İSLAM'IN AKLI, LAİK ATATÜRKÇÜLÜĞÜN AKILSIZLIĞI

 




Merhum İskilipli Mehmed Âtıf Hoca'nın hacimce küçük (Osmanlıcası sadece 29 sayfa) fakat değerce çok büyük bir eseri var: Frenk Mukallidliği ve Şapka (Avrupalı Taklitçiliği ve Şapka) (İstanbul: Kader Matbaası, 1340).

İdamına neden olan kitap..

Eserde dört adet bölüm başlığı ya da ara başlık mevcut: Taklid, iman ve küfür, şiâr-i küfür (küfür alâmeti/sembolü/simgesi/nişanesi), cevap.

İlk birkaç cümle usûlüddîn (dinî ilimlerin metodu/yöntemi, temel ilkeleri) çerçevesinde bilinmesi gereken gerçekleri veciz bir biçimde hülasa ediyor.

Tahkîkî iman ve taklîdî iman, dinde aklı kullanmanın önemi, mezhebe tâbi olmanın gerekçesi gibi hususlar özlü bir biçimde aktarılıyor.

Bu yazımızda söz konusu ilk cümleleri konu edineceğiz.

*

Taklîd başlıklı ilk bölümün ilk cümlesi "Mukallid, taklid eden demektir" şeklinde.

İkinci cümle ise taklid kelimesinin tanımını veriyor (s. 3): 

"Taklid: Hüsnüzan edip muhik olduğunu itikad etmek sebebiyle bir kimseye itikatta, kavilde, fiilde, sûret ve sîrette bilâdelil ittiba ve iktida eylemek ve ona benzemek demektir."

Bugünkü Türkçe'ye şöyle aktarılabilir: 

Taklit, hüsnüzanda bulunup haklı (hakkı/hakikati bulmuş) olduğuna inanma nedeniyle bir kimseye inançta, sözde, eylemde (davranış, hareket ve amelde) delilsiz olarak tâbi olma, uyma ve benzeme demektir. 

Burada anahtar kavram delil..

*

Eserin üçüncü cümlesi ise şöyle: "Şer'-i şerîf (Şeriat) nazarında alelıtlak taklid câiz değildir."

İnternette kitabın sadeleştirilmiş metnine de ulaşılabiliyor (Hazırlayıp paylaşanlardan Allah c. c. razı olsun). Orada bu cümlenin şöyle sadeleştirilmiş olduğunu görüyoruz: "İslâm’da genellikle taklid câiz değildir."

Ancak, ifadenin asıl anlamı bu değil. 

Alelıtlak ('alâ el-ıtlak, ıtlak üzere), bugünkü Türkçe'de genellikle kelimesiyle kastedilen manaya gelmez. 

Genellikle denildiğinde "çoğunlukla" anlamı kastedilir. 

Itlak, mutlak kelimesiyle aynı kökten geliyor. Mutlak, mukayyed (kayda tabi, sınırlanmış) olmayan demektir.

TDV İslâm Ansiklopedisi'nin "Mutlak" maddesinde şöyle deniliyor:

... mutlak ve mukayyed, lafzın delâletinin vasıf, şart, zaman, mekân gibi kayıtlarla sınırlandırılmış olup olmadığını belirten bir kavram çiftidir. Mutlak için “gayri muayyen bir ferdi veya fertleri gösteren, ve herhangi bir sıfatla kayıtlanmış olmayan lafız”, mukayyet için de “gayri muayyen bir ferdi veya fertleri gösteren, ve herhangi bir sıfatla kayıtlanmış olan lafız” şeklinde bir tanım verilebilir. Meselâ “adam, kitap, öğrenci” kelimeleri mutlak iken bunlara “imanlı adam, dürüst adamlar, kıymetli kitap, el yazması kitaplar, terbiyeli öğrenci, çalışkan öğrenciler” şeklinde bazı kayıtlar konduğunda mukayyet olur.

Mesela kitap kelimesi mutlak olduğu için kayıtlanmamıştır. Kıymetli kitap denildiğinde kayıtlanmış, mukayyed olmuştur, fakat "mutlak"ta olduğu gibi yine "gayri muayyen"dir, yani belirli bir kitabı ifade etmez. Bu da yine genel bir lafızdır, genellik gösterir. 

