KENDİSİNİ “CEMAAT” ZANNEDEN (BAĞRI TAŞ, KOYUNDAN YAVAŞ) MAHCÛR KALABALIKLAR

 



Önceki yazılarda İmam Şatıbî’nin, “hadîslerde geçen cemaat tabirinin anlamına ilişkin” beş ayrı görüşten söz etmiş olduğunu görmüştük.

Bu görüşlerden dördünün, (her ne kadar onlar için de yanlış denilemezse de) eksik oldukları ve meselenin bazı boyutlarını gözden kaçırdıkları (ya da yansıtamadıkları) görülüyor.

İmam Taberî’nin yaklaşımı ise diğerlerini de içerecek şekilde kapsamlı bir açıklama getiriyor.

Ayrıca, (ilerde konu edineceğimiz “Huzeyfe hadisi”nin ortaya koyduğu) “cemaatsiz zamanlar” olayını diğer yaklaşımlar açıklayamazken, İmam Taberî’nin ifadeleri taşların yerine oturmasını sağlıyor.

*

Böyle olmakla birlikte, konuyu salt İmam Şatıbî’nin ifadeleri çerçevesinde aktardığımızda söz konusu yaklaşım sadece İmam Taberî (ve ondan alıntı yapan İmam Şatıbî) tarafından benimsenmiş gibi bir izlenim ortaya çıkıyor.

Durum böyle değil.

Mesela (Rasululluh sallallahu aleyhi ve sellem’e hizmetle şereflenmiş olan) Enes bin Malik r. a., “cemaatin halifeler (İslam devleti) ile birlikte olduğunu” dile getirmiş bulunuyor:

Yezîd er-Rakkâşî, Enes b. Mâlik’e cemaatin fırka-i nâciye olduğuna dâir bir hadis nakletmesinden sonra “Ey Ebû Hamza! Peki cemaat nerededir?” diye sorduğunu, Enes b. Malik’in de: “Halifelerinizle beraberdir, halifelerinizle beraberdir” şeklinde cevap verdiğini rivayet etmektedir.

(Ebû Ya’lâ, Müsned, VII, 156’dan aktaran Recep Köklü, Cemaatten Yana Tavır Almayı Emreden Rivayetlerin Değerlendirilmesi, yüksek lisans tezi, İstanbul: M. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2014, s. 21.)

Hz. Ömer r. a. ise şöyle konuşmuş bulunuyor:

"İslâm, İslâm olamaz, cemaat olmadıkça... Cemaat, cemaat olamaz, emîri olmadıkça... Emîr, emîr olamaz, ona itâat olmadıkça... Herhangi bir kimseyi, onun kavmi, fıkıh üzere (ilim, idrâk ve şuur üstünlüğü bakımından) başlarına geçirecek olurlarsa, bu, o kişi için de kavmi için de hayat olur. Herhangi bir kimseyi kavmi, fıkıh olmadan (lâyıkı veçhile ilmi, anlayış ve kavrayışı bulunmadığı halde) başa geçirecek olurlarsa, bu, o kişi için de kavmi içinde helâk (mahvolma sebebi) olur!" 

(Dârimî, SünenMukaddime, 26, hadis no: 257’den aktaran Sinan Tunç, Cemaat ve Tefrika İle İlgili Hadislerin Değerlendirilmesi, yüksek lisans tezi, İstanbul: F.S.M.V.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2015, s. 20.)

Bu ifadeler, “cemaat”in varlığı için İslam devletinin kurulmuş olmasının şart olduğuna işaret etmektedir.

Kendisine itaat edilen emîr, “siyasal otorite” konumunda demektir.

Böyle bir emîrin idaresi altındaki cemaat ise devlet anlamına gelir.

Hz. Ömer’in “İslâm, İslâm olamaz, cemaat olmadıkça” şeklindeki sözünü Cibrîl hadisindeki İslam-iman ayrımı çerçevesinde düşünmek gerekiyor. “Cemaat”in (İslam devletinin) bulunmadığı yerde bireylerde iman bulunsa da, İslam’ın (cihad gibi hükümlerini geçtik) en temel şartları bile (namaz, zekât vs.) tam olarak yerine getirilemez. [Mesela zekâtın “devlet” tarafından toplanıp fakirlere dağıtılması gerekmektedir. Nitekim Hz. Ebubekir r. a., başka hiçbir şeye itiraz etmedikleri, “Biz de müslümanız” dedikleri halde zekâtı “İslam devleti görevlilerine” vermek istemeyenlerle savaşmış bulunuyor. Çünkü İslam, yani müslüman olmak bunu gerektiriyordu. Evet, İslam devletinin bulunmadığı yerde İslam’ın şartları tam olarak yerine getirilemez. Mesela Türkiye’de bir dönem hacca gitmek yasaktı. Başörtüsü yasağı ise dinsiz-imansız (komünist) Sovyetler'e yakışan birşeydi. Günümüzde bile cuma namazı konusunda sıkıntılar yaşanabilmektedir. Kısacası, “cemaat” (yani İslam devleti) bulunmayınca İslam da, Hz. Ömer’in dile getirdiği gibi, olamamaktadır.]

