadıklarından hareketle özetledikten sonra sözü
Kemalistlerin çok istismar ettikleri “Elmalılı tefsiri” meselesine getiriyor:
Peki genel
durum böyle iken Elmalılı M. Hamdi Yazır’a Kur’an tefsiri, Mehmed Akif’e de
Kur’an tercümesi vazifesini kim, niçin verdi?
Elmalılı Hamdi Yazır’ın
Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Buhari-i
Şerif’in ve dini kitapların Türkçeye çevrilerek yayınlanması; 1. Meclis’in “sarıklıları” arasında
sayılan Eskişehir Mebusu Abdullah Azmi Efendi’nin meclise verdiği 21.02.1341
tarihli takrir ile mümkün olabilmiştir.
10 Ekim 1925
tarihini taşıyan orijinal belgeye göre Diyanet İşleri Başkanlığı’nca, Mehmed
Akif ve Elmalılı Hamdi Yazır’a, hizmetlerine karşılık biner lirası peşin olmak
üzere 6 bin lira ödeme yapılacağına dair Beyoğlu 4. Noteri’nde yapılan, altında
Mehmed Akif ve Elmalılı Hamdi Yazır’ın yanı sıra Diyanet İşleri Riyaseti adına
Aksekili Ahmed Hamdi Efendi’nin imzaları bulunan sözleşme vardır. Yani parayı
Diyanet ödemiştir. (Kadir Çandarlıoğlu, Belgelerle Gerçek Tarih).
M. Kemal’in Kur’an’ı
başkalarına tercüme ettirmek istemesinin asıl sebebini ise iki tanıktan dinleyelim:
1932-1933
yıllarında Ankara’da görev yapan ABD
Büyükelçisi Charles H. Sherrill’in hazırladığı ve Atatürk’ün kendi ağzından
dinle ilgili görüşlerini içeren rapor ilk kez Toplumsal Tarih
dergisinde araştırmacı yazar Rıfat N.
Bali’nin hazırladığı yazıda yayımlandı. Konumuzla ilgili kısım şöyle:
“Bu sözlerim Kur’an’ın Arapçadan Türkçeye tercüme
edilmesi için nasıl ve neden telkinde bulunduğu konusunda konuşmasına sebep
oldu ve bu mevzuda yepyeni bir ufuk açtı. Türk halkının uzun zamandan beri
ezberden okuduğu bazı Arapça duaların gerçek manasını anladığı zaman
tiksineceğini söylüyor. Kur’an’dan alınan bir Arapça bölüm okudu (Tebbet
suresini okumuş). Bu duada (surede) Hz. Muhammed amcası ile amca kızının
yaptıkları bir şeyden ötürü cehenneme gitmeleri için beddua eder. ‘Düşünen bir
Türk’ün böylesi bir duayı okumaktan elde edeceği dini ilhamı veya dine ilgi
göstermesini tahayyül edebilir misin?’ dedi. Bu fikrini geliştirdikçe ben de
gitgide Kur’an’ın Türkçe okunmasını teşvik etmesinin sebebinin Kur’an’ın
Türkler arasında gözden düşmesi olduğu neticesine varıyorum” (Radikal,
06/09/2006).
Kâzım Karabekir Paşa’dan:
“…Ziyafete M.
Kemal Paşa da, ben de davet edilmiştik. Vekillerden kimse yoktu. Hayli geç
gelen M. Kemal Paşa Heyet-i
Ilmiye’nin şimdiye kadarki mesaisi ile ilgili görünmeyeni ‘Kur’ân’ı
Türkçeye aynen tercüme ettirmek’ arzusunu ortaya attı. Bu
arzusunu ve hatta mücbir (zorlayıcı) olan sebebini başka muhitlerde
(çevrelerde) de söylemiş olacaklar ki, o günlerde bana Şeriye Vekili Konya Mebusu Hoca Vehbi Efendi vesair
sözüne inandığım bazı zatlar şu malûmatı vermişlerdi:
“Gazi M. Kemal, Kur’an-ı Kerim’i bazı İslâmlık aleyhtarı züppelere tercüme
ettirmek arzusundadır. Sonra da Kur’an’ın
Arapça okunmasını namazda dahi men ederek bu tercümeyi okutacak. O züppelerle de işi alaya boğarak aklınca
Kur’ân’ı da İslâmlığı da kaldıracaktır. Etrafında böyle bir muhit
kendisini bu tehlikeli yola sürüklüyor.”
