Nasıl İbn Teymiyye ile Muhammed bin Abdülvehhab’ın bazı hatalı ya da yanlış
anlaşılmaya elverişli düşünceleri selefîliği itidal çizgisinden
uzaklaştırmışsa, İbn Arabî’nin vahdet-i vücutçuluğu da tasavvufu aslî
mecrasından koparıp dalalet için verimli bir arazi haline getirmiş durumdadır.
Bu münbit toprağı ekip biçmek isteyen İngilizler’in bir The Muhyiddin
Ibn Arabi Society kurup İspanya ve ABD’de şubelerini açmaları, dünyanın
parasını harcayıp geniş bir kütüphane kurmaları, periyodik biçimde uluslararası İbn Arabî
sempozyum ve panelleri düzenlemeleri, İbn Arabî araştırmaları dergisi
yayınlamaları, İslam ülkelerindeki akademisyenleri İbn Arabîci hale gelmeleri
için “yemlemeleri” sebepsiz değildir.
Buna bağlı olarak İslam dünyasındaki laikleşmiş yönetimler de İbn Arabî’yi ve kitaplarını gündeme getirmeye uğraşmakta, gizli servislerinin paravan yayınevleri (ya da "angaje" editörleri) vs. vasıtasıyla piyasaya İbn Arabî pompalamaktadırlar.
(Selefî olduklarını söyleyenlerin ardında Suud sermayesini, Humeyni vs. sempatizanlarının gerisinde de İran desteğini görenlerin, örtülü bile değil açık İngiliz, Amerikan, Vatikan vs. desteği söz konusu olduğunda lâl ü ebkem kesilmeleri, Batı kökenli vakıfların [Ki gizli servis bağlantılı olmamaları ihtimali çok çok düşüktür] kültürel faaliyetlerini hoşgörüyle karşılamaları manidardır.)
*
Prof. Dr. Cağfer Karadaş, “Muhyiddin İbn Arabî’nin
İtikadı” başlıklı makalesinde, “Yeni Platonculuğun kurucusu
Plotinus’un ‘Bir‛, ‚akıl (zeka)‛, ve ‚nefs (ruh)‛ görüşü
ile İhvan-ı Safa’nın ontolojik hiyerarşi anlayışları neredeyse İbn
‘Arabî’de aynen tekrarlanmaktadır” diyor. (Bkz. Tasavvuf, yıl: 9 [2008], sayı: 21, ss. 67-94.)
Evet, neredeyse aynen..
Keşf/mükaşefe, ilham, rüya vs., itikadî
konularda delil olmamakla birlikte, İbn Arabî’nin metafizik zırvaları aslında, zannedilenin aksine, keşf ürünü de
değildir.
Önemli
ölçüde, Eflatun‘un izleyicisi Plotinus’a dayanır..
Çorbada İhvan-ı Safa’nın da tuzu var.
İbn Arabî’nin itikadı Ehl-i Sünnet itikadı değildir.
*
Plotinus’un ontolojik hiyerarşisi (varoluşsal
aşamalar, varlıksal sıralama) şöyle: Tanrı, Zekâ, Ruh, Madde.
İhvan-ı Safâ Risaleleri‘nde (Eski
Yunan düşüncesini de içeren ansiklopedik bir derlemedir), zekâ yerine aynı anlamda “Küllî
faal akıl”, ruh yerine de “Nefs-i küllî” kavramı
kullanılıyor.
Madde kavramı ise üç başlık altında ele alınıyor:
Heyulâ (İlk madde), Tabiat, Mutlak Cisim.
(Heyula kavramı da Eski Yunan icadı.)
*
İbnü’l Arabî’de zekâ, “akl-ı evvel”
oluyor.
İhvan-ı Safâ’nın nefs-i küllî kavramına hiç dokunmuyor, aynen alıyor.
Heyula yerine heba kavramını icat etmiş; tabiat
kavramı yerini koruyor, mutlak cisim ise, anlam değişmeyecek şekilde
farklı bir isimlendirmeyle cism-i küllî’ye dönüşüyor.
Tekrar edelim, vahdet-i vücutçuluk keşfe/mükaşefeye
değil (Ki keşf ve ilham, itikad alanında delil olmaz), Eski Yunan geleneğine
dayanan bir felsefeden ya da kuruntudan ibarettir.
