ONCE UPON A TIME IN ANATOLIA: “İSTANBUL’DA HÜKÜMET OLAMADIN, GİT ANADOLU’DA OL!”

 

THE "İYİ"




THE "KÖTÜ"




VE THE "ÇİRKİN"



UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 16

 

Bundan 100 küsur yıl önce bu topraklarda devasa bir oyuncu kadrosuyla bol figüranlı bir başyapıt sahnelendi.

İngiliz prodüksiyonuydu..

Senaryoyu yazan, İngiltere’nin Dışişleri Bakanı Lord Curzon’du.

Yönetmen koltuğunda da o oturuyordu.

Aynı zamanda başrol oyuncuları arasındaydı.

Başlangıçta fazla ortada görünmeyecek, işleri yeğeni Yarbay Rawlinson, İngiliz Gizli Servisi’nin İstanbul Şefi Rahip Robert Frew (Fro), General Milne, Amiral Calthorpe ve diğer İngiliz subayları vasıtasıyla idare edecek, fakat Lozan’da sahnede bizzat boy gösterecek, İngiltere’yi kendisi temsil edecekti.

Bu bir westernization (batılılaş/tır/ma) filmiydi.

Başrol dağılımı şöyleydi:

İyi: Kâzım Karabekir.

Kötü: Lord Curzon.

Ve Çirkin: Selanikli Mustafa Atatürk.

Kadroda çok fazla yardımcı rol oyuncusu vardı, onları saymayalım.

Ancak, hikâyenin finalinde mutlu son ipini göğüsleyen, İyi değildi; Kötü ile Çirkin’in “danışıklı dövüş”le kamufle edilen “gizli ortaklığı”ydı.

*

Uğur Mumcu’nun Karabekir’den yaptığı nakiller arasında, onun, Selanikli Mustafa Atatürk’ün saltanatın kaldırılması oylamasının yapıldığı 1 Kasım 1922 tarihli konuşmasından aktardığı bölümlerin de bulunduğuna daha önce değinmiştik.

Karabekir’in “1 Kasım nutkunun mühim yerlerini okuyalım” diyerek naklettiği ifadeler arasında şunlar da var (Kazım Karabekir Anlatıyor, 17. b., İstanbul: Tekin Yayınevi, s. 69-70):

“Emr-i hilafet (hilafet işi) milel-i İslamiyece (müslüman milletlerce) en büyük maslahattır (kamu yararıdır, kamusal yarardır). Çünkü efendiler, hilafet-i nebeviye (Peygamber halifeliği) ehl-i İslam arasında rabıta (bağ) olan bir emanettir. Ve ehl-i İslam’ın kelime-i vahdet (birlik sözü) üzere içtimalarını (toplanmalarını) temin eden bir emanettir. Emanet ise Cenab-ı Hakk'ın bir sır ve hikmetidir ki teessüsü (kurulması) daima satvet (güç) ve kudret ile meşruttur (şartına bağlıdır). Ve ondan maksad-ı aslî (temel gaye) de def-i fesat (kargaşanın def’i) ve hıfz-ı asayiş-i bilâd (beldelerin düzeninin korunması) ve tanzim-i umur-ı cihat (cihat işlerinin düzenlenmesi) ile mesalih-i âmmeyi (kamu yararlarını) tanzim ve tesviyeden (düzenleme ve düzeltmeden) ibarettir.”

Görüldüğü gibi Selanikli hilafet kurumunun manasını, hikmetini ve işlevini gayet iyi anlamış.

Evet, hilafet, İslam dünyası için, Selanikli’nin ifade ettiği gibi, “en büyük” maslahat durumundadır..

En büyük..

Aslî/temel gayelerini de çok iyi kavramış:

Kargaşanın def’i, beldelerin düzeninin korunması, cihat işlerinin yoluna konulması, kamuya ait işleri düzenleme ve düzeltme.

*

O dönemde hilafet kurumuna kafayı takmış bir kişi daha var: Lord Curzon.

Selanikli’nin bunları söylediği sırada İngiltere’nin dışişleri bakanı..