(Yani M.
Kemal’in bir meal -tefsir değil- yaptırmak istemesiyle, Meclisin de
ondan bağımsız olarak bir tefsir/meal yapımı için takrir vermesi ayrı
şeylerdir.)
“Bazı
yeni simalardan da bahsettikleri gibi bu akşam da bu fikre mumaşaat eden
(beraber olan) bazı kimseler görünce bu tehlikeli yolu önlemek
için M. Kemal Paşa’ya şöyle cevap verdim:
“Devlet reisi sıfatıyla din işlerini kurcalamaklığınız
içerde ve dışarıdaki tesirleri çok zararımıza olur. İşi alâkadar makamlara bırakmalı. Fakat rastgele, şunun bunun
içinden çıkabileceği basit bir iş olmadığı gibi kötü politika zihniyetinin de
işe karışabileceği göz önünde tutularak içlerinde Arapçaya ve dinî bilgilere de hakkıyla vakıf değerli şahsiyetlerin de
bulunacağı yüksek ilim adamlarımızdan mürekkep bir heyet toplanmalı ve
bunların kararına göre tefsir mi, tercüme mi yapmak muvafıktır, Ona göre
bunları harekete geçirmelidir.
M. Kemal, “Din
adamlarına ne lüzum var? Dinlerin tarihi malûmdur. Doğrudan doğruya tercüme
edivermeli…” fikrini ortaya atınca buna karşı şöyle konuştum:
“Müstemlekeleri
(sömürgeleri) İslâm halkıyla dolu olan bu milletler kendi siyasî çıkarlarına
göre Kur’ân’ı dillerine tercüme ettirmişlerdir. İslam dinine ve Arap diline
hakkıyla vakıf kimselerin bulunamayacağı herhangi bir heyet bu tercümeyi,
meselâ Fransızcadan da yapabilir. Fakat bence burada Maarif (öğretim ve eğitim)
programımızı tespit etmek için toplanmış bulunan bu yüksek heyetten vicdanî
olan din bahsinden değil, ilim
cephesinden istifade hayırlı olur. Kur’an’ın yapılmış tefsirleri var,
lazımsa yenisini de yaparlar. Devlet otoritesini bu yolda yıpratmaktansa millî
kalkınmaya hasretmek daha hayırlı olur.”
M. Kemal Paşa, beyanatıma
karşı hiddetle bütün zamirlerini
(içyüzünü) ortaya attı: “Evet
Karabekir! Arap oğlunun (haşa
Peygamberimizin) yavelerini (saçmalıklarını/ yalanlarını) Türk oğullarına
öğretmek için Kur’ân’ı Türkçeye
tercüme ettireceğim. Ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler…”
Kaynaklar:
Kâzım
Karabekir, Kâzım Karabekir Anlatıyor, Yayına Hazırlayan: Uğur Mumcu, Tekin
Yayınevi, Ankara 1993, sayfa 93, 94. M. Armağan, Karabekir’in Gözüyle Kurtuluş
Yılları (1922-1933) Kızıl Pençe, İst. 2013, s. 101-103)
*
Atatürk’e göre, Türk halkı Kur’an’ın manasını anlayınca
ondan tiksinecekmiş. Peki kendisini olduğu gibi tanıyınca tiksinmeyeceğinden
emin miydi?.
Kendisi baştayken aleyhinde konuşulmasına, gözünün üstünde kaşın var
denilmesine izin vermiyordu, fakat kendisinden sonra gelenlerin, milletin onu
tanıması durumunda ondan tiksineceğini düşündükleri anlaşılıyor.