Alelıtlak ('alâ el-ıtlak) için genellikle karşılığını kullandığımızda, "takyid edilmeme, kayd u şarta tabi olmama" anlamı kaybolur. Çünkü "mukayyed" de, "kıymetli kitap" örneğinde görüldüğü gibi genellik ifade eder. 

Mesela bir kimse "Ben sporu severim" dediğinde, bir kayıt getirmemiş olduğu için buna alelıtlak mana verilir ve bütün spor dallarını sevdiği anlamı çıkar. Uzakdoğu sporları denildiğinde kayıtlanmıştır, fakat yine (mesela judo gibi) muayyen bir "fert" söz konusu değildir, ifade geneldir.

*

Yine mesela Lord Acton'un "Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır" şeklindeki sözünde mutlak güç ile kastedilen, bir kayıt ve sınıra tabi tutulmayan güçtür.

"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" (Hakimiyet bilâ kayd u şart milletindir) lafının durumu da aynı. 

Hakimiyet için hiçbir kayıt ve şart tanımamak, hakimiyet denilince akla gelen herşeyi millete mal etmek demek olur.

Tabiî bu söz, İslamî açıdan kabulü mümkün olmayan Fransız icadı bir hurafeden ibarettir. (Akıl da kabul etmez, çünkü ferdi/bireyi yok sayan, onun iradesini içinde bulunduğu "sürü"ye bırakan, böylece onu şahsiyetsizleştirip hayvan derekesine indiren, birey üzerindeki sürü hakimiyetini kayıt ve şarttan azade mutlak bir despotizme dönüştüren faşistçe bir ifadedir.)

İtikadî açıdan da tehlikelidir, şirk demek olur. Yani bu sözü mutlak olarak aldığınızda, takyid etmediğinizde küfrün ve şirkin daniskasıdır. 

İslam'a göre hakimiyet, ancak, Allahu Teala'nın emir ve yasakları ile kayıtlı biçimde milletin olabilir.

*

Ancak, bu lafı vird-i zeban edinenler de aslında milletin hakimiyetine kayıt ve şart getirmekten geri durmuyorlar.

Mesela Türkiye'de milletin hakimiyeti ancak Atatürk ilke ve inkılapları denilen kayıtlama, sınırlama ve şartlar çerçevesinde geçerli kabul edilir.

"Hakimiyet kayıtsız şartsız milletinmiş, o halde millet olarak Atatürk ilke ve inkılapları yerine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin ilke ve inkılaplarını istersek buna kimse karışamaz" diyemezsiniz.

Çünkü cebinizdeki hakimiyet banknotu aslında kalpazanların basıp elinize tutuşturdukları kalp paradır. Kendinizi zengin zannederek mutlu olmanızı sağlayabilir, fakat pazarda geçmez. 

Çünkü Türkiye'de yerlerin ve göklerin yaratıcısı Allahu Teala'nın emir ve yasaklarının yerini, Ali Rıza'nın Zübeyde'den olma (şimdi cansız bir ceset olan) oğlu Mustafa'nın emir ve yasakları almıştır.

Tabiî bir de, milletin hakimiyet hakkını seçimler yoluyla vekillerine devrettiği kabul edilir. Millet seçimden seçime sandığa gider, diğer zamanlarda hakimiyet bakımından dımdızlak ve cascavlaktır.

Vekillerin hepsi değilse de bazısı "kayıtsız ve şartsız" olduğu söylenen hakimiyet nimetinden bir başka seçime (bir de birileri çıkıp darbe yapıncaya) kadar doyuncaya, aksırıncaya, tıksırıncaya kadar faydalanırlar 

*

Demek oluyor ki, merhum Atıf Hoca'nın "Şer'-i şerîf (Şeriat) nazarında alelıtlak taklid câiz değildir" şeklindeki ifadesi, genel olarak her tür taklidin İslam nazarında mezmum olduğunu, caiz görülmediğini ifade ediyor.

İslam, insanın şahsiyetli olmasını, kişiliğini korumasını, aklını kiraya vermemesini, hakikati kendisinin arayıp bulmasını istiyor.

Bu, hiç kimseden birşey öğrenilmemesi anlamına gelmiyor. Salt hüsnüzanla "Bu adam büyüktür, filozoftur, düşünürdür, zekidir, şöyledir böyledir" denilerek tâbi olunmasını yasaklıyor. 

