"BEN SİZİN TAPTIKLARINIZDAN UZAĞIM!"

 

Dr. Seyfi Say




Seçim sath-ı mailine girmiş bulunuyoruz.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, adaylığını resmen açıkladı.

Zaten bilinen birşeydi, ayrıca söylemesine gerek yoktu, fakat Altılı Masa’yı “sinir etmek” için Kılıçdaroğlu’na adaylığını açıklama çağrısı yapması, bu herkesin bildiği sırrı yüksek sesle telaffuz etmesine yol açtı.

Altılı Masa’yı kurmuş olması, Kılıçdaroğlu’nun başarısı.. İstanbul ve Ankara belediyelerinin ardından cumhurbaşkanlığını da almak için “muhafazakâr” seçmene de göz kırpıyor, mütedeyyin kesimi rahatsız edecek açıklamalar yapmaktan kaçınıyor.

Diyelim ki Altılı Masa Kılıçdaroğlu’nu aday gösterdi, ve de seçildi. Bu “ılımlı” tavrı seçimden sonra da devam eder mi, bu soruya olumlu cevap vermek kolay değil.

*

Olumlu cevap vermek kolay değil, çünkü Türkiye’deki siyaset, “Atatürkçü siyaset”..

Atatürkçü siyasetin temel vasfı ise, “takiyye”den ibaret.. Yani, olduğundan farklı görünme, aldatma, hile, yalan dolan..

Atatürk, Samsun’a çıkışından önceki İstanbul "tatil"inden itibaren Padişah’a, Osmanlı Hükümeti’ne ve millete karşı takiyye yaptı, onların dinî duygularını kullandı (Böylesi samimiyetsiz kullanımlara Atatürkçüler “din istismarı” diyorlar), olduğundan farklı göründü, yapmayacağı şeyleri vaad etti, hatta bunlar için sular seller gibi yemin etti, asıl yapmayı tasarladıklarını ise (Mazhar Müfit, Süreyya Yiğit vs. gibi arkadaşları dışında) herkesten sakladı.

Sürekli yalan söyledi. (Atatürkçüler bunu kurmay zekâsı ürünü strateji ya da taktik olarak görüyorlar.)

Ve bu Atatürk “siyaset”i (Atatürkçü siyaset) Türkiye’nin, Türk siyaset hayatının alâmet-i farikası haline geldi.

Teamüle dönüştü, kurumsallaştı.

Artık siyasette yalana tenezzül etmeyen ya da bunu şeref ve haysiyeti için zül addedenlere “Siyasetten anlamıyor” deniliyor.

Yüz yıldır büyük ölçüde Atatürkçü siyasetle, yani yalan dolanla yönetiliyoruz.

O yüzden, siyasetçilerin bol keseden atıp tutmalarına inanmak içimizden gelmiyor.

Buna Kılıçdaroğlu da, Erdoğan da dahil.

*

Kılıçdaroğlu şu tür sözleri sürekli tekrarlıyor:

"Kavgayı değil, hoşgörüyü getireceğiz. Sevgiyi getireceğiz. Kimsenin kimliğini, kimsenin inancını, kimsenin yaşam tarzını sorgulayamayacağız. Bu ülkede beraber huzur içinde yaşayacağız. … Sağduyuyla hareket edeceğiz. Herkesi kucaklayacağız. Her düşünceye saygı göstereceğiz. … Ve biz, sizlere huzur içinde yaşayacağınız bir Türkiye yanında, iktidar sahiplerini özgürce eleştirebileceğiniz bir demokrasiyi de vaat ediyoruz. Rahatlıkla eleştirebileceksiniz. Korkmadan eleştirebileceksiniz. Acaba bir tweet atarsam, polis sabahın köründe gelip evimi basar mı? Hiçbir polis sabahın köründe attığınız tweet dolayısıyla, yaptığınız konuşma dolayısıyla kapınıza gelmeyecek. Eğer bir kişi sabahın altısında zili çalacaksa diyeceksiniz, zili duyarken sütçü geldi herhalde zili çaldı. Evet, Böyle bir Türkiye’yi inşa edeceğiz. Birlikte yapacağız. … Gençler, sizlere sözüm var. Onların feriştahı gelse, yolumuzdan asla dönmeyeceğiz. Kararlıyız.”

Bunlar hoş fakat boş laflar..

Birkaç yıl önce TBMM Başkanı İsmail Kahraman İstanbul'da bir konferans vermiş, orada, 1982 Anayasası’nın dindar anayasa sayılabileceğini ileri sürmüş, ayrıca anayasada laiklik ifadesinin yer almamasının birşey kaybettirmeyeceğini söylemişti.

Hayır, “Türkiye’ye Şeriat gelsin.. Cumhuriyet’in ilk yıllarında olduğu gibi anayasada ‘Devletin dini, İslam dinidir’ kaydı yer alsın” demiyordu.

Dediği, “Batılılaşmışken, Avrupalılaşmışken tam batılılaşalım, tam Avrupalılaşalım, onlarınki gibi bir anayasamız olsun, laiklik diye bir ifade yer almasın”dı.

Hepsi bu kadar..

Peki, Kılıçdaroğlu ne yaptı?.. “Onun inancı da böyle.. Saygı duyarız” mı dedi?

Hayır!.. Bir bardak suda fırtına kopardı, öküzün altında buzağı aradı..