Keşf olsaydı bile bir kıymeti yoktu, fakat keşf bile değil.
Batıl bir felsefî geleneğe (ya da kuruntuya) dayanmaktadır.
*
Ehl-i Sünnet, “vücud”u Allahu
Teala’nın zatî sıfatları arasında sayar. (Vücud, varlık demektir, beden değil.)
Bir başka zatî sıfatı muhalefetün li’l-havadis’tir,
sonradan olan şeylere benzememek..
Sonradan olan şeylere benzememek, Allahu Teala’nın
zatı değildir, zatına ait bir sıfatıdır.
Vücud da aynı şekilde Allahu Teala’nın zatı değildir, zatına ait bir sıfattır.
Vahdet-i vücudçulukta ise, vücud, Allahu Teala’nın
sıfatı olmaktan çıkmakta, bizzat kendisi olmaktadır.
*
İmam Matüridî rh. a. İbn Arabî’den önce yaşadı.
Dolayısıyla onun görüşleri hakkında ona atıfla yapılmış herhangi bir değerlendirmesi yok.
Fakat, İbn Arabî’nin izinden gittiği felsefecilere ve ayrıca benzer görüşleri
savunan Batınîlere yönelik eleştirileri var.
Mesela, heyula, akl-ı evvel (birinci akıl) vs.
kavramlarını şu şekilde değerlendirmektedir:
… onlar, zatı itibariyle arazlara
mahal teşkil etmekten ve cevher statüsünde bulunmaktan münezzeh olan varlığı [Yaratıcı'yı] cevher konumuna getirmişler, sonra ondan bir cevher (birinci akıl),
ardından da birden fazla cevherler (ikinci akıl vb.) üretmişlerdir;
sonra da bu varlık başlangıç halinden hiçbir eser kalmayacak bir konuma
gelmiştir.
Tabiatın yönetiminin kendisine bağlı
bulunduğu kadîm [varlığının başlangıcı olmayan, yani Allahu
Teala] ve hâdis [sonradan olan] varlıklar
namına ortada sadece cevherler ve arazlar kalmış, bu niteliği taşımayan
varlık [Allahu Teala] ise silinip gitmiştir.
Bu telakki âlemin aslının
faniliğine [yokluğuna] götürdüğü gibi
kendi başlarına varlıklarını hissettiremeyen arazların yenişine ve yok edişine
maruz kalan bizatihî kadîmin de [kendi zatıyla kadîm
olanın, zatı itibariyle başlangıcı olmayanın, Allahu Teala’nın da] imkânsızlığı
sonucunu doğurur .
(Ebu Mansur el-Matüridî, Kitabü’t-Tevhîd,
çev. Bekir Topaloğlu, 7. b., İstanbul: İSAM, 2015, s. 233.)
Vahdet-i vücutçuların anlayışı çerçevesinde varlığına inanılan (ve arazlara mahal olan, değişime uğrayan) bizatihî kadîm, gerçekte bizatihî kadîm olamaz, bizatihî kadîm olmanın şartlarını taşımamaktadır.
“Değişikliğe uğramaktan münezzeh bizatihi kadîm yaratıcı”nın
mahluku olmayan bir âlemin kendiliğinden var olması ve bu şekilde ortaya çıkabilmesi de aklen
muhaldir.
*
İmam Matüridî şunu da söylemektedir:
… Şunu belirtmek gerekir ki bir şeyi
zihinde canlandırmak, onu kendisine ait duyunun önceki idraki ile –duyumun
halen bulunmaması pozisyonunda- şekillendirmekten ibarettir, bunu yapacak kişi
idrak halini zihninde canlandırır, yahut da nesnenin benzerini zihninde
şekillendirir.
Yüce Allah duyular yoluyla
bilinmeyen, ve tanınan âlem içinde benzeri bulunmayan bir varlık olduğuna göre, O’nun yaratma eylemini zihinde canlandırıp şekillendirmek
imkân dahilinde değildir. (s. 266-7)
Mesela gül kokusunu zihnimizde canlandırmayı ele
alalım.
Bunun için koklama duyumuza ait daha önceki idrakten
yararlanır, bunu zihnimizde tekrar canlandırırız.
Hayatımız boyunca hiç gül kokusuna rastlamamışsak,
zihnimizde canlandırmamız mümkün olmayacaktır.
