SAĞDUYU
MU, SOLDUYU MU?
(SAĞDUYU
PARTİSİ’NİN ZİHNİYET KARNESİ)
Dr. Seyfi SAY
MEHMED ZAHİD
KOTKU RH. A.’DEN:
“Taasavvufu
bugünün mukallid tasavvufcularından değil Cüneyd’in, Bazyezid-i Bestami’nin ve
Gazali’nin, İmam Rabbani’nin, Nakşibend Bahaüddin’in, Abdülkadir Geylani’nin,
İmam Ahmed Rüfai Hazretlerinin ve sair, yollar ehl-i sünnet olan
mutasavvıfların yolları olmalıdır. Bugün ise onların yollarını takib, ateşten
gömlek giymek demirden leblebi yemek gibidir, yani çok müşkildir ve zordur.
Onun için bugün öyle hakiki mutasavvıf bulmak da mümkün değildir.”
(Hadîslerle
Nasihatlar 2)
PROF. DR.
MAHMUD ESAD COŞAN HOCA’DAN:
“Bir insanın doğru hareket edebilmesi için,
önce doğrunun ne olduğunu bilmesi
gerek. Hayatta birçokları doğruyu bilemiyor, bulamıyor; doğru diye eğrilere,
yalanlara, yanlışlara, hatâlara sarılıyor; ömrünü boşa harcıyor, günaha
giriyor, iyi sonuca ulaşamıyor, ziyan ediyor, hüsrana uğruyor.”
(İslâm Mecmuası, Kasım 1996)
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ 5
BİRİNCİ
PAYLAŞIM: “LAİK DEMOKRASİ”Yİ İDEAL DİYE YUTTURMAK 7
İKİNCİ
PAYLAŞIM: İLKELER 14
ÜÇÜNCÜ
PAYLAŞIM: MEŞRUİYET, LAİKLİK, MİLLİYETÇİLİK
21
DÖRDÜNCÜ
PAYLAŞIM: DERGÂH’TAN “LAİK DEMOKRASİ”Cİ PARTİ ÜRETMEK 29
BEŞİNCİ
PAYLAŞIM: UZLAŞMA HAVARİLİĞİ 34
ALTINCI
PAYLAŞIM: AÇ TAVUĞUN RÜYASINDAKİ DARI AMBARI 36
YEDİNCİ
PAYLAŞIM: MECAZI ANLAMAYAN TECAHÜL-İ ARİFANE 46
SEKİZİNCİ
PAYLAŞIM: DERİN OYUN: MÜSLÜMANA YUTTURULAN “DEVRİMCİLİK/İNKILAPÇILIK
SOSYALİSTLERİN VE ATATÜRKÇÜLERİN TAPULU ARAZİSİDİR, MÜSLÜMANIN ORAYA GİRMESİ
HELAL OLMAZ” AFYONU 48
DOKUZUNCU
PAYLAŞIM: GÜÇLÜ CEVAP: “LAN SEN KİM OLUYORSUN DA BANA CEVAP VERİYORSUN!” 51
ONUNCU
PAYLAŞIM: TÜRK’ÜM DOĞRUYUM ÇALIŞKANIM, KERAMETİM KENDİMDEN MENKUL, LAİKİM
DEMOKRATIM ÇAĞDAŞIM 53
ONBİRİNCİ
PAYLAŞIM: “GEL VATANDAŞ GEL, AHLÂKIN İYİSİ BURDA, GERÇEĞİN EN TAZESİ BURDA!” 55
ONİKİNCİ
PAYLAŞIM: “BENİM OĞLUM BİNA OKUR…” 59
ONÜÇÜNCÜ
PAYLAŞIM: HAKKI BİLMEYEN SÖZDE HAKPERESTLİK
68
ONDÖRDÜNCÜ
PAYLAŞIM: ATATÜRK DEVRİMİNE İMAN VE TESLİMİYET: LAİKLİK HAVARİLİĞİ 70
ONBEŞİNCİ
PAYLAŞIM: “BİZ DE DEMOKRASİ İSTERÜK!” 74
ONALTINCI
PAYLAŞIM: ŞAHISLAR, İLKELER VE SADAKAT
77
ONYEDİNCİ
PAYLAŞIM; HAKKI VE SABRI TAVSİYE 79
ONSEKİZİNCİ
PAYLAŞIM: TEMCİT PİLAVI 81
ONDOKUZUNCU
PAYLAŞIM: “KELLİM KELLİM L YENF” 93
YİRMİNCİ
PAYLAŞIM: ZALİME YARDIM 95
YİRMİBİRİNCİ
PAYLAŞIM: SANKİ PARTİ KURMAK, PARTİ PROGRAMI YAZMAK FARZ YA DA VACİP 104
NUREDDİN COŞAN’A MESAJ (SEKRETERİ ARDA ARACILIĞIYLA) 110
ÖNSÖZ
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.