Ardından sazı eski “kanka”sı Devlet Bahçeli aldı, esti gürledi, köpürdü.

Kambersiz düğün olmaz babından Erdoğan da sazın tellerine dokundu, Mısır ve Tunus’a yaptığı akla ziyan “Şeriat’e karşı laiklik” tavsiyesini hatırlattı.

Ayrıca, “Anayasa’da İslam vurgusuna gerek yok” dedi.

Halbuki, İsmail Kahraman “Anayasa’da İslam vurgusu yapılsın” demiyordu. “Mevcut Anayasa’da laiklik vurgusuna gerek yok” diyordu.

*

Kılıçdaroğlu boş konuşuyor.

Sen eğer gerçek bir fikir hürriyetinden yanaysan, şunu diyebilmelisin: 

“Bu ülkenin parlamentosunda, milletin meclisinde, Şeriat de (İslam da) savunulabilmelidir. Ve ayrıca hiç kimse, vatandaşlık haklarından yararlanabilmek için herhangi bir faninin ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini etme dayatması ile karşılaşmamalıdır. Kimse kula kul olmaya zorlanmamalıdır. Allahu Teala’nın kitabındaki ilkelerine ve Peygamber-i Zîşan’ı (s.a.s.) eliyle gerçekleştirdiği inkılaplarına bile bağlılık yemini edilmezken ölmüş bir adamın ilke ve inkılaplarına kölece bağlılık yemini etme dayatması insanlık onur ve haysiyetine aykırıdır. Bu, Atatürk’ü putlaştırmaktır, put yapmaktır. Ve milleti aşağılayıp onu güdülen akılsız davar sürüsü yerine koymaktır. Atatürk’ün bile bir dediği bir dediğini tutmazken, bazen şöyle bazen böyle hareket etmişken, Papa’dan fazla katolik, kraldan fazla kralcı olurcasına Atatürk’ten fazla Atatürkçü olmak akla ziyandır.”

Bunu diyemediği sürece, Kılıçdaroğlu’nun söylemlerinin bir kıymeti yoktur.

Sınırlı sorumlu özgürlükçülük edebiyatıyla ülkenin varabileceği bir yer yok.

Bu noktada Erdoğan ile arkadaşlarının da pek fazla sağlam pabuç olmadıkları, arızalarının bulunduğu kesin.

Ancak, onlardaki arızada, Kılıçdaroğlu ile yandaşlarının “şerrinden korkmaları”nın da rolü var.

Ayrıca, Erdoğan’ın “dindarların hak ve hürriyetleri” için atmış olduğu bazı olumlu adımlar söz konusu (Kuytul gibi isimler karşısında sergilenen aşırılıkları ve tahammülsüzlükleri unutmuş değiliz).. Kılıçdaroğlu’na gelince, ondan, daha fazlasını beklemek mümkün olmadığı gibi, “Acaba Erdoğan’ın yaptıklarını muhafaza eder mi, yoksa geriye dönüş mü yaşanır?” sorusu ortada duruyor.

*

Atatürk, 1937 yılında, bir kul olduğunu unutup haddini bilmezlik sergileyerek şöyle mantıksız ve tutarsız sözler sarfetmişti:

“Bizim devlet idaresindeki ana programımız, CHP programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.”

Biz, Atatürkçü değiliz.

İlhamımızı, hayatı da yaratan Allahu Teala’nın yüce kitaplarındaki mutlak hakikatler (dogmalar) dışında bir yerde aramaktan yine Allahu Teala’ya sığınırız.

“Hayat”a gelince, domuzların yaşadığı şey de sonuçta bir hayattır.. Pislik böceklerinin de bir hayatı var. 

Pislik böceğinin "doğrudan doğruya hayattan" alacağı ilham ve bu ilham üzerine bina edeceği prensip/ilke ne olabilir?. Senin pisliğe batmış hayatın bir başkasına dayatacağın ilkenin hareket noktası ve esası olabilir mi?! Pislik böceği, kendi sübjektif/öznel ufkuyla sınırlı hayatından aldığı zevki diğer canlılar için de ilke haline getirmeye yeltendiğinde mazur görülebilir mi?! Hele bir de bu iğrenç hayvanî hayatıyla gururlanıp onu yaratan ve nasıl beslenip nasıl üreyeceğini takdir edenin sonsuz kudreti ve ilmine karşı küstahlık sergilerse onun bu dipsiz cehaleti için ne demek gerekir?

Hayatta ne yok ki, ne ararsan var.. Yeter ki iste, kafana göre birşeyler bulursun.. İyilik de kötülük de, pislik de temizlik de, yücelik de alçaklık da var hayatta.

Atatürk bilim ve felsefeden birazcık anlasaydı normların olgulardan çıkarılamayacağını, “olguların/hayatın” bizzat kendisinin norm olamayacağını idrak edebilirdi.

Ne yapalım, adamın aklı izanı idraki bu kadarcıkmış.

Onun için, aklını kullanmak yerine Atatürk’ü "sorgulanamaz" put yapanlara, Kur’an-ı Kerim‘den aldığımız ilhamla şöyle diyoruz:

“Hani İbrahim bir vakit, babasına ve milletine şöyle demişti: Gerçekten ben sizin taptıklarınızdan uzağım.

“Ben ancak beni yaratana taparım. Hiç şüphesiz O, beni doğru yola iletecektir.”

(Zuhruf, 43/26-7)

 

SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE "AÇIK" İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39   Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasın...