UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN
KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 57
Evet, Selanikli Mustafa Atatürk’ü
Anadolu’ya gizli “özel görev”le gönderen, Sultan Vahideddin’di.
Bunu, Selanikli’nin has adamı, sofra yoldaşı
Falih Rıfkı Atay da biliyor ve söylüyordu:
“Falih
Rıfkı Atay da Mustafa Kemal’i Anadolu’ya Vahdeddin’in gönderdiği görüşündedir
ve bu görüşlerini 19 Mayıs 1957 tarihli Dünya gazetesinde
yazmıştır.”
(Abdurrahman
Dilipak, Cumhuriyete Giden Yol, 7. b., İstanbul: Beyan Y.,
t. y., s. 146.)
Bu bir görüş değil, tarihî gerçektir..
O günleri yaşamış olan herkesin
bildiği bir gerçek:
“Geçenlerde
bana, Birinci Dünya Harbinden tanıdığım bir ahbap geldi. O vakitler, İttihat ve Terakki sürgünlerindendi. [Birinci Dünya
Savaşı’nın bitmesiyle başlayan] Mütareke [ateşkes] devrinin Saray ve
Hürriyet ve İtilaf [Partisi hükümeti] tarafını yakından ve içinden görmüş
olanlardandır. Bana anlattığına göre Vahideddin, Mustafa Kemal’in
gerçekten memlekette faydalı şeyler yapabileceğine inanarak onu Ordu
Müfettişliğine yollamıştır. Padişah [henüz] veliaht iken,
Almanya’ya Mustafa Kemal ile birlikte gitmişti. Bu seyahat sırasında Mustafa
Kemal Almanya’nın durumu ve gelecek hadiseler üzerine ne söylemişse, sonradan
olduğu gibi çıkmıştı. Vahideddin’in kendisine
güvenmesinin sebebi bu idi. [Sevmediği İttihatçı liderler]
Enver ve arkadaşlarının aleyhinde olduğunu da biliyordu.”
(Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 143-4.)
Eger Anadolu’ya kimin gönderileceği, kimin görevlendirileceği konusunda son karar mercîi Osmanlı hükümeti (bakanlak kurulu) olsaydı, Selanikli’nin
şansı yoktu.
Kâzım Karabekir gibi daha uygun isimler vardı.. (Ki Karabekir, Selanikli'den bir ay önce, bir direniş hareketi örgütlemek için kendi inisiyatifi ile gönüllü olarak Erzurum'a gitme fedakârlığı göstermişti.)
Selanikli'nin gönderilmesinin nedeni Vahideddin’den
“torpilli” oluşuydu.
Son sadrazamlardan Mareşal Ahmet İzzet
Paşa da aynı hususu vurgulamaktadır (Ki Selanikli, önceki bölümlerde
aktardığımız gibi, mütareke sırasında İstanbul’a gelince Tevfik Paşa yerine Mareşal Ahmet İzzet Paşa’nın tekrar sadrazam olması için çok entrika çevirmiş fakat
başarılı olamamıştır):
“M. Kemal Paşa, istediği kadar Padişah’ın özel memuru olarak bu
işe başlamış olduğunu inkara savaşsın. Benim bu hususta kanaatim sağlamdır. Çünkü kendisine verilen yetki, şimdiye kadar hiçbir faniye
nasip olmamış bir genişlikteydi. Kendi teftiş dairesindeki askeri kıt’alardan
başka komşu kolordulara ve bütün Anadolu vilayetlerine emri geçerli olacak,
memurları istediği gibi görevinden alacak veya tayin edecektir.
"Benim bildiğim Babıali (Başbakanlık) bu
gibi işlerde, özellikle askerlerin yöneticileri hükmü altına alması meselesinde
çok kıskançtır. Hele gurur ve kıskançlığı delilik derecesinde
olan (Damat) Ferit Paşa’nın Sadaret (sadrazamlık/başbakanlık) makamında
(bile) olmayan yetkileri başkasına bahşetmek istemesi, doğal olmayan bir
durumdur.