Öyle olmasa, hakkında koruma kanunu çıkarılmazdı.
Atatürk’ün bu lafını aktaran ABD büyükelçisine göre, onun “Kur’an
anlayışı” buymuş.
Ve ayrıca, onun aktardıklarından şu da anlaşılıyor ki, Atatürk’ün din anlayışı, “dinin ahlâka
indirgenmesi”nden ibaret.
Ancak bu, öylesine sıradan ve alelade bir indirgeme de değil.. Şeriat'e karşı konumlandırılarak, Şeriat'i doğrudan ya da dolaylı olarak hedef tahtasına koyarak indirgeme..
Günümüzün “arkadan kurmalı” sahte(kâr) şeyhlerinin, tarikatçılarının,
sözde yazar çizer şaklabanların “Şeriat’e karşı ahlâk” edebiyatı yapmalarının
ardındaki saiklerden biri de bu: Dini Atatürkçü indirgemeciliğe göre “anlama”
ve yorumlama.
*
Kâzım Karabekir
Paşa’ya karşı böyle konuşabilen bir adamın elin gâvurunun yanında Yunus Emre
gibi sofu olmayacağı malumdur.
Evet,
Büyükelçi’nin de naklettiği gibi, Mustafa Kemal’in bütün dinî eğitimi küçük çocukken anasının zoruyla aldığı (bir aylık)
basit ve yüzeysel bir din dersinden ibaret.
Zübeyde
Hanım’ın baskısıyla küçük yaşta anlamadan biraz Kur’an okumuş ve orada kalmış.
Daha sonra
da, Kur’an‘ı anlamak için kafasını yorma zahmetine
katlanmamış.
Bu, Tebbet Suresi hakkındaki yorumundan anlaşılıyor.
Sadece on
saniye düşünme zahmetine katlansaydı, bedduanın zayıflar
tarafından güçlüler için yapılabileceğini, güçlülerin zayıflar hakkındaki
benzer ifadelerinin ise hüküm ve takdir anlamına
geleceğini idrak edebilirdi.
Bir köle, bir
vali için “Canın çıksın!” derse, bu,
beddua olur.
Bunu,
mesela Fatih, Timur ya da Cengiz gibi bir hükümdar söylerse,
o vali hakkındaki fermandır.
İdam edilir.
Fatih, Çandarlı
Halil Paşa’yı idam ettirmişti. Öldürttüğü tek sadrazam (başbakan) da o
değildir.
*
Selanikli Mustafa Atatürk’ün hem karakter düzeyi hem de zekâ seviyesi buradan anlaşılabilir..
Kurnaz ve hilekâr, fakat düşünce adamı değil..
Ona izafe edilen
birkaç hikmetli söz de sağdan soldan çalıp çırptığı genel geçer, herkesin bildiği türden doğrular.
Kendi lafları
saçmalığın daniskası.. Mesela “Bir Türk
dünyaya bedeldir” zırvası.. Bu hesaba göre Vahideddin dünyaya bedel..
Damat Ferit de
öyle.
Bir de idam
ettirdiği Türkler var.. Demek ki dünyalara bedel insanları idam ettirmiş.
Sözü uzatmaya
gerek yok, zırvanın tevili olmaz.
Bir başka zırvası: “Ben manevi
miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum.
Benim manevi mirasım bilim ve akıldır.”
Tabiî kimse
çıkıp buna “Lan sen kimsin ki ayet bırakacaksın?! Ayet bırakmak senin haddine
mi dangalak?!” diyemediği için işkembeden üfürmüş.
Hiçbir dogma,
hiçbir kalıplaşmış kural bırakmamışmış, fakat hâlâ birileri bunun saçma sapan
ilke ve inkılaplarının “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi
edilemez”liğinden bahsediyor.
*
Palavraya bak,
manevi mirası bilim ve akılmış..