Selanikli’nin Samsun’a çıktığı yıl, yani 1919’da dışişleri bakanı olmuş.

1924’e (ölümünden bir yıl öncesine) kadar bu görevde kalacak, bu arada Lozan’da da İngiltere’yi temsil edecektir.

Hilafet konusuna kafayı takmış olmasının nedeni ise, 1905 yılına kadar yaklaşık yedi yıl boyunca İngiltere’nin Hindistan Genel Valisi olarak vazife yapmış olması.

Fakat öncesi de var, 1891-92 yıllarında hükümetinin Hindistan müsteşarı olarak görev yapmış.

1895-98 senelerinde ise Dışişleri Müsteşarı..

Bunun ardından da yedi yıllık Hindistan Genel Valiliği başlıyor..

1918 ve 1919 yıllarında ise, Türkiye ve Ortadoğu’dan sorumlu olan İngiliz Doğu Komitesi’nin (Eastern Committee) başkanı olarak karşımıza çıkıyor. 

*

Vikipedi’de Curzon için “Hayatını İngiliz İmparatorluğu adına Doğu sorununun çözümüne adadı” deniliyor.

16 Kasım 1917 tarihinde, Birinci Dünya Savaşı devam ederken (savaş bitmeden bir yıl önce) Türkiye hakkında söylediği şu sözler, “günümüz Türkiye’si”ni anlamak bakımından ufuk açıcı:

Eğer savaşı kısaltmak ve ayrı bir barış için Türkiye'ye teklifte bulunsaydık böyle bir teklifin doğası ne olurdu?

Görünüşe göre Türk'ü İstanbul'da bırakacağız, fakat onun Boğazlar üzerindeki hakimiyetini elinden alacağız. Kapitülasyonların kaldırılmasını kabul edecek ve onu Almanya'ya karşı mali yükümlülüklerinin önemli bir kısmından kurtaracağız. Fransız ve İtalyan Müttefiklerimize rağmen Anadolu'daki orijinal Osmanlı topraklarının Türk mülkiyetinde olmasını sağlayacak; ancak kaybının gerçekliğini gizleyebilecek ve milli gururunu mizah edebilecek [güldürebilecek] türden vitrin düzenlemeleriyle Suriye, Filistin, Arabistan ve Irak'ı Türkiye'den ayıracağız. Akabe'den Şam'a, Mekke'den Basra Körfezi'ne kadar tüm bölgelerde Türk bayrağının herhangi bir biçimde yeniden ortaya çıkmasının, gerçekten de, sonuçları vahim olacaktır.

Bu bölgelerin herhangi bir şekil veya biçimde Türk otoritesinden kalıcı olarak dışlanmasını içermeyen hiçbir şartı kabul edemeyiz.

Şimdi, böyle bir temelde müzakere edeceğimizi farz etsek bile, Türk hükûmeti bu şartları kabul etmeye hazır mı? Bu soruya iki sebepten dolayı olumsuz cevap vermek zorundayım:

(1) Koşullar yeterince iyi değil çünkü Almanya'nın daha iyisini vaat ettiğinden çok az şüphem var. Filistin'in tamamını, Bağdat'ı, Mısır'ı ve büyük ihtimalle Trablus'u da;

(2) Türkler, iyi ya da kötü, fiziksel olarak bu şartları düşünecek konumda değiller. İngiltere Hükûmeti'nin, şimdiki Sadrazam ve Enver hakim olduğu sürece, Türkiye ile ayrı bir barış yapma olasılığı söz konusu değil.

Savaşta Almanları mat etmenin tek yolu, İngiltere ile ayrı bir barıştan yana olan Türklerin [Türkler’den böyle düşünenlerin], başarılı bir darbeyle [darbe anlamına gelecek siyasî bir müdahaleyle], Çanakkale Boğazı'nı İtilaf [İngiltere, Fransa ve İtalya] donanmalarına açmayı başarabilmeleri ile olabilir. Barış teklifi bizden değil, Türk'ün kendisinden gelmeli.”