Ashabın “cemaat”ten Müslümanların birlik ve beraberliğini sağlayan İslam devletini anlamakta olduklarını, Hz. Hasan’ın Hz. Muâviye ile anlaşarak halifelikten feragat edip ona biat etmesi üzerine o seneye “Âmu'l-Cemaat” (cemaat senesi) denilmiş olması da göstermektedir.

Eğer cemaatten “devlet anlamında birlik” anlaşılmıyor olsaydı bu söylenmezdi. Sonuçta Hz. Hasan r. a. de cemaatle namaz kılıyordu, bir topluluğu vardı.

*

Evet, “cemaat”in ne anlama geldiği konusunda İmam Taberî’nin dile getirdiği görüş sadece onun tarafından savunulmuş değil..

Mesela selefin büyük âlimlerinden Abdullah bin Mübarek:

“Abdullah b. Mübarek, cemaati şu şekilde tarif etmiştir: Adil bir imam veya ilim sahibi bir insanın başkanlığında İslâm’ın esaslarının uygulandığı topluluktur.” (Tunç, s. 81.)

İslâm’ın esaslarının uygulanması, hukuk sisteminin Şeriat olması anlamına geliyor.. Bu da, “devlet” olmaktan başka birşey değildir.

Devlet kelimesi Arapça olmakla birlikte o dönemde bugünkü anlamında kullanılmıyordu. Onunla bir şahıs ya da ailenin ikbal ve ihtişamı, zenginlik ve refahı kastediliyordu. Devlet kurumunu ifade eden kelime mülktü (hakimiyet, egemenlik). Fakat bu kelime melikliği (krallığı, padişahlığı, kişisel otoriteyi) akla getirdiği ve meliklik İslam’ın ideal olarak ortaya koyduğu rejim olmadığı için (Ki burada esas olan, bir şahsın otoritesi değil, “Şeriat’in/hukukun üstünlüğü” ilkesidir) mülk tabiri kullanılmıyor, mesele “cemaat” kelimesiyle anlatılmaya çalışılıyordu.

Cemaatten kastın İslam devleti olması hususuna, yakın dönemde yaşamış âlimler de dikkat çekmiş bulunuyorlar. Mesela Keşmîrî’ye göre “Kim cemaatten bir karış ayrılırsa …” hadîsi, devlet başkanına itaat hususunda varit olmuş bulunmaktadır (Keşmîrî, Feydu’l-BârîVI, 459’dan aktaran Recep Köklü, Cemaatten Yana Tavır Almayı Emreden Rivayetlerin Değerlendirilmesi, yüksek lisans tezi, İstanbul: M. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2014, s. 140, dn. 812).

Böylece Keşmirî, “cemaat”in, başında devlet başkanının bulunduğu İslam devleti olduğunu söylemiş olmaktadır.

Konuyu bu şekilde açıklamış olan bir başka âlim İbn Battâl:

Yine ulema, cemaatin “(tek bir devlet halinde) bir halife etrafında birleşmiş olan genel İslam toplumu (sevad-ı azam)” olduğuna da belirtmişlerdir. İbn Battâl, konuyla ilgili bir hadisten hareketle “uyulması emredilen cemaatin, bir halifeye bîatta birleşmiş İslâm toplumu (sevâd-ı a’zam) olduğu ortaya çıkmıştır”  demektedir.

(İbn Battâl, Şerhu Sahîhi’l-BuhârîX, 36’dan aktaran Recep Köklü, Cemaatten Yana Tavır Almayı Emreden Rivayetlerin Değerlendirilmesi, yüksek lisans tezi, İstanbul: M. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2014, s. 20.)

*

Prof. İbrahim Canan, “Hadis Ansiklopedisi – Kütüb-ü Sitte” adlı eserinde “Cemaatten maksad nedir” başlığı altında şunları söylüyor:

Yukarıda kaydettiklerimizle cemaatin ehemmiyeti anlaşılmış olmakla beraber, bizim için henüz müphem olan nokta, cemaatten kastedilen şeyin ne olduğudur.