Bir başka örnek:
Doğuştan kör olan bir insanın renkleri zihninde canlandırması imkânsızdır.
Bunu yapmayı denediğinde renkleri diğer
duyularının (işitme, tatma, koklama, dokunma) algılarına benzetmek durumundadır.
*
İbn Arabî’nin Plotinus’tan arakladığı “sudûr” zırvası ise, mahlukatın yaratılışına “duyulur
(duyularla algılanan) âlemde olana benzer” bir açıklama getiriyor.
Yani, onlara göre, yaratmanın mahiyeti
sudûrdan ibarettir.
Her ne kadar vahiy yani kutsal kitaplar ve
peygamberler bu sudûrdan bahsetmemişlerse de, filozofların vahiyden daha
“doğru” olan metafizik açıklamaları
bu “hakikat”i anlamamızı sağlamıştır.. Onlara göre böyle.
Haşa Allahu Teala’nın “Ol!” demesiyle
yaratılma diye birşey yoktur. Sudûr vardır.
Haşa Allahu Teala nasıl yarattığını bilmemektedir,
bunu bilenler, Eski Yunan'ın müşrik metafizikçileridir.
Bu filozofların yaratmanın mahiyetini anlayamama gibi
bir acziyetlerinin olması mümkün değildir.
*
İbn Arabî denilen herzevekil, İmam-ı Rabbanî ile Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin dikkat çekmiş olduğu gibi, (filozof olsun olmasın) insandaki bu acziyetin farkına varmanın bir idrak olduğunu söyleyen Hz. Ebubekir r.a.’i cahillikle suçlayıp aşağılayabilmiş biri.
Kendisi âlim, çünkü Eflatun ve Plotinus’tan “hakikat”i
öğrenmiş, hocası Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem olan Sıddîk-i Ekber ise cahil..
Çok mütevazı bir adam olduğu için de, kendisinin altın
kerpiç, hatemü’l-evliya vs. olduğunu iddia edebilmiş bir sözde mahviyet abidesi.
Adam ne Hz. Ebubekir'i tanıyabilmiş, ne de kendisini, kendi nefsini.. Allahu Teala'yı nerden tanısın!
(Şu insanlara şaşılır ki, Allahu Teala hakkında ileri geri konuşulmasından rahatsız olmaz, bunu dert etmez, önemli birşey olarak da görmezler de, İbn Arabî gibi "masum" olmayan bir herzevekil kul hakkında olumsuz birşey duyduklarında neredeyse "çarpılacaklarını" zannederler.)
*
İmam Matüridî, meseleyi şu şekilde özetlemektedir:
Tekvinin (yaratmanın) mahiyetini beşer
idrakinin kavraması mümkün değildir. Bununla birlikte dile
getirilebilecek en kolay anlatımı “ol” demekten ibarettir. …
Ne var ki insanların kavrayış gücü fâilini meşgul edip yormayan [ol demekten ibaret olan] bir tekvin eylemini anlamaktan
acizdir. Bütün güç ve kudret Allah’a
aittir.
Tekvin [konuyla ilgili düşünce] ne kadar
derinleştirilirse derinleştirilsin nihai noktasına ulaşılması [anlaşılması] mümkün olmayan bir konudur.
Burada değindiğimiz kadarının zeki
ve anlayışlı kimsede bir kanaat meydana getireceğini umarız. (s. 103-4)
İmam Matüridî, geri zekâlı ve anlayışı kıt kimseler için yazmıyor. Onlara İbn Arabî’nin takipçiliği düşüyor.
*
İmam Matüridî şunu da diyor:
“İslam’a mensup olan âlimler
kulların (ihtiyarî) fiilleri hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. a)
Bazı âlimler kulların fiillerini mecazî olarak kendilerine, hakikat
manasında ise Allah’a izafe etmişlerdir; …
“… Bize göre kullara hakikat
manasında fiil nisbet etmek gereklidir, bu husus nakil [Kur’an ve
Sünnet], akıl ve inkâr edenin ‘gerçeğe karşı bile bile direnen kimse’
durumuna düşeceği zaruri bilgi ile sabittir.” (s. 343-6.)
İmam rh. a.’in sözünü ettiği bu zarurî bilgi
ile herkes, kendisinin Allahu Teala’nınkinden ayrı ve gerçek bir varlığının
bulunduğunu bilir.