(Kaynak: https://www.qdl.qa/en/archive/81055/vdc_100076917035.0x000004 ; Papers written by Curzon on the Near and Middle East [2r] (3/348) "PEACE NEGOTIATIONS WITH TURKEY.", The original is part of the British Library: India Office Records and Private Papers, in Qatar Digital Library’den aktaran Vikipedi, https://tr.wikipedia.org/wiki/George_Curzon.)

Sonraki gelişmeler tamamen (İstanbul Boğazı konusu da dahil olmak üzere) Curzon’un anlattığı yönde yaşandı. (Bilahare Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile İstanbul Boğazı konusu Türkiye lehine sonuçlandı.)

Curzon’un gönlünü ferahlatacak “darbe” (iktidar değişikliği hadisesi) 3 Temmuz 1918 günü yaşandı: Sultan Reşad öldü, yerine (Selanikli’yi fahrî yaveri yapacak olan) Vahideddin geldi.

*

Görüldüğü gibi, İngilizler’in galip gelmeleri durumunda kurmak istedikleri “yeni Türkiye düzeni” şöyle birşey:

1. İstanbul Türkler’de kalacak.

2. Kapitülasyonlar kaldırılacak.

3. Anadolu Türkler’e bırakılacak, Fransa ve İtalya’nın bu konudaki farklı yaklaşımlarına itibar edilmeyecek.

4. Türkler Suriye (Misak-ı Milli sınırları içindeki Halep dahil), Filistin, Ürdün, Lübnan, Irak (Misak-ı Milli sınırları içindeki Musul, Kerkük dahil), Arabistan ve Mısır’dan kovulacak.

5. Türk otoritesinin Arap dünyasından kalıcı olarak dışlanması sağlanacak.

*

İngilizler galip geldiler ve bunların hepsi oldu.

İslam dünyasından kalıcı olarak dışlanmayı sağlayan adımlar (ya da Türkiye’nin “kayıp”ları) ise birincisi hilafetin kaldırılması, ikincisi laikliğin (siyasal dinsizliğin) kabulüydü.

Tam da bu noktada İkinci Adam İsmet İnönü, Lord Curzon’un şahidi olarak arz-ı endam ediyor:

İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.

(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)

İnönü’nün söylemediği ise şu: Türk milletine babasının hayrına zırnık bile koklatmayacak olan İngiliz’in Selanikli Mustafa Atatürk’ün “hareket”ine bu desteği ne karşılığında verdiği..

Fakat herşeyi de devletten, İnönü gibi devlet adamlarından beklememek lazım, bizim de vatandaşlar olarak birşeyler ortaya koymamız, ter dökmemiz gerekiyor.

*

Bu süreçte Selanikli Mustafa Atatürk’ün bütün başarı ve başarısızlıkları (mutlu bir tesadüfle) hep İngilizler’in planına hizmet etti (ya da paralel seyretti).

Selanikli’nin Filistin’de “Burası vatan toprağı sayılmaz” dercesine hemen tabanları yağlayıp panik halinde kaçması, böylece emri altındaki koskoca ordunun ve bu ricate hazırlıksız yakalanan gerideki orduların mahvolmasına sebep olması, Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı açısından yenilgi ile sona ermesinin başlıca amili oldu.

Bu kaçışı sırasında Nablus’tan Halep’in kuzeyine kadarki (İzmir-Kayseri arası uzunlukta) mesafeyi bir solukta aldı.

Eşsiz bir ricat/kaçış rekoru kırdı.

Ve de bundan sonraki ilk işi, (yıllar öncesinden “kafaya almış” bulunduğu) yeni padişah Vahideddin’e telgraf çekerek (Curzon’un tasarladığı şekilde) İngiltere ile, (Almanya’yı yok sayan) “ayrı bir barış” yapılmasını, ve kendisinin bakan olarak içinde yer aldığı (arkadaşlarından müteşekkil) yeni bir hükümet kurulmasını teklif etmek oldu:

Ser Yaveri Hazreti Şehriyari Naci Bey Efendiye

… Müttefiken (Almanya ile ittifak/birliktelik) olmadığı takdirde münferiden (tek başımıza) ve behemehal (neye mal olursa olsun) sulhu (barışı) takarrür ettirmek (gerçekleştirmek) lazımdır ve bunun için fevt olunacak (kaybedilecek) bir an dahi kalmamıştır. Aksi takdirde memleketin kamilen (tamamen) elden çıkması ve devletimizin gayrı kabili telafi (telafisi imkansız) mehalike (tehlikelere, helake) maruz kalması baidü'l-ihtimal (uzak ihtimal) değildir. Muhterem padişahımıza olan sadakat ve merbutiyetim (bağlılığım) ve vatanımın temin-i selameti (selametinin sağlanması) itibariyle arzederim ki Tevfik Paşa Hazretleri filhakika (gerçekten) müşkülata tesadüf etmişlerse sadaretin (sadrazamlığın, başbakanlığın) derhal İzzet Paşa Hazretlerine tevcihi (verilmesi) ve müşarunileyhin (adı geçenin) de esası Fethi, Tahsin, Rauf, Canbulat, Azmi, Şeyhülislam Hayri ve acizlerinden (benden) mürekkep (oluşan) bir kabine teşkil etmesi oluşturması zaruridir (zorunludur). … Münasip ise bu zevatın Şevketmeap (Padişah) Efendimize arzını rica ederim.

Teşrinievvel 918

Fahri Yaveri Hazreti Şehriyari (Padişah hazretlerinin fahrî yaveri) Mustafa Kemal

(Kaynak: E. Semih Yalçın, “Mütareke Döneminde Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’daki Faaliyetleri (30 Ekim 1918-16 Mayıs 1919)”, Ankara Üniversitesi DTCF Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi,  Cilt: 17, Sayı: 18, 1995, s. 178.)

*

Evet, bir yıl önce CurzonBarış teklifi bizden değil, Türk'ün kendisinden gelmeli” demişti ve Selanikli Mustafa Atatürk de tesadüfen Curzon ile aynı hassasiyete ve kafa yapısına sahipti.

Kafalarının çalışma düzeni aynıydı.

Enver Paşa’nın adamı Sultan Reşad’ın üç ay önce vefat etmiş, yerini Selanikli Mustafa Atatürk’ün adamı Vahideddin’in almış olması da bir başka “mutlu tesadüf”tü.

Enver’in yıldızı sönmeye, Selanikli’ninki (ve bu arada Curzon’unki) parlamaya başlamıştı.

Tesadüf mutluluk içeriyordu, çünkü Vahideddin, Berlin’e birlikte yaptıkları seyahatten beri Selanikli’nin görüşlerine değer vermekteydi.

Bu yüzden onu “yaver”i yapmıştı..

(Selanikli’nin telgrafı gönderdiği tarihten yedi ay sonra, Mayıs 1919’da, Selanikli’yi Anadolu’ya göndermemesi için ısrar eden Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye Vahideddin onun için “Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ!” diyecekti. Zekâsına hayrandı, Selanikli Vahideddin’i adeta büyülemişti.)

*

Her neyse, konuyu dağıtmayalım..

Selanikli’nin de tesadüfî katkılarıyla Curzon muradına erdi, Barış teklifi İngiliz’den değil, Türk'ün kendisinden geldi”.

30 Ekim 1918 günü Mondros Mütarekesi (ateşkesi) imzalandı. Bahtsız Vahideddin henüz dört aylık padişahtı ve kucağında nur topu gibi “yenilgi” bulmuştu.

Ateşkes antlaşması gereği İngiliz donanması “geçilmez Çanakkale”yi geçerek Dolmabahçe önünde demir attı.

Projenin ilk etabı tamamlanmıştı.. İşler Curzon’un umduğu gibi gidiyordu.

Sıra, İstanbul’da İngilizler’in istediği türden bir hükümetin kurulmasına gelmişti.

*

Selanikli’nin tam da İngilizler’in İstanbul’a geldikleri 13 Kasım 1918 gün Adana’dan İstanbul’a geldiğini ve anasının Beşiktaş Akaretler’de evi bulunduğu halde İngiliz subaylarıyla aynı otele (Pera Palas’a) yerleştiğini, ertesi gün de (14 Kasım) İngilizler’le temasa geçtiğini biliyoruz.