Sanki kendisi bilim adamı, bilim diye birşeyi ilk icat edip insanlığa armağan eden bulunmaz Hint kumaşı.. Bilim nerden senin mirasın oluyormuş, sahip olmadığın birşeyi nasıl miras bırakabiliyorsun?!
Sen bilimi miras bırakmasan bilim diye birşey
kalmayacak, seninle mezara mı gidecekti hadsiz?!
Akıl da sanki
bunun tekelinde.. Bu, aklı miras bırakmasa sanki herkes akılsız kalacaktı.
Evet, vecize
diye bu saçmalıkları miras bırakmış.
Aldığı soyadı
da bilim, akıl ve nezaket (ahlâk) açısından sorunlu.. Torun Türk olduğu halde
kendisini “ata Türk” olarak adlandırmış.. Böylece kendisini palavra kabilinden
yüceltip milleti aşağılamış, bir bakıma “Hepinizin ninesini gördüm” diyerek
hakaret etmiş, fakat farkında değil.
Hani
“Babatürk” soyadını alsa gene anlaşılabilir bir tarafı olabilirdi, “Falan baba
adamdır” türünden ifadelerde geçtiği gibi adlandırmanın mecazî bir boyutunun
bulunduğu düşünülebilirdi, “Atatürk”te o da yok.
Bu ismi alarak
sadece yaşayan ve o gün için kendisinden yaşlı olan insanları değil, aynı
zamanda tarihteki Satuk Buğra Han, Selçuk Bey, Alparslan, Noyan Han, Osman
Gazi, Orhan Gazi, Fatih Sultan Mehmed gibi isimleri de aşağılamış oluyor.
Böyle bir saçmalığı dünyanın hiçbir yerinde hiçbir devlet adamı yapmış değil. Ne Lenin “ata Rus” olduğunu iddia etti, ne Mao “ata Çinli” olduğunu söyledi, ne Washington “ata Amerikalılık”tan söz etti, ne Hitler “ata Alman” olduğunu söyleme tuhaflığı sergiledi..
Böyle akla, bilime ve ahlâka aykırı bir
adlandırmayı kendisi için yapma acayipliğini bir tek bizim Selanikli gösterdi.
*
Selanikli
Mustafa Atatürk, hem din cahili hem de akl-ı selîm bakımından yetersiz olduğu
için Tebbet Suresi’ndeki inceliği anlayamadığı gibi, aynı zamanda müslüman Türk
milletine hakaret ve ihanet anlamına gelen bir densizlik yapmış, elin
Kızılderili katili emperyalist Amerikan gâvurunun büyükelçisinin önünde kendi
milletinin mukaddesatını, manevî değerlerini, tarihini, kültürünü ve
medeniyetini aşağılamış.
Türk milletini
temsil makamındaki adamın yaptığı densizliğe bakın!
Fakat, bu sureyi kafaya takmış olması normal, çünkü
savunduğu ırkçılığın hiçbir kıymet-i harbiyesinin bulunmadığını, i’rabta
mahallinin olmadığını ortaya koyuyor. Kur’an’da
ismi anılan tek Mekkeli müşrik, Ebu Leheb’dir, yani Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem’in amcası.
Yine, ismi anılan tek sahabî de, Kureyş’ten
olmayan eski bir köledir. Zeyd r. a..
*
Evet, Tebbet
Suresi, Kur’an‘ın mucizelerinden
biridir. Allahu Teala’nın Ebu Leheb hakkındaki hükmünü/takdirini
bildirir (Ondan ve aile fertlerinden çok büyük eziyet gören Resulullah s.a.s.’i teselli için): Bu
dünyada eli kuruyacak, ahirette ise ateşe atılacaktır.
Nitekim Ebu
Leheb, elleri kuruyup (işlevsiz hale gelip) cesedi kokarak ölmüş, cesedine yaklaşamadıkları için
defnedememişler, üzerine duvar yıkmışlar, mezarı o duvar yıkıntısı olmuştur.