Aynı şekilde herkes, zaruri bir bilgi ile, fiillerinde
tercih hürriyetine sahip bulunduğunun, hür iradeye sahip olduğunun
farkındadır.
Bu zarurî bilgiden dolayıdır ki hiç kimse, “Ben,
ben miyim?” diye sormaz, ve kendisinin kendisi olduğuna dair herhangi bir
delil ve şahit aramaz.
Bu, zaruri bilginin ta kendisidir.
*
İmam rh. a. sözlerini şöyle sürdürüyor:
Naklî [Kur’an
ve Sünnet’e dayanan] deliller iki gruptur:
(İlki) Fiilin emredilmesi
veya yasaklanması, ikincisi de fiile azap veya mükâfat
bağlanması….
İhtiyarî fiillerin yüce Allah’a da
izafe edilişi onların kullara aidiyetini ortadan kaldırmaz. Fiiller, mahiyetleri
itibariyle Allah tarafından yaratılmaları ve bir zamanlar yokken O’nun
tarafından icat edilmeleri açısından Cenab-ı Hakk’a, kesbedilmeleri ve
işlenmeleri açısından da insanlara aittir….
Birine, kendisine ait fiil
bulunmayacak yerde emir ve yasak yöneltmek imkânsızdır….
Muhatapta hakikat manasında
fiil işleme fonksiyonu olmadığı halde ona bir şey emretmek mümkün olsaydı, dün
veya bir yıl önce yapılmış olması gereken bir işi yahut da yaratıklar icat
etmeyi emretmek de imkân dahiline girerdi, …
Aklî delile gelince, taat ile
masiyetin, çirkin ve gayri meşru fiilleri işlemenin Allah’a nisbet edilmesi,
O’nun [böylece bizzat kendisinin] emirlere ve yasaklara muhatap olup mükâfat ve
cezaya konu teşkil etmesi aklen çirkin ve hikmetsiz telakki
edilen bir husustur….
Yine, Allah Teala dünyada kendisine
itaat edene mükâfat vaad etmiş, isyan edeni cezalandıracağını haber vermiştir.
İtaat ile isyan [Allahu Teala’nın] kendi fiili
olunca sözü edilen sonuçlara da kendisi muhatap olur.
Böyle değil de mükâfat ve ceza gerçek manada kula aitse bunları doğuran emirlere
uyma, yasaklardan sakınma ve benzeri fiiller de kula ait olur. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.
Bir de birinin, bizzat kendisine
emretmesi [ve kendisine] itaatkâr ve âsi
olması muhaldir.
İmkânsız olan diğer bir husus da
Allah’ın, iradeden yoksun zavallı bir kulu “itaatkâr, asi, isabetsiz iş gören,
zalim” diye isimlendirmesidir; halbuki Allah Teala emir ve yasaklarına muhatap
tuttuğu kullarını bunların hepsiyle isimlendirmiştir.
Evet, İmam’ın sözleri böyle.
İnsanı hakiki iradeden yoksun görmek, aslında, insanı
hayvanla aynı konumda görmektir.
Hayvanlar iradeden gerçekten yoksun oldukları, “doğa”larına
göre hareket ettikleri için muti veya isyankâr kabul edilmezler ve onlar için
fiillerinden dolayı azap veya mükâfat söz konusu olmaz.
Hayvanların eğitilmeleri bile irade yoksunluğunun bir
sonucudur. Kendi iradeleriyle eğitilmiş hale gelmezler.
*
İmam, bunun ardından şunu diyor:
Şimdi, iddia
edildiği üzere bu isimler (sıfatlar) gerçekte Allah’a aitse, Rab da kul da,
Yaratan da yaratılan da O olur ve ortada başka bir varlık yoktur [demek
olur].
Böylece İmam, tam da vahdet-i vücutçuların saçma
görüşlerinin vardığı noktayı dile getirmekte ve ardından şunu demektedir:
Bu ise hem nakil ve hem de akıl
açısından kabul edilemez bir husustur. Bütün güç ve kudret Allah’a
aittir.