Elhamdülillâhi Rabbi’l-‘âlemîn. Ve’s-salâtü ve’s-selâmu ‘alâ Rasûlinâ
Muhammedin ve ‘alâ âlihî ve sahbihî ecma’în.
Bundan 21-22
yıl önce, Şubat 2001’de, merhum Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hoca’nın cenaze namazı
öncesinde cemaate kendisini “Hocaefendi’nin varisi” olarak ilan ettiren
Muharrem Nureddin Coşan, iki yıl sonra bir parti kurmuş bulunuyordu: Sağduyu
Partisi.
Bir süre
sonra bize bir e-mail göndererek, birer cümleyle cevap verilmek üzere beş tane
soru yöneltmişler, bu arada parti hakkındaki fikrimizi de sormuşlardı.
Cevaplar, Nureddin Coşan için isteniyordu. Parti kurulmasını yersiz ve lüzumsuz
bulduğumuzu söylemiştik.
Normalde bu,
parti kurulmadan önce sorulması gereken bir soruydu.
2004 yılının
Temmuz ve Ağustos aylarında ise, teori ve analiz şura grupları adını verdikleri
e-mail gruplarında parti programıyla ilgili düşüncemizi almak istediler. Bu
grupların toplam üye sayısını 27 olarak hatırlıyorum.
Partinin
görevlisi (Ki, Nureddin Coşan’ın ablasının kızıydı) parti programında yer
alacak ifadeleri açıklıyor, görüş bildirilmesini istiyordu.
Parti adına
açıklanan görüşler, dehşet verici bir savruluşu yansıtıyordu. Kemalist
“düzen”bazlık nezdinde akredite olan “çağdaş” etiketli bayat ezberleri
onaylamamız bekleniyordu. Yaptığım paylaşımlarla itirazlarımı dile getirince
fark ettim ki, adı şura olan bu gruplar istişare için değil, bizi bir vebalin
suç ortağı haline getirecek şekilde manipüle etmek üzere oluşturulmuştu.
Ne yazık ki,
o platformda Kemalist “emrivaki” geleneği ile bize kabul ettirilmek istenen söz
konusu harcıâlem çürük ve bozuk ezberlere benden başka itirazda bulunan çıkmadı.
Hiç değilse birkaç kişi bana katıldıklarını söylerler diye bekledim, o da
olmadı. Çünkü, Kemalist gelenekteki “emrivaki”lere
eşlik eden “İhtimal bazı kafalar kesilecektir” şarkısı icra edilmese de,
Kilise geleneğindeki “aforoz”a benzeyen bir muameleye maruz kalacaklarını
biliyorlardı.
Bir süre
önce rüyamda Mehmed Zahid Kotku rh. a. ile merhum Esad Coşan Hoca’nın
kabirlerini yanmış ve kararmış olarak görmüş bulunuyordum. O e-posta
gruplarında yapılan açıklamalar rüyamın tabiriydi.
Biz “Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes
/ Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es!” diye şiir okuyup zafer
naraları atarken kalelerimiz düşman tarafından birer birer içerden teslim
alınmıştı, haberimiz yoktu.
*
Sağduyu
Partisi adına savunulan akla ziyan “istikamet”siz “düzen”baz laflar, burada
tartıştığımız ifadelerden ibaret değil. İnternet sitelerinde yayınlamaya devam
ettikleri ‘batıl’ ifadelere başka yazılarımızda dikkat çekmiştik.
Bununla
birlikte zihniyet düzeyinde yaşanan bu savruluş, salt (adı İskenderpaşa Cemaati
ile birlikte anılan) Sağduyu Partisi’ne özgü değil.
