E-KİTAP: SAĞDUYU MU, SOLDUYU MU? (SAĞDUYU PARTİSİ’NİN ZİHNİYET KARNESİ)

 


https://www.academia.edu/86031186/Sa%C4%9Fduyu_mu_Solduyu_mu_Sa%C4%9Fduyu_Partisinin_Zihniyet_Karnesi_


SAĞDUYU MU, SOLDUYU MU?

(SAĞDUYU PARTİSİ’NİN ZİHNİYET KARNESİ)

  

Dr. Seyfi SAY

 

 

MEHMED ZAHİD KOTKU RH. A.’DEN:

“Taasavvufu bugünün mukallid tasavvufcularından değil Cüneyd’in, Bazyezid-i Bestami’nin ve Gazali’nin, İmam Rabbani’nin, Nakşibend Bahaüddin’in, Abdülkadir Geylani’nin, İmam Ahmed Rüfai Hazretlerinin ve sair, yollar ehl-i sünnet olan mutasavvıfların yolları olmalıdır. Bugün ise onların yollarını takib, ateşten gömlek giymek demirden leblebi yemek gibidir, yani çok müşkildir ve zordur. Onun için bugün öyle hakiki mutasavvıf bulmak da mümkün değildir.”

(Hadîslerle Nasihatlar 2)

 

PROF. DR. MAHMUD ESAD COŞAN HOCA’DAN:

“Bir insanın doğru hareket edebilmesi için, önce doğrunun ne olduğunu bilmesi gerek. Hayatta birçokları doğruyu bilemiyor, bulamıyor; doğru diye eğrilere, yalanlara, yanlışlara, hatâlara sarılıyor; ömrünü boşa harcıyor, günaha giriyor, iyi sonuca ulaşamıyor, ziyan ediyor, hüsrana uğruyor.”

(İslâm Mecmuası, Kasım 1996)

 

İÇİNDEKİLER

 

ÖNSÖZ 5

BİRİNCİ PAYLAŞIM: “LAİK DEMOKRASİ”Yİ İDEAL DİYE YUTTURMAK 7

İKİNCİ PAYLAŞIM: İLKELER 14

ÜÇÜNCÜ PAYLAŞIM: MEŞRUİYET, LAİKLİK, MİLLİYETÇİLİK 21

DÖRDÜNCÜ PAYLAŞIM: DERGÂH’TAN “LAİK DEMOKRASİ”Cİ PARTİ ÜRETMEK 29

BEŞİNCİ PAYLAŞIM: UZLAŞMA HAVARİLİĞİ 34

ALTINCI PAYLAŞIM: AÇ TAVUĞUN RÜYASINDAKİ DARI AMBARI 36

YEDİNCİ PAYLAŞIM: MECAZI ANLAMAYAN TECAHÜL-İ ARİFANE 46

SEKİZİNCİ PAYLAŞIM: DERİN OYUN: MÜSLÜMANA YUTTURULAN “DEVRİMCİLİK/İNKILAPÇILIK SOSYALİSTLERİN VE ATATÜRKÇÜLERİN TAPULU ARAZİSİDİR, MÜSLÜMANIN ORAYA GİRMESİ HELAL OLMAZ” AFYONU 48