Yine, herkes kendisini yaptıklarında
hür, fail ve kâsip [kesb edici, kazanıcı] olarak hisseder ...
böylesi bir sonucu … yok saymak mümkün olsaydı duyularla elde edilen
bütün bilgileri de –mesela bütün bir tabiata ait bilgi gibi- yok saymak imkân
dahiline girerdi, …
Evet, insan, kendi yaptıklarında hür, fail (yapıcı) ve
kâsib olduğunu hissettiği gibi, kendisinin, Allahu Teala’nınkinden ayrı gerçek
bir varlığının bulunduğunun da farkındadır.
Eğer insanın bu farkındalığına ve bilgisine itibar
edilmezse, o durumda hem tabiata (aleme) ait malumatın, hem de peygamberlerin ve ilahî kitapların mesajının bir gerçekliği
kalmamış, onlara dair bilgiler de geçersiz hale gelmiş olur.
*
İmam sözlerini şöyle sürdürüyor:
… bu görüş uzun uzun anlatılmasına
ihtiyaç hissettirmeyen [içi boş ve saçma] bir telakki [anlayış, görüş] konumundadır,
… tutarlı bir açıklaması da bulunmamaktadır.
Aslında … [bu telakkiyi] benimseyen kişi gerçek manadaki her söz ve fiili kendisinden
nefyetmektedir.
Böyle olunca da fikir beyan etme
imkânı ortadan kalkar, halbuki ilmî tartışma onunla gerçekleşir.
Sonuçta böylesiyle tartışmaya
girmeye vesile teşkil edecek olan vasıta ortadan kalkıp yok olmuştur.
Evet, tartışmanın zemini ortadan kalkmıştır, çünkü, ortada "gerçek" birşey kalmamıştır.
İnsanın
birtakım fikirleri (gerçekliği olan) hür iradesiyle benimseyip savunduğunu, ve tartışma sonucunda
hür iradesiyle fikir değiştirebileceğini kabul etmeyen birinin birtakım
görüşleri dile getirmesi de, tartışmaya girmesi de aptallık olur.
Böyle bir anlayışı benimseyen kişinin birtakım görüşleri
savunması yersiz ve anlamsız hale gelir.
Ayrıca, bu anlayış çerçevesinde, onun statüsü ile ona
itirazda bulunanın statüsü eşittir. İki taraf da kendi adlarına "gerçek" birşey yapmamaktadırlar.
*
İmam rh. a., bunun ardından, vahdet-i vücutçu zümrenin
akıllarını kullanmayan bir topluluk olduğunu söylüyor:
Bazıları, …, [söz konusu telakkiyi savunanların] “Hakiki
fiilin kula nisbet edilmesiyle Halik (Yaratan) ile mahluk (yaratılan)
arasında benzeşme meydana gelir” tarzındaki endişesine ilim, vücud, oluşum (kevn) ve diğer kavramlarla mukabelede
bulunmuş (… bunlarla da pekala benzeşmenin olabileceğini söylemiştir).
Evet, onlarda anlayabilecek bir
akıl olsaydı böyle bir mukabele yerinde olurdu, ne var ki … müşahede konumunda bulunan [gözlem ve deneye/deneyime
dayanan pozitif nitelikteki] bilgiyi [metafizik, ontoloji vs. gibi
artistik kavramlarla bilgiçlik taslayarak] inkâr etmişlerdir,
bu sebeple de kendileriyle fikrî bir tartışmaya girmek anlamlı bir davranış
olmaz. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.
İlk paragrafta söylenmek istenen şu:
Kulları Allahu Teala’ya benzetme endişesi ile,
kullardan ne fiillerinin gerçek faili olma niteliği kaldırılabilir, ne vücud (varlık) sahibi olma vasıfları.
Vahdet-i vücutçulara göre ise, yaratılanların gerçek
bir vücudu (varlığı) bile yoktur. Vahdet-i vücudçular, İmam’ın burada
eleştirdiği mantıksızlık ve akılsızlığı son noktasına taşımışlardır.
Olay, insanın, fiillerinin gerçek faili
olmasını inkârla başlamış, varlığının da (vücudunun da) reddedilmesi noktasına
varmıştır.
*
Hülasa, İmam, “vücud” gibi sıfatların “mecazi” olarak
kullara, “hakikat” manasında ise Allahu Teala’ya izafe edilmesinin nakil (Kur'an ve Sünnet) ve
akıl açısından kabul edilemez olduğunu söylemektedir.