Benzer
sapmalar mütedeyyin bilinen diğer birçok cemaat, parti, grup ve oluşumda da
gözlemleniyor. O yüzden, Sağduyu’culara yaptığımız uyarılar, çok geniş bir
kesimi ilgilendiriyor. “Bir mektup yazdım
Hasan’a, ha Hasan’a, ha sana” diyen merhum Abdurrahim Karakoç gibi söylemek
gerekirse, yazdıklarımızın adres hanesinde sadece Sağduyu Partisi’nin adı geçse
de, muhatap kitlesi oldukça kalabalık.
Elimizden,
merhum Necip Fazıl gibi “Durun
kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” diye seslenmekten başkası gelmiyor ne
yazık ki.
Üstelik,
sesimiz çok kısık. Zayıf.
Herşeye
kadir olan Allahu Teala’dan bu e-kitabı hayırlara vesile kılmasını niyaz
ederim.
1 Eylül
2022, Üsküdar
BİRİNCİ PAYLAŞIM:
“LAİK DEMOKRASİ”Yİ İDEAL DİYE
YUTTURMAK
1. “İdeal parti”den söz etmek pek anlamlı
görünmüyor. Çünkü partiler demokratik sistemin bir parçasıdır, onların varlık
nedeni demokratik sistemdir; “ideal parti” düşüncesi, beraberinde ideal bir “demokratik sistem”
düşüncesini de getirir. Demokrasi ise bizzat kendi yapısının gereği olarak
ideal olamaz. Bu konuyu tartışan bir
yazıyı ekte gönderiyorum.
Öte yandan
partiler kuruldukları ülkenin anayasa ve
yasalarına bağlı ve bağımlı olmak zorundadırlar. Dolayısıyla ideal parti
düşüncesi, o partilerin çerçevesini ve yapısını belirleyen anayasa ve yasaların da ideal nitelikte oldukları varsayımının kabulünü
gerektirir.
Yine,
insanların ‘ideal’ tasavvurlarının farklı olduğu da bir gerçektir. Böylece,
‘ideal’in neye göre belirleneceği sorunu ortaya çıkmaktadır. Buradan insan aklının
sınırları ve imkanları sorununa gelinir. Günümüzde, insanın kendi algısal
yetersizliğinin farkına varması ve öğrenmeye açık olması önemsenmektedir.
İnsanın duyusal ve algısal (duyu verilerinin bir yapı ve organizasyona sokulmuş
biçimi) sınırlılığı, aklın bunlara dayanarak vereceği hükümlerin “mutlak doğru” sayılamayacaklarını da
göstermektedir. İşte bu yüzden İslam’da, bir müçtehidin yaptığı içtihat ‘mutlak doğru’ olarak kabul
edilmez, başka bir müçtehidin farklı içtihatta bulunması yasaklanmaz. Mutlak doğrular
ancak delaleti kat’i olan muhkem
ayetlerden öğrenilebilir, bu konularda ise içtihada yer yoktur.
İdeal bir
parti düşüncesi ise tamamen insan düşüncesinin ürünüdür. Bu nedenle, onun
idealliği gerçek bir idealliği yansıtmaz. Şayet ideal bir parti düşüncesine
ulaştığımızı kabul edersek, otoriter ve
totaliter bir tavrı benimsememiz zor olmaz. Bu ise, bizzat parti kurumunun
varlık nedenine aykırıdır, çünkü partiler demokratik sistemlere ait bir
kurumdur.
2. Fikir ve
eylemlerdeki ilkeler meselesi
öncelikle ‘ilke’ kavramı üzerinde durmayı gerektiriyor. Son zamanlarda siyasî
arenada “ilkesizlik, ilkeli bir duruş, ilkeli olma” gibi ifadelerin sıkça
tekrarlandığı bir gerçektir. Doğal olarak bu ifadeler de, parti kurumunu
kendilerinden ithal ettiğimiz Batılılardan alınma. Bununla birlikte, Batı’da
yapılmış, ‘ilke merkezli olma’nın önemini vurgulayan çalışmaların yararsız
oldukları söylenemez. Ancak, bu çalışmalar, Batı’nın siyasal, kültürel, dinî ve
sosyal realiteleri dikkate alınarak okunmalıdır. Stephen Covey’in “Etkili
İnsanların Yedi Alışkanlığı” adıyla Türkçe’ye tercüme edilen kitabı bu
açıdan iyi bir örnek. Covey, insanların ben-merkezli, grup-merkezli,
iş-merkezli, para-merkezli, aile-merkezli, din-merkezli vs. olabileceklerini
anlatıyor ve ilke-merkezli olmayı
öneriyor. Yazdıkları tutarlı ve ikna edici. Fakat, böylesi yayınları okuyan
müslümanların farkında olmadan laik
bir bakış açısını benimsemeye başlamaları ihtimali yok değil. Covey, din-merkezli ifadesini kullanırken,
Batı’daki Kilise kurumunu kastediyor, çünkü Batı’da din demek Kilise demektir.
O nedenle Covey’in din-merkezli ifadesini Kilise-merkezli
olarak anlamak gerekiyor. Covey’in “ilke”leri ise, kendisinin de kitabının
sonunda belirttiği gibi büyük ölçüde İncil’e dayanan ahlâkî değerlerden
oluşuyor: Tevazu, insana saygı, sözünde durma, merhamet, yardımseverlik vs.
Böylesi bir
ilke anlayışı, insanın esnek, yapıcı ve doğruları kabul etmeye açık bir tavır
içinde olmasını gerektirir. Buna karşılık Türkiye’de “ilkeli olma”nın
şampiyonluğunu yapanların, bundan, inatçılık ve yanlışta ısrarı (tutarlılık;
yanlışta tutarlılık) anladıkları da bir gerçektir.
Bununla
birlikte, siyasî partilerin programlarına bakıldığında, ilke düzeyinde ‘ideal’
şeyler söyledikleri görülmektedir. Hemen hepsi de yönetimde ehliyet, liyakat ve
dürüstlüğe vurgu yapmakta, hukukun üstünlüğü ve adalet gibi değerleri
savunmaktadırlar. Ortaya atılan bütün görüşler savunulabilir nitelikte
değillerse de önemli bir bölümünün doğruları yansıttıkları bir gerçektir. Doğal
olarak, savundukları görüşlerde Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ve resmî ideolojinin (Atatürkçülük) izleri
görülmektedir. Mesela laikliğe vurgu
yapılmaktadır, fakat hemen ardından, bunun din ve vicdan hürriyetine olan
katkısı dile getirilmektedir.
Böylece,
partilerin ideal ilkelerle (adalet gibi) ideal olmayanları (laiklik gibi)
harmanladıkları görülmektedir. İşte, Türkiye’de ‘ideal ilkeleri uygulama çabası
sergileyecek’ bir partiyi bekleyen önemli sorunlardan biri budur: İdeal olmayan bir sistem, ideal olmayan
ilkeleri dayatmaktadır. Burada yapabileceğiniz tek şey, o ideal olmayan
ilkelere ideal bir içerik kazandırma çabası içinde olmaktır. Fakat, böylesi bir
çabanın, son tahlilde, o kavramı ilk defa ortaya atıp onun ‘patent’ini almış
olanların dünya görüşlerini ‘meşrulaştırmak’tan
başka bir sonuç vermediği, yakın tarihimizde yaşananlardan anlaşılmaktadır.
Buradan,
Türkiye’deki partilerin ‘ilke’ sorununun teorik olmaktan ziyade pratik açıdan
önem taşıdığı sonucuna varmak mümkündür. Söylem düzeyinde ‘ideal ilkeler’den
söz etmek yetmemektedir.
3. Bütün
bunlar, “metodolojik ilkeler”in
önemini ortaya koymaktadır. (Buna stratejik
ilkeler demek daha doğru olabilir. Metodoloji, metod bilimi demek olduğu
için, siyasal partiler söz konusu olduğunda metodolojiden söz etmek anlamlı
olmayacaktır. Metoda ilişkin ilkelerden söz etmek mümkünse de, bunlara
metodolojik ilkeler diyemeyiz.) Bazı siyasî partilerin bu açıdan uzlaşmacılık, gerginlikten yana
olmamak, toplumsal mutabakat vs. gibi ilkeler geliştirdikleri görülmektedir.
Yönteme
ilişkin ilkelerin bazısı, yaşamın gerçeği olarak kendisini gösterir. Bunları
benimseme konusunda tercih imkanımız bulunmaz. Bunlardan birisi “tedricîlik”tir. Sosyal, siyasal ve
kültürel gelişmelerde tedricîlik esastır. Allahü Teala bile kainatı tedrîcen
yaratmıştır, oysa bir anda yaratmak elindedir, Kıyamet’te haşr bu şekilde
olacaktır. O halde teennî ve sabır önem taşımaktadır. Bu, fırsatların
kaçırılması ve “demirin tavında dövüleceği” gerçeğini gözardı etmek anlamına
gelmez.
