Bilindiği gibi bu
topraklarda İslamcılık’tan bahsedilmeye başlandığında, İslamcı diye
adlandırılan isimler kendilerini İslamcı diye tanıtıyor değillerdi.
Ancak, zihniyet
olarak Batıcılığı (laikliği, siyasal dinsizliği) ve Türkçülüğü (ırkçılığı,
ırkçı devletçiliği) savunanlara karşı İslam’ın mesajını müdafaa edenlere bu Batıcı
ve Türkçüler, İslamcı adını taktılar.
Savundukları görüşleri
de (Ki İslam diniydi) İslamcılık olarak adlandırdılar.
Bu, onlar açısından
işlevsel, etkili ve faydalı bir adlandırmaydı, çünkü sıkıştıklarında
kıvırabiliyor, “Bizim İslam dinine birşey dediğimiz yok, bizim derdimiz İslamcılık
ideolojisiyle; İslamcılık bir ideolojidir, İslam’ın kendisi
değildir” diyebiliyorlardı.
Bir yandan İslam
düşmanlığı yaparken diğer yandan yapmamış ayağına yatabiliyorlardı.
*
Batıcılık, kolay ve zahmetsiz bir ideolojiydi.. Batı’da ne varsa hiç düşünmeden
ithal etme, kafayı çalıştırmadan alma ve taklit etme esasına dayanıyordu.
Batılı efendileri güçlüydü, dolayısıyla Batıcılık güçlülerin ideolojisi ve dünya görüşü demek oluyordu. Batıcılığı savunuyor olmakla otomatik olarak güçlülerin safında yer almış bulunuyor, kendilerini değerli hissetmenin keyfini yaşıyorlardı.
Evet Batıcılık
kolaydı, zahmetsizdi, risksizdi, kafayı çalıştırmayı gerektirmiyordu, Afrikalı
kıllı bir maymun zekâsı bu taklit ameliyesi için yeterliydi.. Türkiye’nin
Batıcılarında da o kadarcık zekâ vardı.. Hatta, haklarını yemeyelim,
maymunlardan az biraz daha zeki idiler.
Türkçülük ise, taklit için gereken maymun zekâsını bile gerektirmiyordu.. Bir
maymunun maymun olmaktan mutlu olması türünden bir duygusallık yeterliydi..
"Kendi kendilerine hayran" olmanın dışında savundukları (tefrik
edici) sabit bir ilke ve görüşleri yoktu, hiçbir zaman da olmadı.
İşte bu iki taife,
Batıcılar ve Türkçüler, İslam’ın mesajını savunanları İslamcı olarak
adlandırdılar ve İslamî hakikatleri Batıcı-Türkçü safsata ve zırvalara
cevap olacak şekilde çağın diliyle ifade etme faaliyetini İslamcılık olarak
adlandırdılar.
Ancak, İslam’ı Batıcılığa
ve Türkçülüğe karşı savunanlar, kendilerini İslamcı olarak adlandırmıyor ve
savundukları görüşleri İslamcılık adı altında dile getirmiyorlardı.
Bu, Batıcı-Türkçü
taifenin adlandırmasıydı.
*
Cumhuriyet dönemi, Batıcılık ile Türkçülük ideolojimsilerinin
izdivacına sahne oldu.
Türkçülük,
Batıcılık’taki duygu eksikliğini, Batıcılık da (ithalatçılığı ve taklitçiliği
sayesinde) Türkçülükteki görüşsüzlüğü telafi ediyordu.
Bu bir yandan onlara
Batılılardan farklı olduklarını söyleme imkânını veriyor (Batılı değil
Türktüler), diğer yandan da Batılılardan aşağı olmadıklarına, onların çağdaş
uygarlığını yakalayacak taklit ve adaptasyon yeteneğine sahip bulunduklarına
inanmalarını sağlıyordu.
Evet, Cumhuriyet’in
resmî ideolojisi (ideolojimsisi) Batıcı Türkçülük’tü.. Ya da Türkçü
Batıcılık..