"Bu tarihlerde eski politikasının ilkelerini değiştirerek güya
halka hoş görünmek ve güven vermek için, Tevfik Paşa’yla benim
kabinelerimizin (bakanlar kurullarımızın) seçtiği ve tayin ettirdiği on iki
nezaretsiz (bakanlıksız) bakanın katılmasıyla oluşturulan kabinenin içinde ben
de vardım. Mustafa Kemal Paşa’nın müfettişliğe tayinini içine alan ve
yetkilerini belirleyen belge görüşülüp tasdik olunmak üzere Vükela
Meclisi’ne (Bakanlar Kurulu’na) verildiği tarihten bir hafta on gün
önce Paşa fermanını, yetki mektubunu taşıyarak hareket etmiş
bulunuyordu.
"Bu haller açıkça gösterir ki bu memuriyet resmî hükümetin değil, Padişah‘ın
düşüncesinin ürünü ve tedbirinin eseridir. Babıali ve Harbiye Nezareti (Savunma
Bakanlığı) Saray’dan aldıkları işaretle bunu uygulamaya koymuşlardır.
"Fakat bu gerçeğin gizlenmesi, M.
Kemal Paşa’ca olduğu kadar, sinsi Padişah’ca da gerekliydi. (Mustafa Kemal)
Paşa, büründüğü esrarlı kisveye, gelecek için beslediği emeller ve hayallere uymaması
yönünden (yüzünden) Saray’a bağlılığını gizlemek, memur ve mensubu olduğu
hükümdara karşı işlediği iğfal (aldatma), sözünden cayma, küfran-ı nimet gibi
basitlikleri halkın gözünden saklamak, hiç olmazsa hafifletmek istiyor, Padişah da ne
şekilde olursa olsun, bir kimse tarafından aldatılmış olmayı
(aldatıldığını itiraf etmeyi) kibrine yediremiyor, bir yandan da yabancılarca
el altından [onlara] oyun yapmak istediğinin anlaşılmasından korkuyordu.”
(Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, C. 2,
İstanbul: Nehir Y., 1993, s. 214.)
Olayın özeti bu..
*
Bir başka tanıklık Selanikli’nin özel
uşağı Cemal Granda’ya ait:
“Öte yandan ‘Atatürk’ün
Uşağı İdim’ kitabını yazan Cemal Granda bizzat Atatürk’ten ‘Beni millî mücadeleyi
başlatmak üzere bunca paşa arasından seçip Anadolu’ya gönderen Vahdettin’dir’
dediğini kaydediyor.” (Dilipak, s. 144.)
Granda’nın ifadeleri şöyle:
"BİR gün Ankara’da Gazi Orman Çiftliği‘ndeki Marmara Köşkünde sofracı Saip’le
oturmuş, konuşuyorduk. Can sıkıntısından konudan konuya atlıyorduk. Kapı
aralıktı. Salonda Atatürk, Cevat Abbas‘la derin bir
konuşmaya dalmıştı. Onlar kendi âlemlerinde, biz kendi âlemimizdeydik. Saatler
ilerliyor, zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyordu.
"Saip her fırsatta
Atatürk’ü sevdiğini, O’nun için her şeyi göze alabileceğini ileri sürüyor,
bense ona:
"— Sen Gazi’yi pilavıyla
hoşafı için seviyorsun. Bense kafasına, düşüncelerine, başardığı işlere
hayranım… Diye takılıyor, sonra şöyle ekliyordum:
"— Savaşta yararlık gösteren bir sürü paşayı sevmiyorsun da yalnız
Ata’yı seviyorsun. Bu doğru mu?
"Arkadaşım aksini ileri
sürüyor, bense onun dalına basmak için adamakıllı sesimi yükseltiyor, sonra
kızışına kıs kıs gülerek bakıyordum.
"Biz böyle tartışmaya
dalmış çekişe duralım, Atatürk sesimizi duymuş, zile bastı, bizi çağırdı. İçeri
girdim:
"— İçerde kahvehane mi
kurdunuz? Nedir bu gürültü… diye çıkıştı.
"Hiç sesimi çıkarmadan
başımı önüme eğip biraz bekledim. O tekrar konuşmasına dalınca da sessizce
dışarı süzüldüm.