Yönteme
ilişkin diğer bir önemli nokta, yöntem-amaç
birliğinin unutulmamasıdır. Yöntem, amaca uygun olmalıdır. Araçlar ve
yöntem amaca aykırı olamaz.
Bir başka
önemli nokta da araçların amaç haline
getirilmemesidir. Araçlar amaç haline geldiğinde, araçların yaşaması için
amaç feda edilir; amaç unutulmadığında ise, amaca zarar verildiği
anlaşıldığında araçlar terk edilir veya değiştirilir.
Yukarıda,
Türkiye’deki partilerin ‘ilke’ sorununun teorik olmaktan ziyade pratik açıdan
önem taşıdığı sonucuna varmış ve bütün bunların, “metodolojik ilkeler”in
önemini ortaya koyduğunu söylemiştik. Pozitif
(halihazırda yürürlükte olan) hukuk, ideal olmayan ilkeleri ve yaşam
biçimini dayatmaktadır. Böylece, pozitif hukukun ötesinde ilke ve idealleri
olanların bir ‘hukukîlik’ sorunu
ortaya çıkmaktadır. Bu sorunu aşma çabası içine girilmesi ise ahlakî bir soruna yol açmaktadır:
Olduğu gibi görünme; şahsiyetin
korunması sorunu. Laiklik
meselesinde görüldüğü gibi, ‘takiyye’
suçlaması hazırda bekletilmektedir.
Meselenin
diğer bir boyutu şudur: Hazreti Ömer’in ifadesiyle, ‘İnandıklarını
yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar.’ Buna herhalde şunu eklemek
gerekir: ‘İnandıklarını söylemeyenler,
söylediklerine inanmaya başlarlar.' Bir yazarın şöyle bir sözünü okumuştum:
“Taktik bir yalan cahiller elinde önce stratejik yalana, sonra hakikate
dönüşür.”
İşte, ideal
ilkeleri savunma çabası içinde olan bir partinin temel sorunlarından biri,
belki birincisi budur.
Bugüne kadar
yaşananlar, uzlaşmacılık ve takiyye yöntemlerinin sonuç vermediğini
göstermektedir. El-mücerreb la yücerreb; tecrübe edilmiş olan tecrübe edilmez.
Bu açıdan
önemli olan bir ilke, Mecelle’de şöyle ifade edilmiştir:
“Def-i mefasid celb-i menafiden evladır.” Uzlaşmacılık
ve takiyye yöntemleriyle sonuç alınabileceği, bir faydaya ulaşılabileceği
kesin değildir; buna karşılık takiyye yönteminin yol açtığı kişilik bölünmesi ve ahlâkî tutarsızlık ve
zillet hali kesindir. Meçhul, malum ile değiştirilmez.
Bana
kalırsa, bu konuda yapılması gereken şey, sorunu sistemin kendisine taşımak ve
projektörleri bizzat sistem yandaşlarının takiyye ve ahlâksızlıklarına
çevirmektir.
Bunu
sağlayacak bir söylem geliştirmek gerekiyor. Bu mümkün olabilir mi, bilmiyorum,
ama denemek faydalı olabilir.
Laiklik,
devletin din kurallarına göre yönetilmemesi olarak tanımlanıyor. Ama, devletin
temel amaçlarından olan ‘adalet’ dinî bir ilke/kural. Devlet hırsızlığı
yasaklıyor, din de yasaklıyor. Demek oluyor ki, bir kural salt dinî olduğu için
laikliğe aykırı kabul edilemez.
Bundan
hareketle, dinî ilkeler konusunda ürkek olmamak, faizin yasaklanmasını da
savunmak gerekir; fakat faizin yasaklanmasının gerekçesi oluşturulurken
“iktisat felsefesi” alanında yapılmış tartışmalardan yararlanmak icab eder.
İçkinin yasaklanmasını da savunmak gerekir, fakat bunu yaparken yine tıbbın
verilerine, özgürlüklerin sınırlandırılması konusundaki ölçütlere (kendine ve
topluma zarar vermeme) atıfta bulunulmalıdır. Yani dinî emir ve yasakların
bizzat kendilerini değil de hikmetlerini
öne çıkarmak ve aklî temellerine
işaret etmek icab eder. Buna karşı yöneltilecek “dincilik” suçlamalarına da “dinsizlik” ve “din düşmanlığı”
tespitiyle cevap vermek, bundan yılmamak gerekir.
