Elhamdulillâhi Rabbi'l-âlemîn. Ve's-salâtu ve's-selâmu alâ Rasûlinâ ve alâ âlihî ve sahbihî ...
TEK ADAMLIK VE TEKELCİLİK
Yeni Şafak gazetesi yazarı Hayrettin Karaman “Diyanet’in itibarı ve Kutlu Doğum” başlığını taşıyan 4 Mayıs 2017
tarihli yazısında şöyle diyordu:
Üzerine
yükletilen “halkı din yönünden aydınlatma vazifesini” bihakkın yerine getiren, vakfı bir yandan kendi bir yandan
yurt içinde ve yurt dışında yaptığı hizmetlerinin listesi (yalnızca başlıkları)
kitap teşkil edecek kadar büyük olan bir kurumumuzu itibardan
düşürmek için hem sahih İslam karşıtları hem de kendilerini doğrunun tek temsilcisi zanneden “bizim ormanın
ağaçları” yıllardır taşlıyorlar; ama bu taşlamalar ne altın kâsenin itibarını zedeleyebildi ne de taşlayanlara ve taşa itibar kazandırdı. Bu sebeple
“adam aldırma da geç git” demek gerekiyor ama az da olsa kafası karışanlara
yardımcı olmak üzere her ilgilinin bildiklerini açıklaması da gerekiyor.
Eh, ilgili olunca ne yapsın,
Hayrettin efendi de bizleri bilgilendirmek için kaleme sarılmış.
Ancak, Diyanet’in
vazifesini “bihakkın, hakkıyla yerine getirdiğini” söyleyerek, laik
devletimizin bu siyasetin vesayeti
altındaki güdümlü kurumunu peygamberler seviyesine çıkarmış.
Palavracılığın
cılkını çıkarmış.
*
Şu yaşıma geldim, Türkiye’de mesela Uğur Mumcu’nun ölümü gibi
bahanelerle meydanlarda “Şeriat kahrolsun!” naralarının atıldığını gördüm.
Fakat Diyanet, bir kez olsun, Şeriat konulu cuma hutbesi okutmadı.
Okutamadı.
Halkı din yönünden aydınlatma vazifesini “bihakkın” yerine getirme
bu mudur?
Ama mesela o zaman merhum Prof. Dr. M. Esad Coşan hoca İslam
dergisindeki bir başyazısı ile buna tepki göstermişti.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal da “Böyle diyenler Şeriat’in ne
olduğunu bilmeyenlerdir” diyerek bir vazifeyi yerine getirmişti.
Bunu söyleyen, kürsü yumruklayan bir vaiz, kalemiyle dünyaları (daha doğrusu saf gençlerin gönüllerini) fetheden bir "müslüman yazar düşünür/taşınır", ya da "maneviyat menbaı ekran bülbülü" değildi.
Devletin en tepesindeki şahıstı..
Bunu siyasî hesaplarla da söylemiyordu.
O günlerde önümüzde bir seçim de yoktu; milletin maneviyatına seslenip oyları alma, seçimden sonra da "Tekkeye mürit aramıyoruz" makamından şarkı terennüm etme hesapları içinde olması beklenemezdi.
Böyle olmakla birlikte, kendisinden önceki ve sonraki hiçbir cumhurbaşkanının yapmayacağı, yapamayacağı şekilde Şeriat'e saygısını ortaya koymuştu.
Diyanet’ten ise hiç ses seda çıkmamıştı.
*
Diyanet'in, Karaman'ın sıraladığı hizmetlerine gelince..
Ardında devlet bulunan, devasa bir bütçeye, hadsiz hesapsız imkâna
ve sayısız personele sahip bir kurumun bunları yapması, övünülecek birşey
midir?!
“Bizim ormanın ağaçları”nın eleştirileri de olmasa, Diyanet kim bilir
ne hale gelir? Getirilir?
Tamam hizmeti çok, fakat bunları da yapmayacaksa niçin var?
*
Elbette aramızda (Karaman'ın dediği gibi) kendisini doğrunun tek temsilcisi zannedenler de
vardır.
Fakat, kimi zaman aramızdan bazılarının, doğruları tek başına
söylemek zorunda kaldığı da bir gerçektir.
Eğer onları yalnız bırakıyorsan, doğrunun tek sözcüsü konumuna düşürüyorsan, onlara bu acıyı yaşatıyorsan, bu senin ayıbındır.
Kendini ve sahiplendiğin yapıyı altın kâse, muhataplarını ise taş olarak nitelendirmek ne eşssiz bir tevazu, ne eşsiz bir “kendini doğrunun tek temsilcisi görmeme” alicenaplığı..
*
Devam ediyor Hayrettin efendi:
“Ben bugünün Türkiyesi’nde Diyanet İşleri Başkanlığı, ilahiyat fakülteleri ve imam hatip okullarının, -farkında
oldukları kusurlarını giderme gayreti içinde olduklarını da bilerek- din
hizmetinde en sağlıklı ve güvenilir
kurumlar olduğunu düşünüyorum.”
Yani laik devletin laik siyasetinin doğrudan vesayetinin altında olan kurumlar en
sağlıklı ve en güvenilir kurumlar..
Doğrunun en sağlıklı ve güvenilir tek kurumları bunlarmış.
Laik devletin güdümünde olmayan sivil medrese ve tekkeler ise yeterince sağlıklı ve güvenilir değil.
(Gerçi devlet onları da MİT’i vasıtasıyla sağlıklı
ve güvenilir hale getiriyor, laikleştiriyor, böylece Atatürkçü/Kemalist
ya da yerli-milli hale geliyorlar, gelmekteler, ama yeterli değil tabiî.)
*
İşin
aslına gelince..
Türkiye’de
din hizmetini “en sağlıklı ve güvenilir” biçimde yürütecek “kurum”ların mevcut
olması, bugünkü siyasal düzen, yasal çerçeve ve “derin” oyunlar çerçevesinde
mümkün değildir.
Hakkı ve hakikati söyleyenler tek başına ve yalnız kalmaya mahkumdur.
*
Hayrettin
efendi, sözlerinin devamında bu sağlıklılık ve güvenilirlik konusuna açıklık
getirmeye çalışıyor:
Niçin?
Çünkü bu kurumlarda ilim ve edep
üreten insanlar “âdeta peygamberleştirilmiş, hatadan ve günahtan berî bir tek
adama” bağlı değiller. Bu kurumlarda ortak akıl var, danışma var, denetim var,
açıklık-şeffaflık var, seçim var…
Yazıya, Diyanet’in halkı din yönünden aydınlatma vazifesini “bihakkın
yerine getirdiğini” iddia ederek başlamıştı.
Böylece
bu kurumu hatadan ve günahtan berî ilan etmiş olmuyor mu?!
Bihakkın
yerine getirmek, hatasız ve günahsız olmak değil midir?!
Değilse nedir?
Altın
tas diyerek bu iddiayı pekiştirmekten de geri kalmıyor.
Diyanet’e
atfedilen ortak akıl, danışma, denetim, açıklık-şeffaflık ile seçim meziyetleri
de, hatasızlık ve günahsızlık iddiasını zirveye taşıyor.
Vatandaş
ne yazdığının farkında bile değil..
*
O
“resmî” (laik devletin doğrudan kontrolü altındaki) kurumların fazilet ve
meziyetleri bitti mi?
Hayır!
Hayrettin
efendi saymaya devam ediyor:
“Bu kurumlar tekelci değil, müspet
manada değişim ve gelişime açık, kardeşlik çerçeveleri de İslam kadar geniştir.”
Aslında
tekelci..
Devlet,
Diyanet’i bir tekel olarak kurmuş kurumda.
Mesela
bugün tarikatlar “resmen” yasaktır.
Aynı
şekilde medreseler de “resmen” geçersizdir.
Kendi
kendilerini medrese olarak adlandırabilirler fakat akredite değildirler, resmî
bir tanınırlıkları ya da statüleri bulunmamaktadır.
*
Hayrettin
efendi sözlerini şu vecizesi ile süslüyor:
“Bugün Türkiye’de mevcut diğer din
eğitim ve öğretimi kuruluşlarına (medreseler, tarikatlar ve diğer dini
toplulukların mensuplarına) da bu kurumlar açık olduğu için hem Diyanet hizmet
kadrosunda hizmet yapan hem de okullarımızda okuyan, mezun olduktan sonra
öğretmen ve öğretim üyesi olan yüzlerce kardeşimiz vardır.”
Aksi zaten
mümkün değildir. Öyle yaparsa kendini toplumdan izole etmiş olur.
Bunun
bir meziyet olarak söylenmesi anlamsızdır.
Devam
ediyor Hayrettin efendi:
“Devlete, millete, dine, diyanete
hainlik etmedikçe kimsenin buralardan dışlandığı veya kendilerine ayrımcılık
yapıldığı da yoktur ve olmamalıdır.”
Devlete ihanetmiş..
Bunu söyleyen, güvenlik bürokrasisinden bir at gözlüklü değil..
“Devlet”e
ihanet etmemek ne anlama gelmektedir?
Mesela
28 Şubat’ta Diyanet, “Devlete ihanet etmemek için” nasıl bir rol üstlenmiştir?
O sırada Albay Oğuz Kalelioğlu Diyanet’te danışman olarak çalışmaya başlamıştı. Görevi neydi, nasıl bir danışmanlık hizmeti veriyordu?
28 Şubat Darbesi’ni hazırlayan Müslüm-Fadime faciası yaşandığı sıralarda Selam gazetesinde, Refahyol’u yıkmaya yönelik bu gibi tertipleri askeriyeden O. K. ile Emniyet’ten C. S.’nin organize ettiği ileri sürülmüştü.
Adı geçen O. K., Oğuz Kalelioğlu muydu, bilmiyoruz.
Fakat mahkemede görülen 28
Şubat Davası’nda bir başka O. K.’nın değil de bu O. K.’nın adının gündeme
gelmiş olması, insana bazı şeyleri düşündürüyor.
*
Karaman
sözlerini şöyle sürdürüyor:
Diyanet İşleri Başkanlığı yapılan
başvuru ve talep üzerine bazı kitaplar ve konular hakkında inceleme, araştırma
ve okumalar yaptıktan sonra açıklama ve değerlendirme de yapar. Eski zamanlarda
daha dar kadrolu danışma kurulları vardı, şimdi seçimle gelen, daha geniş ve
yetkili bir Din İlleri Yüksek Kurulu var. Bu kurula bağlı çalışan uzmanlar var.
Bir dini konuda Diyanet’in yaptığı
açıklama ve değerlendirmede, farklı içtihadın ve yorumun caiz olmadığı bir
alanda yapılmış olup ümmetin icmâ’ına aykırı bulunma ihtimali sıfırdır. Muhal
farz olarak bulunsa bile bunda ısrar mümkün değildir.
Bu,
doğru olabilir.
Ancak,
Diyanet’in sorunu, her doğruyu söylemiyor, bazı doğruları nisyana terk ediyor
oluşudur:
"Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden, ‘Onu (Kitabı) mutlaka
insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz’ diye sağlam söz almıştı.
Fakat onlar verdikleri sözü, arkalarına atıp onu az bir karşılığa değiştiler.
Yaptıkları bu alışveriş ne kadar kötüdür!” (Âl-i İmran, 3/187)
*
Karaman şunu da diyor:
“Kendilerini müftü ve din âlimi
yerine koyan, halbuki usulüne uygun bir din eğitim ve öğretimi görmemiş bulunan
bazı köşe yazarlarının din konusunda yazdıkları ve söylediklerine ise güvenmek
ve bunlara göre bilgi ve kanaat sahibi olmak en azından ihtiyatsız bir davranış
olur.”
Bu
doğru.. Herkesin yazdıklarına karşı ihtiyat üzere olmak gerekir.
Ancak
bu, Diyanet için de geçerlidir.
Hayrettin efendi için haydi haydi geçerlidir.
*
Karaman şunu da söylüyor:
“Kendilerini doğrunun tek temsilcisi
yerine koyan tek adamlarla onlara bağımlı olanların yazdıkları ve söyledikleri
ise daha ziyade ihtiyatla yaklaşılması gereken kısımdır.”
Karaman’ın
bu yazdıkları da, Diyanet’i doğrunun tek temsilcisi yerine koyma anlamına
gelmektedir.
Ama
farkında değil.
Tek
adamlara bağımlı olmaya gelince..
Kelin
köre diyeceği birşey olamaz..
Diyanet de tek adama bağlıdır. Laik (siyasal dinsiz) devletin "Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini etmiş" bir siyasetçisine, politikacısına..
Özerk bir kurum
değildir.
*
Siyasetçiler,
dinî konularda bir sürü yanlış laf söylüyor.. Hayrettin Karaman’ın yerin dibine
batırdığı tek adamlardan bu yanlışlara itiraz edenler ara sıra çıkıyor.. Çıkabiliyor.
Diyanet’ten
ise tık yok.
Neden?
Çünkü
bu kurum, siyasetin tek adamlarına bağlı.
Özerk değil.
MİT’İ ANLATAN TEŞKİLAT DİZİSİNDEN ÖĞRENDİKLERİM
Çok şey öğrendim, hangi birini anlatayım. Fakat son bölümdeki (138’inci bölümdeki) bir sahne, 16-17 yıl öncesini hatırlamama yol açtı....
-
Şu Hiranur Vakfı hocasının kızının evliliği meselesi, 28 Şubat 'taki (derin tezgâh) Müslüm-Fadime olayı gibi arsızca köpürtülüyor. ...
-
Erdoğan’la ilgili iki rüyamı yorumsuz olarak aktaracağım. Birincisini, Suriye’deki son gelişmeler başladığı sırada gördüm.. Erdoğan, de...
-
Odatv.com ’da “istihbarî” bilgileri “kulis” diye Hürrem Elmasçı takma adıyla aktaran kişi, son yazısına şu başlığı uygun görmüş: “ Er...