"Atatürk, konuşmamızı
duyup ta beni çağırdığı zaman hiç durmadan Karabekir Paşa’yı öğüyordum. Bilmem ama, çocukluğumda öğrendiğim bir şarkının etkisiyle bu
askere kalben bağlanmıştım. Şarkının, daha doğrusu marşın mısralarının tekrarı,
aklımda kaldığına göre şöyleydi:
"«Çelik gibi kollu, Tunçtan bilekli – Türk hiç yılar mı, Türk hiç
yılar mı? »
"Aradan yıllar geçtiği
halde bu şarkı hiç aklımdan çıkmamıştı. Aklıma geldikçe mırıldanmadan
yapamazdım.
"O akşam Çankaya Köşkü’ne döndüğümüzde Atatürk bana :
"— Sen benim Büyük Nutuk’umu okudun mu? Dedi.
"— Okumadım efendim, diye
karşılık verdim. Sonra tekrar sordu :
"— Kütüphanenin
neresinde, biliyor musun?
"— Biliyorum, bir
pırlanta mahfaza içinde olacak.
"— Öyleyse al getir…
"Hemen yukarı koştum.
Kütüphaneye girerek etajerin camını sürüp, Nutuk’u mahfazasından çıkardım, aşağıya indirdim. İçimde ne yalan
söyliyeyim, bir korku vardı.
"O sırada sofrada
bulunan Ruşen Eşref Ünaydın’a Nutuk’u verdim. Ruşen
Eşref, Nutuk’un sayfalarını
çevirdi, çevirdi, Kâzım Karabekir’e ilişkin bölüme gelince durdu. Atatürk’ün
yüzüne baktı. Ben yukarı gidince, o günkü olayı konuştuklarını anlamıştım. Sonu ne olacak,
altından ne çıkacak diye merakla bekliyordum.
"Atatürk, Ruşen Eşref Ünaydın‘a dönerek :
"— Oku… Dedi. Sonra
bana baktı:
"— Sen de dinle… diye
ekledi.
"Ruşen Eşref Ünaydın’ın
okuduğu bölümleri büyük bir dikkatle dinliyordum. Atatürk te aynı ilgiyle
dinliyor, sanki o günleri yeniden yaşar gibi oluyordu.
"Gözleri değişmeyen bir
noktaya saplanmıştı. Okuma işi bittikten sonra bu konu üzerinde Atatürk’le
Ruşen Eşref Ünaydın arasında bir konuşma başladı. Can kulağıyla dinlediğim
konuşma, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’na
başlayışının hikayesiydi.
"Atatürk, son Padişah Vahidettin tarafından Saraya çağırılmıştı. Kabul sırasında Vahidettin
ilk olarak ona şu soruyu sormuştu :
"— Şu gördüğünüz düşman
gemilerini buradan nasıl çıkarabilirsiniz?
— O gördüğünüz
zırhlılar karada yürümez.
"— Peki bu işi nasıl
yapabilirsiniz?
"— Emredersiniz.
"— Ne yaparsanız yapın, fakat bunları buradan kovun…
"Ve kendisine şu görevi veriyor:
"— Yanınıza çalışabileceğiniz maiyetinizi (adamlarınızı) alınız. Samsun’a hareket ediniz. Yarın Bandırma vapuru hareketinize
hazırdır. Şark vilâyetleri askerî müfettişi olarak yola çıkın. Allah yardımcınız
olsun…
"Padişah Atatürk’ün
elini sıkıyor. O da Saraydan ayrılıyor."
(Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri: Atatürk’ün Oniki Yıl Hizmetini
Gören Cemal (Çelebi) Granda’nın Hâtıraları, haz. Turhan
Gürkan, İstanbul: Fer Yayınları, 1971, s. 164 ve devamı.)
Cemal Granda’nın ifadeleri böyle..