DOKUZUNCU PAYLAŞIM: GÜÇLÜ CEVAP: “LAN SEN KİM OLUYORSUN DA BANA CEVAP VERİYORSUN!” 51

ONUNCU PAYLAŞIM: TÜRK’ÜM DOĞRUYUM ÇALIŞKANIM, KERAMETİM KENDİMDEN MENKUL, LAİKİM DEMOKRATIM ÇAĞDAŞIM 53

ONBİRİNCİ PAYLAŞIM: “GEL VATANDAŞ GEL, AHLÂKIN İYİSİ BURDA, GERÇEĞİN EN TAZESİ BURDA!” 55

ONİKİNCİ PAYLAŞIM: “BENİM OĞLUM BİNA OKUR…” 59

ONÜÇÜNCÜ PAYLAŞIM: HAKKI BİLMEYEN SÖZDE HAKPERESTLİK 68

ONDÖRDÜNCÜ PAYLAŞIM: ATATÜRK DEVRİMİNE İMAN VE TESLİMİYET: LAİKLİK HAVARİLİĞİ 70

ONBEŞİNCİ PAYLAŞIM: “BİZ DE DEMOKRASİ İSTERÜK!” 74

ONALTINCI PAYLAŞIM: ŞAHISLAR, İLKELER VE SADAKAT 77

ONYEDİNCİ PAYLAŞIM; HAKKI VE SABRI TAVSİYE 79

ONSEKİZİNCİ PAYLAŞIM: TEMCİT PİLAVI 81

ONDOKUZUNCU PAYLAŞIM: “KELLİM KELLİM L YENF” 93

YİRMİNCİ PAYLAŞIM: ZALİME YARDIM 95

YİRMİBİRİNCİ PAYLAŞIM: SANKİ PARTİ KURMAK, PARTİ PROGRAMI YAZMAK FARZ YA DA VACİP 104

NUREDDİN COŞAN’A MESAJ (SEKRETERİ ARDA ARACILIĞIYLA) 110

 

ÖNSÖZ

 

Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm. Elhamdülillâhi Rabbi’l-‘âlemîn. Ve’s-salâtü ve’s-selâmu ‘alâ Rasûlinâ Muhammedin ve ‘alâ âlihî ve sahbihî ecma’în.

Bundan 21-22 yıl önce, Şubat 2001’de, merhum Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hoca’nın cenaze namazı öncesinde cemaate kendisini “Hocaefendi’nin varisi” olarak ilan ettiren Muharrem Nureddin Coşan, iki yıl sonra bir parti kurmuş bulunuyordu: Sağduyu Partisi.

Bir süre sonra bize bir e-mail göndererek, birer cümleyle cevap verilmek üzere beş tane soru yöneltmişler, bu arada parti hakkındaki fikrimizi de sormuşlardı. Cevaplar, Nureddin Coşan için isteniyordu. Parti kurulmasını yersiz ve lüzumsuz bulduğumuzu söylemiştik.

Normalde bu, parti kurulmadan önce sorulması gereken bir soruydu.

2004 yılının Temmuz ve Ağustos aylarında ise, teori ve analiz şura grupları adını verdikleri e-mail gruplarında parti programıyla ilgili düşüncemizi almak istediler. Bu grupların toplam üye sayısını 27 olarak hatırlıyorum.

Partinin görevlisi (Ki, Nureddin Coşan’ın ablasının kızıydı) parti programında yer alacak ifadeleri açıklıyor, görüş bildirilmesini istiyordu.

Parti adına açıklanan görüşler, dehşet verici bir savruluşu yansıtıyordu. Kemalist “düzen”bazlık nezdinde akredite olan “çağdaş” etiketli bayat ezberleri onaylamamız bekleniyordu. Yaptığım paylaşımlarla itirazlarımı dile getirince fark ettim ki, adı şura olan bu gruplar istişare için değil, bizi bir vebalin suç ortağı haline getirecek şekilde manipüle etmek üzere oluşturulmuştu.

Ne yazık ki, o platformda Kemalist “emrivaki” geleneği ile bize kabul ettirilmek istenen söz konusu harcıâlem çürük ve bozuk ezberlere benden başka itirazda bulunan çıkmadı. Hiç değilse birkaç kişi bana katıldıklarını söylerler diye bekledim, o da olmadı. Çünkü, Kemalist gelenekteki “emrivaki”lere eşlik eden “İhtimal bazı kafalar kesilecektir” şarkısı icra edilmese de, Kilise geleneğindeki “aforoz”a benzeyen bir muameleye maruz kalacaklarını biliyorlardı.

Bir süre önce rüyamda Mehmed Zahid Kotku rh. a. ile merhum Esad Coşan Hoca’nın kabirlerini yanmış ve kararmış olarak görmüş bulunuyordum. O e-posta gruplarında yapılan açıklamalar rüyamın tabiriydi.

Biz “Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes / Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es!” diye şiir okuyup zafer naraları atarken kalelerimiz düşman tarafından birer birer içerden teslim alınmıştı, haberimiz yoktu.

*

Sağduyu Partisi adına savunulan akla ziyan “istikamet”siz “düzen”baz laflar, burada tartıştığımız ifadelerden ibaret değil. İnternet sitelerinde yayınlamaya devam ettikleri ‘batıl’ ifadelere başka yazılarımızda dikkat çekmiştik.

Bununla birlikte zihniyet düzeyinde yaşanan bu savruluş, salt (adı İskenderpaşa Cemaati ile birlikte anılan) Sağduyu Partisi’ne özgü değil.