Şahıslara değil fikirlere, iddialara değil, o iddiaların dayandığı delillere bakılmasını istiyor.

*

Bir sonraki cümle:

"Ezcümle, mücerred nazar ve istidlal ile vukuf mümkün olan usul-ü itikadiyye ve esasat-ı İslamiyye'de mucizat ile müeyyed olan Rasul-ü Zişan sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden başka hiçbir kimseyi taklid caiz değildir."

Bugünkü Türkçe'ye şöyle aktarılabilir:

"Topluca ifade etmek gerekirse, yalnız teorik düşünce ve delillendirme ile bilinmesi mümkün olan inanç asılları ile İslam esasları söz konusu olduğunda mucizeler ile desteklenip doğrulanmış olan Rasulullah s.a.s. efendimizden başka hiçbir kimseyi taklid caiz değildir."

Bunun nedeni, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in dinî konulardaki açıklamalarının, Necm Suresi'nde belirtildiği üzere vahiy kaynaklı oluşudur (53/1-4).

Battığı zaman necm'e (o yıldıza) and olsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve azmadı!

Ve (o, nefsinin) arzu(sun)dan konuşmuyor!

O (söyledikleri) bildirilen vahiyden başka bir şey değildir.

Peygamberlerin peygamberliklerinin delili mucizeleridir. 

Atıf Hoca'nın kitabının internetteki sadeleştirmesinde ise şöyle deniliyor:

Mesela sadece görerek veya bazı delillerle izah edilebilecek olan itikâdî usuller ve İslâm esaslarının uygulanmasında, mucizelerle desteklenmiş olan Resul-i Ekrem (S.A.V.) efendimizden başka hiç bir kimseyi taklid caiz değildir.

Böylece anlam bir ölçüde bozulmuş durumda. 

Metindeki "nazar", bildiğimiz görme değil. Nazar var, nazar var, mesela "Nazar haktır" şeklindeki hadîs-i şerîfte geçen nazar, göz değmesidir, bildiğimiz görme değildir. Atıf Hoca'nın kastettiği nazar ise, bir Kelâm ilmi terimi/ıstılahıdır.. "Akıl yürütme, teorik düşünce" demek oluyor. Nitekim TDV İslâm Ansiklopedisi'nin "Nazar" maddesinde şu tanım verilmiş: "Bilinmeyeni elde etmek için bilinenleri bir kurala göre sıralama anlamında bir terim." Burada söz konusu olan, akıl yürütme.

Aynı ansiklopedinin "Ehl-i nazar" maddesinde ise şöyle deniliyor:

Ehl-i nazar (ehlü’n-nazar) tamlaması, ehl kelimesiyle “bilinmeyeni elde etmek için bilinenleri belli bir kaideye göre sıralama” anlamındaki nazar kelimesinden meydana gelmiştir. ...

Ehl-i nazar, zamanla ehl-i re’y tabirinin fıkıh alanında ifade ettiği mânayı kelâm ve felsefe alanlarına aktaran bir tabir haline gelmiş ve ilmî konularda ciddi araştırmalarda bulunarak görüş belirten bütün âlim ve düşünürleri kapsamı içine almıştır. Ayrıca değişik kaynaklarda ehl-i nazar yerine “ehlü’l-kelâm, ehlü’l-bahs ve’n-nazar, ehlü’l-kıyâs, ashâbü’n-nazar” gibi terkipler de kullanılmıştır. ...

İstidlal de aklî ve naklî deliller getirme demektir. Söz konusu ansiklopedide şu tanım verilmiş: "Bir veya birden çok önermeden başka bir önerme çıkarma, akıl yürütme anlamında mantık terimi."

Merhum Atıf Hoca'nın demek istediği şu: Akıl yürütme, düşünme, aklî ve naklî delillerle bilgi sahibi olma mümkün olduğu için, dinî konularda hiç kimseyi taklid caiz değildir. Ancak, Rasulullah Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin durumu farklı, çünkü o, mucizelerle doğrulanmıştır.

*

Sonraki cümleler: 

"Bu babda her ferd icmalen veya tafsîlen müstedil olmak lazım ve vaciptir. Binaenaleyh istidlal kudretini iktisab etmeyen günahkâr olur."

Günümüz diliyle:

"Bu noktada her bireyin özet olarak veya ayrıntılı biçimde delil getirici olması lazım ve vaciptir. Bundan dolayı delillendirme kudretini kazanmayan günahkâr olur."