Bildiğimiz birşey daha var:

Yukarıya aldığımız telgrafında yeni bir hükümet kurulmasını, kendisine de hükümette bir bakanlık koltuğu lutfedilmesini isteyen Selanikli, bu “hükümet” tutku ve takıntısından sonraki günlerde de vazgeçmedi.

Meclis-i Mebusan’da (Millet Meclisi’nde, parlamentoda) kulis faaliyetleri yaptı, hükümeti yıkmak için siyasî dalavereler çevirdi.

Hatta hükümet darbesi yapmayı bile planladı (İttihatçı eski bakan Kara Kemal ile Vahideddin’in yaveri Selanikli Sarı Kemal, Sadrazam’ı kaçıracaklar, hükümetin yıkılmasını sağlayacaklardı; planları buydu).

Selanikli’nin o dönemde Anadolu’ya geçmeye sıcak bakmadığını, Karabekir’in hatıratından da biliyoruz..

Karabekir onu evinde ziyaret ediyor ve Anadolu’ya geçmesi için ikna etmeye çalışıyor, fakat aklı fikri İstanbul’da hükümette yer almakta olan Selanikli “Bu da bir fikirdir” diye geçiştiriyor.

Şayet Selanikli’nin içinde bulunduğu (ve arkadaşlarından oluşan) bir hükümet kurulsaydı, muhtemelen bu hükümet İngilizler’le Lozan benzeri bir antlaşma kotaracaktı.

Fakat bu gerçekleşmedi.

(Yazı uzamasın diye Selanikli’nin dalaverelerinin ayrıntısına girmiyoruz. Fakat Sadrazam’ı kaçırma şeklindeki hükümet darbesi planının İsmail Canbolat [Canbulat] yüzünden akamete uğradığını söylemeden geçmeyelim. Canbolat bunun bedelini ilerde İzmir Suikasti girişimi bahanesiyle idam edilerek ödeyecekti.)

*

Selanikli’nin İstanbul’da hükümet kurması planı başarısız olunca İngilizler “B” planını devreye koydular:

Anadolu’da Selanikli liderliğinde yeni bir hükümet ve devlet kurulması.

Aslında planda “esas”lı bir değişiklik yoktu; değişen, karşılarında (westernizasyon konusunda) “emre râm” (İngilizler’e tam teslim olmuş) bir hükümet bulamayan İngilizler’in, “Kötü komşu adamı mal sahibi eder” hesabı “yeni bir hükümet” kurmaya karar vermeleriydi.

İkinci Adam İsmet İnönü, “Selanikli masalı”nın üstündeki örtüyü kaldırırken işte buna işaret ediyor:

İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.

Bu başarı, İngiliz’in başarısı..

Burada “İstiklâl mücadelesi”nin İngiliz açısından anlamı, istediği türden bir “hükümet”in Anadolu’da kurulmasından ibaret.

*

İngiltere Dışişleri Bakanı Curzon, 1917 yılında açıkladığı planının yeni şartlara göre revize edilmiş halini, yeğeni Yarbay Rawlinson vasıtasıyla 27 Aralık 1919’da Karabekir’e açıklamış bulunuyor.

Çok daha önce Selanikli’ye de açıklamış (ve onunla bu konuda anlaşmış) oldukları kesin, fakat Selanikli, Karabekir gibi değil, bu konuda, (oynadığı “yedi düvele meydan okuyan kahraman” rolü gereği) suskun ve ketum.

Curzon’un Karabekir’e verdiği şu mesaj, pekçok şeyi açıklıyor:

“Şimdiye kadar sulh (barış) yapmadığımızın sebebi Türkiye'de şimdiye kadar kuvvetli bir hükümet görmediğimizdendir.”

(Uğur Mumcu, Kazım Karabekir Anlatıyor, 17. b., İstanbul: Tekin Yayınevi, s. 41.)

Adamların “kuvvetli bir hükümet”ten kastı, “Selanikli Mustafa Atatürk’lü, onun arkadaşlarından müteşekkil” bir hükümet.

Türkiye’de “İngiliz ilke ve inkılapları”nı hayata geçirmek istiyorlar, fakat nasıl savaş sırasında “Barış teklifi bizden değil, Türk'ün kendisinden gelmeli” diye planlamış idiyseler, bu ilke ve inkılapların da “Made in England” değil “Made in Turkey” damgasını taşımasını sağlamaya çalışıyorlar.

*

Bunu yapacak adamı gökte ararken Pera Palas’ta yanı başlarında bulmuşlar. (Zaten Selanikli ilerde “gök”le arasının iyi olmadığını, “ilham”ını Pera Palas gibi yerlerdeki “hayat”tan aldığını ortaya koyan bir nutuk atacaktır.)

Buldukları adam hakkında İngiliz Gizli Servisi’nin İstanbul şefi Rahip Robert Frew tam güvence vermis ve ona kefil olmuş olacak ki, yapılacak barış (sulh) konusunda, karşılarında Selanikli’yi görme şartı getiriyorlar:

“Hakiki İngiliz dostu olacak simalarla anlaşmak istiyoruz. Mustafa Kemal Paşa sulh konferansında bulunsun veyahut sulh mukarreratına (kararlarına) mutabık kalsın (onay versin).” (Mumcu, a.g.e., s. 41.)

Evet, bunu Karabekir’e söyleyen, Yarbay Rawlinson..

Peki kim adına söylüyor?

Tabiî ki İngiltere Dışişleri Bakanı Curzon adına..

*

Curzon ile Selanikli Mustafa Atatürk’ün kafalarının çalışma düzeninin neredeyse tıpatıp aynı olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Tesadüfen.

Curzon ne düşünmüşse Selanikli onu yapmış..

Şöyle de diyebiliriz: Selanikli ne yaptıysa Curzon aynısını daha önce düşünmüş.

Tesadüfen.

Tesadüfler takvim yapraklarında da kendisini gösteriyor.

Vikipedi’de şu ifadeler mevcut:

“… Curzon, Paris Barış Konferansı'nda, Türkiye ile ilgili endişelerini dile getirdi ve hızlı bir şekilde barış yapılması gerektiğini söyledi. ‘Türk, gecikmenin her anını bir kazanç olarak sayıyor.’ Fakat sonra tüm Türkiye üzerinde bir ABD mandası önererek Türkiye'ye dair barış müzakerelerinin 19 Mayıs 1919'dan 12 Şubat 1920'ye kadar ertelenmesini sağladı.

Evet, tarih ilginç: 19 Mayıs 1919.

Barış müzakerelerinin ertelenmesi, Osmanlı Hükümeti’nin muhatap alınmasının ertelenmesi demek oluyor.

*

12 Şubat 1920’ye kadar köprülerin altından çok sular akacak, Ankara’da yeni bir hükümet kurmak için gereken zamanı kazanan Selanikli TBMM’yi açmaya hazır hale gelecektir.

Osmanlı Devleti ile değil, Selanikli’nin nevzuhur hükümeti ile anlaşma yapmak isteyen İngiliz, Osmanlı’nın önüne (oyalama ve işleri çıkmaz sokağa sokma kabilinden) Sevr’i koyarak ipe un serecektir.

Bu arada İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ı (milletvekilleri meclisi, parlamento) basıp dağıtacaklar, milletvekillerinden bazılarını tutuklayıp paket yaparak Malta’ya sürecekler, Selanikli’ye kolay biat edecek 69 milletvekilinin de Ankara’ya gidip TBMM’ye doğal üye olarak katılmasına göz yumacaklardır.

Böylece TBMM rakipsiz hale getiriliyor, “Meclis-i Mebusan varken bu meclise ne gerek vardı, bu Selanikli gidip cehpede savaşmak yerine milletvekilicilik oynuyor” diyecek olanların “İyi ki TBMM kuruldu, yoksa memleket meclissiz kalacaktı” demeleri sağlanıyordu.