Granda, Selanikli'den yaptığı nakiller çerçevesinde Vahideddin’in Selanikli’ye verdiği altınlardan da
bahsediyor (Ne müfettişmiş ama! 40 bin altınla gönderiliyor.. Bugünkü parayla yaklaşık 800 milyon lira.. Asgarî ücretin 17 bin lira olduğu bir zamanda "basit bir müfettiş"in cebine 800 milyon lira koyuyorsunuz):
"… Atatürk Kurtuluş
Savaşı’na başlamak üzere Samsun’a ayak basmıştır….
"Sivas ve Erzurum
Kongrelerinden sonra Ankara’ya dönüyor. Bu sırada Ali Fuat Cebesoy, bâzı
yardımlarda bulunmuştur. Vahidettin’in kendisine vermiş
olduğu yollukların da sonu gelmişti. Elde avuçta beş para kalmamıştı.
"Nereden para
bulunacağı düşünülürken Diyanet İşleri Başkanı [o günlerde Ankara müftüsü] Rifat
Hoca çıkageliyor. Hemen cebinden bin lira çıkarıyor ve Atatürk’e:
"— Paşam, şimdi sizin
paraya ihtiyacınız vardır. Bugünlük bu kadar temin edebildim. Kusura bakmayın… diye
parayı uzatıyor.
"— Bu parayı hiç
unutmam… der ve Rifat Hoca’dan sırası geldikçe öğünerek sözederdi."
(A.g.e, s. 163.)
*
Selanikli’ye Samsun yolculuğunda refakat eden ve millî mücadeleyi başlatan beş general arasında yer alan Refet Bele de hadiselerin içyüzünü Münevver Ayaşlı ve Necip Fazıl gibi isimlere açıklamış durumda:
“Refet Paşa yıllar
sonra Necip Fazıl’a konu ile ilgili olarak şöyle diyecektir:
“ ‘Şu, İtalya’da
sürünen Vahidüddin’in encamına bak! Bu talihsiz hükümdar, vatanını kurtarmak
için elinden geleni yapmış, amma sonunda kimseye yaranmamış olmak şöyle dursun,
ismi vatan hainine çıkarılmış bir bedbahttır. Ben onun, Mustafa Kemal’i bu işe
sevk ve teşvik eden adam olduğunu yakından biliyorum. Elbette bu hakikat bir
gün tarihe intikal edecektir.” (Dilipak, s. 145-6.)
Sultan Vahideddin’in adını “vatan
haini”ne çıkaran, Selanikli’ydi.
Selanikli, Türkiye Cumhuriyeti’nin
resmî tarihçilerine göre, yeni bir devlet kurmuş büyük bir vatansever, büyük
bir kahraman.
Ancak, Osmanlı Devleti ve Padişah
Vahideddin açısından bakıldığında, o bir hain..
İşgalci İngilizler ve müttefikleri
(Fransa ve İtalya) ile bir olup kendi devletine oyun oynayan bir entrikacı.
Olaya ahlâk felsefesi ve etik değerler
açısından bakıldığında verilecek hüküm de belli: Mareşal Ahmet İzzet Paşa’nın
söylediği gibi, “memur ve mensubu olduğu
hükümdara [ve devlete, millete] karşı işlediği iğfal (aldatma), sözünden cayma,
küfran-ı nimet gibi basitlikler” yapan, yalancılık, takiyye ve ikiyüzlülüğün dibini bulan, üstüne üstlük bir de bunu “halkın gözünden saklamak” için tarihî gerçekleri gizleyen bir dalavereci,
milleti yalanlarla avutan, kendisinin putlaştırılmasını sağlamak için halka masal anlatan, muhaliflerine kendisi aleyhinde tek bir cümle bile etme imkânı vermeyen, Karabekir'in bile kitabını toplatıp yaktıran zalim ve kan dökücü zevkperest bir despot.
*
İşin içyüzünü (Selanikli-İngiliz anlaşma ve dayanışmasını), herhangi bir “değer hükmü”ne başvurmaksızın açıklayan isim ise, Selanikli’nin sağ kolu, başbakanı, İstiklal Harbi’nin Batı Cephesi Komutanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci cumhurbaşkanı General İsmet İnönü:
"İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur."
(Milliyet Gazetesi‘nin
29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018,
s. 60.)