Benzer sapmalar mütedeyyin bilinen diğer birçok cemaat, parti, grup ve oluşumda da gözlemleniyor. O yüzden, Sağduyu’culara yaptığımız uyarılar, çok geniş bir kesimi ilgilendiriyor. “Bir mektup yazdım Hasan’a, ha Hasan’a, ha sana” diyen merhum Abdurrahim Karakoç gibi söylemek gerekirse, yazdıklarımızın adres hanesinde sadece Sağduyu Partisi’nin adı geçse de, muhatap kitlesi oldukça kalabalık.

Elimizden, merhum Necip Fazıl gibi “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” diye seslenmekten başkası gelmiyor ne yazık ki.

Üstelik, sesimiz çok kısık. Zayıf.

Herşeye kadir olan Allahu Teala’dan bu e-kitabı hayırlara vesile kılmasını niyaz ederim.

 

1 Eylül 2022, Üsküdar

 

BİRİNCİ PAYLAŞIM:

“LAİK DEMOKRASİ”Yİ İDEAL DİYE YUTTURMAK

 

1. “İdeal parti”den söz etmek pek anlamlı görünmüyor. Çünkü partiler demokratik sistemin bir parçasıdır, onların varlık nedeni demokratik sistemdir; “ideal parti” düşüncesi, beraberinde ideal bir “demokratik sistem” düşüncesini de getirir. Demokrasi ise bizzat kendi yapısının gereği olarak ideal olamaz. Bu konuyu tartışan bir yazıyı ekte gönderiyorum.

Öte yandan partiler kuruldukları ülkenin anayasa ve yasalarına bağlı ve bağımlı olmak zorundadırlar. Dolayısıyla ideal parti düşüncesi, o partilerin çerçevesini ve yapısını belirleyen anayasa ve yasaların da ideal nitelikte oldukları varsayımının kabulünü gerektirir.

Yine, insanların ‘ideal’ tasavvurlarının farklı olduğu da bir gerçektir. Böylece, ‘ideal’in neye göre belirleneceği sorunu ortaya çıkmaktadır. Buradan insan aklının sınırları ve imkanları sorununa gelinir. Günümüzde, insanın kendi algısal yetersizliğinin farkına varması ve öğrenmeye açık olması önemsenmektedir. İnsanın duyusal ve algısal (duyu verilerinin bir yapı ve organizasyona sokulmuş biçimi) sınırlılığı, aklın bunlara dayanarak vereceği hükümlerin “mutlak doğru” sayılamayacaklarını da göstermektedir. İşte bu yüzden İslam’da, bir müçtehidin yaptığı içtihat ‘mutlak doğru’ olarak kabul edilmez, başka bir müçtehidin farklı içtihatta bulunması yasaklanmaz. Mutlak doğrular ancak delaleti kat’i olan muhkem ayetlerden öğrenilebilir, bu konularda ise içtihada yer yoktur.

İdeal bir parti düşüncesi ise tamamen insan düşüncesinin ürünüdür. Bu nedenle, onun idealliği gerçek bir idealliği yansıtmaz. Şayet ideal bir parti düşüncesine ulaştığımızı kabul edersek, otoriter ve totaliter bir tavrı benimsememiz zor olmaz. Bu ise, bizzat parti kurumunun varlık nedenine aykırıdır, çünkü partiler demokratik sistemlere ait bir kurumdur.

 