Bazıları,
siyasetin “sonuç alma sanatı” olduğunu söylüyorlar. Bunu söyleyenlerin,
başörtüsü gibi konulara gelince “sonuç alma” heveslerinden vazgeçtikleri
görülüyor. Sonuç almadan anladıklarının sadece iktidar mevkiine gelmek ve ne
pahasına olursa olsun koltuğu korumak olduğu anlaşılıyor. Böyle olmakla
birlikte, koltuklarını er geç kaybedeceklerdir, ‘idealler’ini de yitirmiş
olarak. Takiyye yapanların da,
takiyye yapmaktaki bütün maharetlerine rağmen partilerini kapanmaktan
kurtaramadıkları görülmektedir. Böyleleri, teslimiyetçiliklerine gerekçe olarak
“halkın kendilerine sahip çıkmayacağını” gösterebilirler. Fakat, halktan,
kendilerinin benimsediği “takiyye” politikasını izlemekten başka bir şey
beklemeye hakları olamaz. Ceza (karşılık), amelin misliyle olur.
Takiyye
politikasının bir diğer mahzuru da, insanları motive edebilmek için “kapalı kapılar ardında” tam aksi yönde bir
aşırılığa yol açmasıdır.
Bana göre, bir parti, ideal ilkeleri savunmalı, hukukî
alanda kazanmak saikiyle kendi mesajını çarpıtmamalı, ‘kişiliğini’
zedelememeli, ahlakî bakımdan kaybetmekten kaçınmalıdır. Kendisini (kendi
iktidarını) amaç haline getirmemelidir. Sistemden kaynaklanan haksızlıklara
dikkat çekmelidir. Kendisinin laik olduğunu ispatlamaya çalışmak yerine,
laikliği savunanların ‘laiklik yalanı’nı yüzlerine vurmalıdır. Mesela, cuma
gününün tatil olması laikliğe aykırıysa, Yahudi
şeriatine göre tatil olması gereken cumartesinin de tatil olmaması gerekir.
O halde, laiklik yanlılarının kendi mantığına göre Türkiye laik değildir, din
kurallarına göre yönetilmektedir.
Başarı ve
tevfik, Allah’ın bir lütfudur. O halde Allah’ın yardımına layık olmaya çalışmak
gerekir. Bu da ancak hakkı savunmakla olur. Haktan saparak kazanılan bir başarı
ise istidrac anlamına gelir.
Gerçek amaç
i’lâ-yı kelimetillah olmalıdır. Kelime, söz demektir, sözcük değil. Nitekim Kelime-i
Şehadet tek bir kelimeden oluşmuyor; o, bir sözdür. İla-yi kelimetillah
“Allah’ın sözü”nü, yani “vahyi” yüceltmektir. Bu, Tevhîd’in ve Şeriat’in üstünlüğünün savunulması
anlamına gelir. Allahu Teala şöyle buyuruyor: “Sonra da seni (din) iş(in)de bir şeriat [alâ şeriatin]sahibi kıldık.
Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine [ehva, hevalar] uyma.” (Casiye/18)
“... Allah, ona [Hz. Peygamber’e] huzur ve güven (sekîne) indirdi ve onu
görmediğiniz askerlerle kuvvetlendirdi. Böylece inkâr edenlerin sözünü (kelimetellezîne
keferû) alçalttı. Allah’ın sözü (kelimetullah) ise, o çok yücedir (ulyâ).
Allah, mutlak galiptir (azîz), eşsiz hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe/40)
İ’lâ ve ulyâ
aynı kökten gelen kelimelerdir. Asıl mesele, Allah’ın sözünün (vahyinin, Şeriat’in)
en yüce olduğunu anlama ve anlatma meselesidir; Allah’ın sözü zaten yücedir.
İ’lâ-yı kelimetillah’ı bir slogan olarak söylemek bir anlam ifade etmez.
“İdeal” bir siyasî parti Allah’ın
sözünü yüceltmeye çalışmalıdır; kendi sözünü veya kendisini değil. Türkiye
açısından sorun ise, bir siyasî partinin, Anayasa’ya ve yasalara bağımlı bir organizasyon olmanın
güçlükleriyle birlikte bunu yapmasına imkan veren bir söylem ve eylem planı geliştirebilmesiyle
ilgilidir.