Avrupa’da
tahsil görürken, sosyoloji ve psikoloji öğrencileri arayan bir araba
fabrikasına iş için başvurmuştu.
Şirketin
halkla ilişkiler görevlisi ona, “İşimiz makine mühendisleriyle ilgili olduğu
halde sosyologlar aramamız seni şaşırtmış olabilir” deyince, genç
öğrenci, Ali Şeriati, cevap bekler şekilde susmuştu.
Görevli,
ona önce bir Asya-Afrika haritası göstermişti.
Ürettikleri
arabalar bazı şehirlerde çok satılıyorken, kimilerinde hiç alıcı bulamıyordu:
“Bu şehirlerin sakinlerinin neden
hoşlandığını ve bu arabaları niçin sevmediklerini araştırmak sosyoloğun
görevidir, ki, mümkün olursa arabanın şekil ve rengini değiştirelim, yok
olmazsa, onların zevklerini değiştiririz.”
(Ali
Şeriati, Medeniyet ve Modernizm, çev. Ahmet Yüksekoğlu, 4.
b., İstanbul: Bir Yayıncılık, 1985, s. 27-28.)
*
Batılılar,
sosyolojik araştırmaları salt bilimsel kaygılarla yürütmez.
Onlar
bilgiyi daha çok bir yönlendirme ve hükmetme aracı olarak
kullanır.
Sömürgecilik faaliyetlerinde oryantalizm
ve antropolojiden geniş ölçüde yararlandıkları meçhul değil.
İlham
aldıkları teorilerin başında da, A. R. Radcliffe-Brown ile Bronislaw
Malinowski gibi antropologların geliştirdiği “yapısal-işlevselcilik”
denilen kuram gelmektedir.
Yapısalcılık,
basit ifadesiyle, her toplumun “kendi tarih ve gelenekleri çerçevesinde
örgütlenmiş” yapı ve kurumlara sahip olduğunu ileri
sürer.
İşlevselcilik
ise, bu yapı ve/veya kurumların siyasal, ekonomik ve toplumsal
işlevleri bulunduğuna dikkat çeker.
Bu
iki tespiti bir araya getiren yapısal-işlevselcilik, sömürgecilere şunu
öğretiyordu:
Herhangi
bir toplumu değiştirmek için o toplumun sahip olduğu yapılar yok edilmeli ve
yerlerine başkaları ikame edilmeliydi.
Bu
durumda işlevler de otomatik olarak değişecekti.
(Bkz.
Asaf Hüseyin, Oryantalistler ve İslamiyatçılar, çev.
Bedirhan Muhib, 2. b., İstanbul: İnsan Yayınları, s. 20-22.)
*
Evet,
kurum ve yapılar değişince işlevler kendiliğinden değişir.
Mesela, alfabe bir
yapıdır.
Batı
alfabesinin kullanılmasının işlevi, Batı ülkeleriyle daha güçlü bir kültür
alışverişini, daha doğrusu kültür ithalini sağlaması,
Batı'nın kültür emperyalizminin taşıyıcı aygıtı olmasıdır.
Arap
alfabesinin işlevi ise, Kur’an okumayı ve İslam
kültürüyle irtibatı kolaylaştırmasıdır.
İmam
hatip lisesinin işlevi başkadır, genel liseninki başka.
Sarıkla
şapka farklı işlevlere sahiptir.
Başörtüsünün
işlevi başka, kuaför marifetiyle şekil verilip sergilenen saçlarınki daha
başkadır.
Ortak
bir şiâr/simge/sembol/alâmet olan Arapça ezanın işlevi bütün Müslümanlara
yönelik bir çağrı olmasıyken; Türkçe ezan ancak Türkler’in anlayabileceği,
Türkçe bilmeyenlerin ise tuhaf bir anons sayacakları bir duyurudur.
Miladî
takvimin işlevi ile hicrî takviminki birbirine zıttır.
Hicrî
takvimi kabul ettiğinizde yılbaşı kendiliğinden 1 Muharrem’e
kayar.
Ve
“Hicret” ile o hicreti yapanlar, kendiliğinden, tarihin dönüm
noktası haline gelir.
*
Ümmet
bilincinin yok edilmesi açısından bakıldığında, milliyetçiliğin laiklikle
(siyasal dinsizlikle) birlikte ortaya çıktığı, ikisinin birbirini tamamladığı
ve desteklediği görülür.
Asaf
Hüseyin’in belirttiği gibi, İslam dünyasındaki yapı veya kurumlardan biri
de, dinin siyasetten ayrılmazlığı ilkesi ya da olgusuydu.
Dinle
devletin ayrı olmaması durumunda, devleti savunmak dini savunmak
anlamına geliyordu.
Devlet
dine karşı tavır aldığında ise, devleti savunmak, dine karşı tavır almak,
dinsizleşmek anlamına gelmektedir.
Birinci
Dünya Savaşı'nda Osmanlı'yı mağlup eden İngiliz keferesinin, Türkiye'de din ile
devletin ayrılmasına ihtiyacı vardı.
Batı'nın
geleceğinin Türkler yönünden güvence altına alınması, ve Türk devletinin de
İslam dünyasındaki müstesna ve itibarlı yerinin tarihin tozlu sayfalarına
gömülmesi için Türkiye'de devlet ile dinin karşı karşıya getirilmesi
gerekiyordu.
Ve
İngiliz keferesi, İngiliz-Yahudi uygarlığı bu emeline nail oldu.
*
Palmer
şöyle der:
“Osmanlı İmparatorluğu’ndaki çürüme
belirtilerini teşhis etmek kolay, ama nasıl bu kadar dayandığını anlayabilmek
zordur. O canlılık ve hayatiyetin kaynaklarından biri kesinlikle, yönetici
seçkinlerle ulema arasındaki Osmanlı İmparatorluğu’nun mutlak İslam
olduğu yolundaki inançtı.”
(Alan Palmer, Osmanlı
İmparatorluğu: Bir Çöküşün Yeni Tarihi, 6. b., İstanbul 1997, s. 35.)
İngiliz keferesi bunu biliyordu, ve Türkiye
topraklarındaki taşeronları vasıtasıyla gereğini yaptı.