2. Fikir ve eylemlerdeki ilkeler meselesi öncelikle ‘ilke’ kavramı üzerinde durmayı gerektiriyor. Son zamanlarda siyasî arenada “ilkesizlik, ilkeli bir duruş, ilkeli olma” gibi ifadelerin sıkça tekrarlandığı bir gerçektir. Doğal olarak bu ifadeler de, parti kurumunu kendilerinden ithal ettiğimiz Batılılardan alınma. Bununla birlikte, Batı’da yapılmış, ‘ilke merkezli olma’nın önemini vurgulayan çalışmaların yararsız oldukları söylenemez. Ancak, bu çalışmalar, Batı’nın siyasal, kültürel, dinî ve sosyal realiteleri dikkate alınarak okunmalıdır. Stephen Covey’in “Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı” adıyla Türkçe’ye tercüme edilen kitabı bu açıdan iyi bir örnek. Covey, insanların ben-merkezli, grup-merkezli, iş-merkezli, para-merkezli, aile-merkezli, din-merkezli vs. olabileceklerini anlatıyor ve ilke-merkezli olmayı öneriyor. Yazdıkları tutarlı ve ikna edici. Fakat, böylesi yayınları okuyan müslümanların farkında olmadan laik bir bakış açısını benimsemeye başlamaları ihtimali yok değil. Covey, din-merkezli ifadesini kullanırken, Batı’daki Kilise kurumunu kastediyor, çünkü Batı’da din demek Kilise demektir. O nedenle Covey’in din-merkezli ifadesini Kilise-merkezli olarak anlamak gerekiyor. Covey’in “ilke”leri ise, kendisinin de kitabının sonunda belirttiği gibi büyük ölçüde İncil’e dayanan ahlâkî değerlerden oluşuyor: Tevazu, insana saygı, sözünde durma, merhamet, yardımseverlik vs.

Böylesi bir ilke anlayışı, insanın esnek, yapıcı ve doğruları kabul etmeye açık bir tavır içinde olmasını gerektirir. Buna karşılık Türkiye’de “ilkeli olma”nın şampiyonluğunu yapanların, bundan, inatçılık ve yanlışta ısrarı (tutarlılık; yanlışta tutarlılık) anladıkları da bir gerçektir.

Bununla birlikte, siyasî partilerin programlarına bakıldığında, ilke düzeyinde ‘ideal’ şeyler söyledikleri görülmektedir. Hemen hepsi de yönetimde ehliyet, liyakat ve dürüstlüğe vurgu yapmakta, hukukun üstünlüğü ve adalet gibi değerleri savunmaktadırlar. Ortaya atılan bütün görüşler savunulabilir nitelikte değillerse de önemli bir bölümünün doğruları yansıttıkları bir gerçektir. Doğal olarak, savundukları görüşlerde Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ve resmî ideolojinin (Atatürkçülük) izleri görülmektedir. Mesela laikliğe vurgu yapılmaktadır, fakat hemen ardından, bunun din ve vicdan hürriyetine olan katkısı dile getirilmektedir.

Böylece, partilerin ideal ilkelerle (adalet gibi) ideal olmayanları (laiklik gibi) harmanladıkları görülmektedir. İşte, Türkiye’de ‘ideal ilkeleri uygulama çabası sergileyecek’ bir partiyi bekleyen önemli sorunlardan biri budur: İdeal olmayan bir sistem, ideal olmayan ilkeleri dayatmaktadır. Burada yapabileceğiniz tek şey, o ideal olmayan ilkelere ideal bir içerik kazandırma çabası içinde olmaktır. Fakat, böylesi bir çabanın, son tahlilde, o kavramı ilk defa ortaya atıp onun ‘patent’ini almış olanların dünya görüşlerini ‘meşrulaştırmak’tan başka bir sonuç vermediği, yakın tarihimizde yaşananlardan anlaşılmaktadır.

Buradan, Türkiye’deki partilerin ‘ilke’ sorununun teorik olmaktan ziyade pratik açıdan önem taşıdığı sonucuna varmak mümkündür. Söylem düzeyinde ‘ideal ilkeler’den söz etmek yetmemektedir.

 

3. Bütün bunlar, “metodolojik ilkeler”in önemini ortaya koymaktadır. (Buna stratejik ilkeler demek daha doğru olabilir. Metodoloji, metod bilimi demek olduğu için, siyasal partiler söz konusu olduğunda metodolojiden söz etmek anlamlı olmayacaktır. Metoda ilişkin ilkelerden söz etmek mümkünse de, bunlara metodolojik ilkeler diyemeyiz.) Bazı siyasî partilerin bu açıdan uzlaşmacılık, gerginlikten yana olmamak, toplumsal mutabakat vs. gibi ilkeler geliştirdikleri görülmektedir.

Yönteme ilişkin ilkelerin bazısı, yaşamın gerçeği olarak kendisini gösterir. Bunları benimseme konusunda tercih imkanımız bulunmaz. Bunlardan birisi “tedricîlik”tir. Sosyal, siyasal ve kültürel gelişmelerde tedricîlik esastır. Allahü Teala bile kainatı tedrîcen yaratmıştır, oysa bir anda yaratmak elindedir, Kıyamet’te haşr bu şekilde olacaktır. O halde teennî ve sabır önem taşımaktadır. Bu, fırsatların kaçırılması ve “demirin tavında dövüleceği” gerçeğini gözardı etmek anlamına gelmez.