Acaba uymakla mükellef olduğumuz şey nedir? Bu husus zikredilen hadislerde açıkca gözükmüyor.

Nitekim âlimler de "cemaat" tâbiri ile kastedilen şey hususunda ihtilaf etmiş, bundan "ashab", "ehl-i ilim", "ümmetin ekseriyeti", "diğer dinlerin mensuplarına karşı da -vacib meselelerde ihtilâfa düşmedikçe- Müslümanların cemaati" vs... kastedilebileceğini ileri sürmüşlerdir. …

Kanaatimizce, hadiste uyulması vacib olduğu belirtilen cemaat hakkında âlimlerin yaptığı bu yorumların hepsinin bir doğruluk, haklılık yönü vardır.

Ancak herbirinin haklılığı mutlak olmayıp hususî şartlar, değişik zaviye ve nokta-i nazarlarla kayıtlıdır.

Bütün hadisler gözönüne alındıkta ve daha umumî şartlar muvâcehesinde bu görüşlerden biri üzerine sabit kalmak oldukça zor ve tekellüflü olacaktır. Bu sebeple burada mevzubahis olan cemaatten "sevâdul-âzam"ı, yani büyük ekseriyeti anlamamız daha uygun olacaktır: İlmî meselelerde âlimlerin ekseriyetini, herkesi ilgilendiren içtimâî meselelerde efrâd-ı milletin ekseriyetini vs..

Efrad-ı millet yerine "efrad-ı ümmet" demesi daha uygun olurdu. (Aslında burada millet kelimesinin kullanılması yanlış değil.. Millet, ümmete karşılık gelmektedir.. Fakat günümüzde millet kelimesi Türkçe'de asıl anlamını kaybetmiş bulunuyor.)

Prof. Canan "uygun olan"dan söz ediyor.. “Daha da uygun” olan, “cemaat”ten ashabın (Hz. Ömer’in, Enes bin Malik r. a.’in, “âmu’l-cemaat” tabirini kullananların) ve Abdullah ibni Mübarek ile İmam Taberî gibi selef âilemlerinin anladığını anlamaktır.

Ne yazık ki Prof. Canan, İmam Şatıbî’nin sıraladığı görüşlerden en önemlisini atlamış.. Hilafet (devlet) kurumunu “es” geçmiş..

Canan, sözlerini şöyle sürdürüyor:

Nitekim, umumiyetle, ilim adamları, bu tâbir ile "sevâdul-âzam" yâni, ihtilaf durumunda "ekseriyetin bulunduğu taraf" kastedildiğini kabul etmiştir. Delil olarak şu hadisi gösterirler. "Benî İsrail yetmiş bir fırkaya ayrılmıştır, benim ümmetim ise yetmiş iki fırkaya ayrılacaktır. Bu fırkalardan biri hariç, hepsi ateştedir. Ateşe gitmeyecek olan fırka, cemaattir."

Burada Canan, 73 fırka ile ilgili hadisi eksik aktarıyor.. 

Ateşe girmeyecek olan fırka (fırka-i naciye) için hadîste “Onlar benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu şey üzerindedirler” açıklaması yapılıyor. Demek oluyor ki sevad-ı azam (büyük karaltı, çoğunluk) mutlak biçimde halk çoğunluğuna karşılık gelmiyor. 

Nitekim Canan, açıklamalarının devamında Suyûtî, sevâdu'l-âzamı ‘doğru yolda gitmek üzere birleşenlerin ekseriyeti’ diye izah eder” demekte, fakat İmam Suyutî’nin yorumunun hadisle olan ilgisini karanlıkta bırakmaktadır.

[Evet, mesele sadece çoğunlukta olma meselesi değil.. Öncelikli mesele, Şeriat’e bağlılık.. 

Nitekim, cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının besmele haline getirilmiş olduğu günümüzde devletin “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” anayasal ilkeleri mevcut.. Yani çoğunluk, “Atatürk’ün üzerinde bulunduğu şey üzerinde” olduğu sürece çoğunluk olmanın nimetlerinden yararlanabilir.. 

Diyelim ki vatandaşlar Şeriatçı oldular, o zaman bu rejim nazarında (siyaset yapma ehliyetine sahip âkil-bâliğ) “vatandaş” sayılmıyorlar, azlar mı, çoklar mı, kimse umursamıyor. Bugün olduğu gibi rejimin bir tür vesayeti ve hacri altında yaşamaları gerekiyor. Ne kadar çok olurlarsa olsunlar kıymeti yok.]

*

Konuya devam edeceğiz inşaallah.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...