Yani herkes dinî inanç ve amelleri hususunda kısaca veya ayrıntılı biçimde delil getirebilmelidir. Bu gereklidir, dinen vaciptir. Bu seviyeye gelmemek günahtır.

Buradaki vacip, farz olma demek oluyor, farz-ı ayn. Hanefî mezhebi ıstılahındaki vacip değildir.

*

Merhum Atıf Hoca'nın bir sonraki cümlesi:

"Fakat umûr-u ibâd muattal olmamak için yalnız fürû-'u şer'iyyede yani ibadat ve muamelatta derece-i ictihada vasıl olmayanların müctehidleri taklîdi zarureten meşrû kılınmıştır."

Bugünkü Türkçe'yle:

"Fakat, kulların işlerinin atıl (işlemez, kullanılmaz, yapılmaz) hale gelmemesi için yalnız Şeriat'in fürûatında, yani ibadetler ile muamelelerde (dünyevî iş ve işlemlerde) ictihad derecesine (ayet ve hadîslerden hüküm çıkarabilecek donanıma) ulaşamayanların bunu yapabilen müctehidleri (dört mezheb imamı gibi fakihleri) taklidi zaruret dolayısıyla caiz görülmüştür."

Görüldüğü gibi Şeriat'in fürûatından kastedilen, bütün ibadet ve muameleler.. Ceza hukuku, medenî hukuk vs. de bu muamelata dahil. Fürûat olmayan kısım ise itikadî esaslar. 

*

Dikkat edilirse, merhum Atıf Hoca ibadet ve muamelattan (dinin ibadetler dışındaki hükümlerinden) bahsetti, fakat itikaddan hiç söz etmedi.

Konu TDV İslâm Ansiklopedisi'nde şöyle anlatılıyor:

İslâm inancının temel unsurları hakkında taklidin geçerli olup olmaması erken dönemden itibaren çeşitli disiplinler altında işlenen bir tartışma konusu olmuştur. Genellikle usûlü’d-dîn veya itikad olarak adlandırılan bu unsurlar bazı geç dönem eserlerinde genişletilip “akliyyât” kavramıyla ifade edilmiştir. İtikadın temel meselelerinde tefekkür etmenin her müslümana yönelik bir emir olduğu birçok âyet ve hadisle sabittir. Buna göre kişinin kendi akıl yürütme süreci neticesinde Allah’ın varlığı ve birliği, Hz. Muhammed’in peygamberliği ve âhiretin varlığı gibi icmâlî iman esaslarına ulaşması kelâm mezhepleri tarafından esas kabul edilmiştir. Kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu itikadın temel unsurlarında taklidi câiz görmemekle beraber mukallidin imanının sahih olduğunu, ancak tefekkürü terkettiği için günahkâr sayıldığını belirtmektedir; çünkü iman sonuçta tasdik unsuruna irca edilmekte ve mukallidin imanında tasdikin asgari derecede gerçekleşme şartlarının yerine getirildiği kabul edilmektedir. ... bu meselede mukallid kavramıyla İslâm toplumundan uzakta yaşayan, evrenin var oluşu ve yaratıcısı hakkında hiç düşünmemiş insan kastedilmektedir. Buna göre İslâm toplumunda yaşamak veya herhangi bir olay ya da nesne karşısında Allah’ın varlığını hatırlamak bile taklid çerçevesinin dışında değerlendirilmek için yeterli görülmektedir. Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’den mukallidin imanının sahih olmadığı yönünde rivayet edilen ifadeler, birçok müellif tarafından gerek onun diğer görüşleri gerekse kendisinden sonraki Eş‘arîliğin gelişim çizgisi dikkate alınarak mukallidin mümin olmadığı değil imanı bulunmakla beraber kâmil mânada gerçekleşmediği şeklinde yorumlanmıştır. ...

*

Merhum Atıf Hoca sözlerini şöyle sürdürüyor:

Şu kadar ki emr-i dinde mutemedun aleyhi olan nusûs-u şer'iyyeye muhalif olan hususlarda "Lâ ta'ate li mahlûkin fî ma'siyeti'l-Hâlikı" = "Halik'a masiyet olacak işde mahluka itaat olunmaz" hadîs-i şerîfi mukteza-yı münîfince  ne bir müctehidin, alimin, şeyhin, ne de hulefa, umera, hukema, felasifenin itikâdâta, ibadet ve muamelâta, ahlak ve âdâba dair sözlerine, fiillerine ittiba, inkıyad, taklid ve teşebbüh katiyyen caiz değildir.

 Bugünkü Türkçe'yle:

Şu kadar ki, din işinde kendisine güvenilip dayanılan Şeriat nasslarına (manası açık ayet ve hadîslere) aykırı olan hususlarda, "Yaratan'a isyan olan işte yaratılmışa itaat olunmaz" hadis-i şerifinin yüce gereğince ne (mezhep imamları gibi) bir müctehidin, alimin, şeyhin ne de halifelerin (İslam devletinin başkanlarının, başlarının), emirlerin/yöneticilerin, hüküm ve otorite sahiplerinin, filozof ve düşünürlerin inanç esaslarına, ibadet ve muamelata (insanlar arasındaki sosyal, ekonomik ve siyasal ilişkilere), ahlâk ve adaba (gelenek ve göreneklere) dair sözlerine ve fiillerine (eylem, amel, hareket ve davranışlarına) tâbi olma, boyun eğme, taklit etme ve benzeme kesinlikle caiz değildir.

Doğal olarak laik (dinsiz) despotizm bu sözlerden memnun olmaz. 

"Tamam" der, "müctehidleri, mezhep imamlarını, alimleri, şeyhleri, halifeleri atalım. Fakat bizim peşinden gittiğimiz yöneticiler ile filozof geçinen zerzevata söz söyletmeyiz. Onları sonuna kadar taklit edeceğiz."

Mesela bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin resmî ideolojisi tamamen bu (Atıf Hoca'nın caiz olmadığını belirttiği) ittiba, inkıyad, taklid ve teşebbüh üzerine kurulu.

İnsanlardan istenen, Atatürk ilke ve inkılapları denilen "kutsal buyruklara" aklını kullanmadan, sorgulamadan ittiba ve inkıyad etmesi, Atatürk'ü taklid ederek ona benzemesinden ibaret.

Ancak, şapka tutkunu Atatürk'leri de son tahlilde bir taklitçi.. Batı taklitçisi.. 

Dolayısıyla Atatürkçüler tavşanın suyunun suyu kabilinden taklitçinin taklitçisi durumundalar.

Akıl ve izana gelince, onu Fizan'a sürgüne göndermişler.

*

Bir de "sinir uçları" edebiyatı yapan, "Birbirimizin inançlarına, değer verdiği şahıs ve kurumlara saygısızlıkta bulunmayalım. Birarada yaşamak için bunu yapmak zorundayız" diyenler var. 

Şahsen bu ülkede "Şeriat ilke ve inkılapları" yürürlükte olsa, Atatatürk'ün adını ağzıma bile almamaya dünden razıyım. 

Vatandaşlık haklarından yararlanmak için Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini etmeye zorlandığınız bir ülkede (Ki memurlara bunun için yemin ettiriliyor, böylesi bir yemini etmezseniz milletvekili vs. olamıyorsunuz) "Birbirimizin değer verdiği şahıs ve kurumlara saygısızlık yapmayalım" demek, mevcut düzene kayıtsız şartsız itaat edin demektir.

Mekke müşrikleri de Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme böyle bir teklifle gelmişlerdi: "Putlarımız aleyhinde konuşma da, nasıl inanıyorsan inan!"

Atatürk'ün müslüman olmadığı, imanının bulunmadığı sözlerinden belliyken onun adının cuma hutbelerinde anılmasını isteyecek kadar azgınlaşan insanlar karşısında, "Bu olamaz, dinen caiz değildir, çünkü Atatürk şöyledir böyledir" dediğiniz anda otomatikman Atatürk'e saygısızlık yapmış oluyorsunuz.

Aslında bunu söylemekle Atatürk'e saygısızlık yapıyor değilsiniz, Atatürk'ün kendi kendisine saygısının olmadığını dile getirmiş oluyorsunuz, ama kim dinler..

Adam orda şöyle, burda böyle konuşmuş, birbirine tamamen zıt şeyleri menfaat için söylemiş, yalan yere sular seller gibi yemin etmiş, ve siz onun bu takiyye ve ikiyüzlülüğüne "kurmay zekâsı" diye saygı göstermek zorundasınız.

Böyle bir saçmalık olamaz.

 

SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...