Yönteme ilişkin diğer bir önemli nokta, yöntem-amaç birliğinin unutulmamasıdır. Yöntem, amaca uygun olmalıdır. Araçlar ve yöntem amaca aykırı olamaz.

Bir başka önemli nokta da araçların amaç haline getirilmemesidir. Araçlar amaç haline geldiğinde, araçların yaşaması için amaç feda edilir; amaç unutulmadığında ise, amaca zarar verildiği anlaşıldığında araçlar terk edilir veya değiştirilir.

Yukarıda, Türkiye’deki partilerin ‘ilke’ sorununun teorik olmaktan ziyade pratik açıdan önem taşıdığı sonucuna varmış ve bütün bunların, “metodolojik ilkeler”in önemini ortaya koyduğunu söylemiştik. Pozitif (halihazırda yürürlükte olan) hukuk, ideal olmayan ilkeleri ve yaşam biçimini dayatmaktadır. Böylece, pozitif hukukun ötesinde ilke ve idealleri olanların bir ‘hukukîlik’ sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu sorunu aşma çabası içine girilmesi ise ahlakî bir soruna yol açmaktadır: Olduğu gibi görünme; şahsiyetin korunması sorunu. Laiklik meselesinde görüldüğü gibi, ‘takiyye’ suçlaması hazırda bekletilmektedir.

Meselenin diğer bir boyutu şudur: Hazreti Ömer’in ifadesiyle, ‘İnandıklarını yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar.’ Buna herhalde şunu eklemek gerekir: ‘İnandıklarını söylemeyenler, söylediklerine inanmaya başlarlar.' Bir yazarın şöyle bir sözünü okumuştum: “Taktik bir yalan cahiller elinde önce stratejik yalana, sonra hakikate dönüşür.”

İşte, ideal ilkeleri savunma çabası içinde olan bir partinin temel sorunlarından biri, belki birincisi budur.

Bugüne kadar yaşananlar, uzlaşmacılık ve takiyye yöntemlerinin sonuç vermediğini göstermektedir. El-mücerreb la yücerreb; tecrübe edilmiş olan tecrübe edilmez.

Bu açıdan önemli olan bir ilke, Mecelle’de şöyle ifade edilmiştir: “Def-i mefasid celb-i menafiden evladır.” Uzlaşmacılık ve takiyye yöntemleriyle sonuç alınabileceği, bir faydaya ulaşılabileceği kesin değildir; buna karşılık takiyye yönteminin yol açtığı kişilik bölünmesi ve ahlâkî tutarsızlık ve zillet hali kesindir. Meçhul, malum ile değiştirilmez.

Bana kalırsa, bu konuda yapılması gereken şey, sorunu sistemin kendisine taşımak ve projektörleri bizzat sistem yandaşlarının takiyye ve ahlâksızlıklarına çevirmektir.

Bunu sağlayacak bir söylem geliştirmek gerekiyor. Bu mümkün olabilir mi, bilmiyorum, ama denemek faydalı olabilir.

Laiklik, devletin din kurallarına göre yönetilmemesi olarak tanımlanıyor. Ama, devletin temel amaçlarından olan ‘adalet’ dinî bir ilke/kural. Devlet hırsızlığı yasaklıyor, din de yasaklıyor. Demek oluyor ki, bir kural salt dinî olduğu için laikliğe aykırı kabul edilemez.

Bundan hareketle, dinî ilkeler konusunda ürkek olmamak, faizin yasaklanmasını da savunmak gerekir; fakat faizin yasaklanmasının gerekçesi oluşturulurken “iktisat felsefesi” alanında yapılmış tartışmalardan yararlanmak icab eder. İçkinin yasaklanmasını da savunmak gerekir, fakat bunu yaparken yine tıbbın verilerine, özgürlüklerin sınırlandırılması konusundaki ölçütlere (kendine ve topluma zarar vermeme) atıfta bulunulmalıdır. Yani dinî emir ve yasakların bizzat kendilerini değil de hikmetlerini öne çıkarmak ve aklî temellerine işaret etmek icab eder. Buna karşı yöneltilecek “dincilik” suçlamalarına da “dinsizlik” ve “din düşmanlığı” tespitiyle cevap vermek, bundan yılmamak gerekir.