Böyle olduğu için,
Batı ile entelektüel ve ideolojik düzeyde hesaplaşma ve ona
meydan okuma gibi bir dertleri yoktu.. Dertleri Batılılaşmaktı, bunun için de
taklitçilik becerilerini geliştirmeleri, taklitçiliği refleks haline
getirmeleri gerekiyordu.
Düşünce ile refleks
bir arada olmazdı, işin içine düşünce (kendi hareketlerini sorgulama) girdiğinde tökezlerdiniz.. Refleksin
dinamiği düşüncesiz bir otomat (bir tür zombi) gibi davranabilmekten ibaretti..
Bu yüzden Batıcılar,
maymun zekâsına bile sahip olmayı gereksiz gördüler, zombileştiler.. Sadece maymun topluluğu
gibi hep bir ağızdan çığlık atma becerileri gelişti.. İşe de yarıyordu, orman
kanunuyla yönetmeyi arzuladıkları cennet vatanda çığlıklarıyla herkesi korkutmayı
ve ürkütmeyi başarıyorlardı..
Bu toplu tiz çığlık
seansları özellikle İslamcılıkla mücadele konusunda işlerine çok yarıyordu.
*
İslamcılık’la mücadele, Cumhuriyet’in tek partili yıllarında kanun zoru ve kaba kuvvet eşliğinde gerçekleştirilmeye çalışıldı.
Çok partili dönemde ise “derin” oyunlar sahnelenmeye başlandı.
Dindar kesimin içine yerleştirilen ya da onların
arasından satın alınıp angaje edilen nüfuz (tesir, etki) ajanları marifetiyle
İslamcılığa “içeriden” de savaş açıldı.
Bu, yerli-milli beşinci
kol faaliyetiydi..
Hedef Batılılaşma
olduğu için bütün hesaplar Batı'yla entegrasyon ve "onlarla birlik ve
beraberlik" içinde olma üzerine kurulmuştu.
"Ne kaa ekmek, o
kaa köfte" hesabı, ne kadar İslamcılık'la mücadele, o kadar Batılılaşma
yaşanıyordu.
İslamcılığa karşı
"içeriden" yürütülen (dindar görünümlü) savaş, özellikle komünizmin
çöküp Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra daha bir arttı.
Bu İslamcı olmayan "görevli" müslümanlar, (sözümona ideoloji olması gerekçesiyle) İslam-cılığa
karşıydılar.
Fakat, her ne kadar
söylemiyorlardıysa da, (en azından görev gereği) bir ideolojileri vardı, “devletçilik".
*
Ancak, bu "kullanışlılar", kendilerini devletçi olarak
adlandırmıyorlardı.
Söylediklerine göre,
sadece müslümandılar.. Milliyet-çiliğe de itirazları yoktu..
Fakat, İslam-cı
değildiler.. İslam-cılığa karşıydılar..
Kendilerini “devletçi”
olarak adlandırmıyorlardı, fakat onlara yakışan en uygun isim “devlet-çi” idi.
İdeolojileri de ancak
“devletçilik” olarak isimlendirilebilirdi.
Nasıl İslamcı olarak
adlandırılan, İslamcılık yaptıkları söylenen isimler böyle bir isimlendirme ile
ortaya çıkmamıştıysalar, bu devletçiler de faaliyetlerini devletçilik olarak
adlandırmadılar.
İdeolojilerinin
devletçilik olduğunu söylemediler..
“Devletimize
bağlıyız” demekle yetindiler.. Laik (siyasal dinsiz) devletleri hesabına
İslamcılığa savaş açtılar.
Böylece, İslamcı
olmadıkları kendi itirafları ile ortaya çıkmış oluyordu.. Yine, söylemleri,
onların ancak devletçi olarak adlandırılabileceklerini, ideolojilerinin
devletçilik olduğunu ortaya koyuyordu.
Fakat, “derin oyun”
gereği dindar pozlar veriyorlardı.
Ve bunlara azgelişmiş
zekâlı dindar tipler, dindar kitleler aldandılar..
*
Konuya devam edeceğiz inşaallah..