Bazıları, siyasetin “sonuç alma sanatı” olduğunu söylüyorlar. Bunu söyleyenlerin, başörtüsü gibi konulara gelince “sonuç alma” heveslerinden vazgeçtikleri görülüyor. Sonuç almadan anladıklarının sadece iktidar mevkiine gelmek ve ne pahasına olursa olsun koltuğu korumak olduğu anlaşılıyor. Böyle olmakla birlikte, koltuklarını er geç kaybedeceklerdir, ‘idealler’ini de yitirmiş olarak. Takiyye yapanların da, takiyye yapmaktaki bütün maharetlerine rağmen partilerini kapanmaktan kurtaramadıkları görülmektedir. Böyleleri, teslimiyetçiliklerine gerekçe olarak “halkın kendilerine sahip çıkmayacağını” gösterebilirler. Fakat, halktan, kendilerinin benimsediği “takiyye” politikasını izlemekten başka bir şey beklemeye hakları olamaz. Ceza (karşılık), amelin misliyle olur.

Takiyye politikasının bir diğer mahzuru da, insanları motive edebilmek için “kapalı kapılar ardında” tam aksi yönde bir aşırılığa yol açmasıdır.

Bana göre, bir parti, ideal ilkeleri savunmalı, hukukî alanda kazanmak saikiyle kendi mesajını çarpıtmamalı, ‘kişiliğini’ zedelememeli, ahlakî bakımdan kaybetmekten kaçınmalıdır. Kendisini (kendi iktidarını) amaç haline getirmemelidir. Sistemden kaynaklanan haksızlıklara dikkat çekmelidir. Kendisinin laik olduğunu ispatlamaya çalışmak yerine, laikliği savunanların ‘laiklik yalanı’nı yüzlerine vurmalıdır. Mesela, cuma gününün tatil olması laikliğe aykırıysa, Yahudi şeriatine göre tatil olması gereken cumartesinin de tatil olmaması gerekir. O halde, laiklik yanlılarının kendi mantığına göre Türkiye laik değildir, din kurallarına göre yönetilmektedir.

Başarı ve tevfik, Allah’ın bir lütfudur. O halde Allah’ın yardımına layık olmaya çalışmak gerekir. Bu da ancak hakkı savunmakla olur. Haktan saparak kazanılan bir başarı ise istidrac anlamına gelir.

Gerçek amaç i’lâ-yı kelimetillah olmalıdır. Kelime, söz demektir, sözcük değil. Nitekim Kelime-i Şehadet tek bir kelimeden oluşmuyor; o, bir sözdür. İla-yi kelimetillah “Allah’ın sözü”nü, yani “vahyi” yüceltmektir. Bu, Tevhîd’in ve Şeriat’in üstünlüğünün savunulması anlamına gelir. Allahu Teala şöyle buyuruyor: “Sonra da seni (din) iş(in)de bir şeriat [alâ şeriatin]sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine [ehva, hevalar] uyma.” (Casiye/18) “... Allah, ona [Hz. Peygamber’e] huzur ve güven (sekîne) indirdi ve onu görmediğiniz askerlerle kuvvetlendirdi. Böylece inkâr edenlerin sözünü (kelimetellezîne keferû) alçalttı. Allah’ın sözü (kelimetullah) ise, o çok yücedir (ulyâ). Allah, mutlak galiptir (azîz), eşsiz hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe/40)

İ’lâ ve ulyâ aynı kökten gelen kelimelerdir. Asıl mesele, Allah’ın sözünün (vahyinin, Şeriat’in) en yüce olduğunu anlama ve anlatma meselesidir; Allah’ın sözü zaten yücedir. İ’lâ-yı kelimetillah’ı bir slogan olarak söylemek bir anlam ifade etmez.

“İdeal” bir siyasî parti Allah’ın sözünü yüceltmeye çalışmalıdır; kendi sözünü veya kendisini değil. Türkiye açısından sorun ise, bir siyasî partinin, Anayasa’ya ve yasalara bağımlı bir organizasyon olmanın güçlükleriyle birlikte bunu yapmasına imkan veren bir söylem ve eylem planı geliştirebilmesiyle ilgilidir.

 


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...