Üstelik Ankara’da Selanikli “Alçaklar, gâvurlar, zalımlar, Meclis-i Mebusan’ı nasıl kapatırsınız!” diye timsah gözyaşları eşliğinde masa yumruklayıp bağırıp çağırarak karnesindeki “vatanseverlik” notunun yükselmesini sağlıyor, tribünlerden aldığı alkışlar karşısında tevazu ile “Ne demek efendim, vazifemiz, biz niçin varız, elbette protesto edeceğiz” diyerek “pekiyi” olan notunu “yıldızlı” hale getiriyordu.

*

İngiliz bununla da yetinmeyecek, Osmanlı Savunma Bakanlığı ile Genelkurmayı’nı da basıp kapatacak, böylece Anadolu’daki bütün askerî birimlerin, “mecburi istikamet” diyerek yönlerini İstanbul’dan Ankara’ya çevirmelerini sağlayacaklardı.

Tabiatiyle, yönünü İstanbul’dan Ankara’ya çevirmek zorunda kalanlar sadece askerler değildi, mülkî amirler de (valiler, kaymakamlar) aynı durumdaydılar.

Selanikli İngiliz’den yana çok şanslıydı, çook..

Ne diyordu İkinci Adam İsmet İnönü:

İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.

Yüksek müsaadeleriyle buna biz de eksik gedik bir cümle ekleyelim:

Selanikli’nin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve Osmanlı Hükümeti’nin ümüğünü sıkması, boğazına çökmesi, saçını sakalını yolması, gözünü oyması, tırnaklarını sökmesi, kulağını kesmesi, dilini koparması ile mümkün olmuştur.

*

Dahası İngilizler, Selanikli’ye Yunan cihetinden de “destek” vermekten geri kalmadılar.

Selanikli Samsun’a çıkınca, Yunan kuvvetlerini Haziran 1919’da fiilen, Ağustos’ta ise resmen, İzmir sınırında (adını General Milne'den alan) Milne Hattı ile durdurdular.

Çünkü Selanikli’nin yeni bir hükümet kurmak için zamana ihtiyacı vardı.

Adam Anadolu’ya savaşmak için değil Osmanlı memuriyetinden savuşmak ve yeni bir hükümet kurmak için gitmişti.

Selanikli, Erzurum senin Sivas benim aheste aheste dolaştı, sigarasını tüttürdü, kahvesini yudumladı, vatansever nutuklar attı, ardından da Ankara’ya postu serdi, ve 23 Nisan 1920’de muradına erdi.

TBMM açılmış, TBMM hükümeti diye bir hükümet kurulmasının zemini hazırlanmıştı.

Samsun’a çıkışından beri 11 aydan fazla zaman (yaklaşık 340 gün) geçmiş, fakat Selanikli düşmana bu zaman zarfında tek bir kurşun bile atmamıştı.

Hükümet kurulmuş ve şimdi sıra savaşmaya gelmişti.

Selanikli işe hızlı başladı.. TBMM’nin açılışından bir hafta sonra Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu çıkararak millete savaş açtı.

TBMM’yi “tanımayan” herkes vatan haini sayılacak ve gözünün yaşına bakılmadan idam edilecekti.

Ne oluyoruz demeye bile fırsat bulamadan başları ezilecekti.

Selanikli nihayet asker olduğunu hatırlamış ve "kutsal" savaşı başlatmıştı.

*

Peki Yunan?

Yunan için İngilizler devreye girdiler, Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’da dile getirdiği gibi “Artık işleri Müttefiklere (İngiltere, Fransa ve İtalya) bırakarak Ankara ile barış yapmalarını” söylediler. (Ayrıntılar için “Kurtuluş Savaşı’nın Sansürsüz Tarihi” kitabımıza bakılabilir.)

Ancak, Yunanistan’da Venizelos hükümeti yıkılmış, başa laf dinlemez Kral Konstantin geçmişti..

Konstantin İzmir’e geldi, ordulara bizzat komuta etmeye başladı.

Selanikli için işler ters gitmeye başlamıştı..

Anadolu içlerine yürümeye başlayan Yunan Eskişehir’de Türk ordusunu yenilgiye uğrattı, Polatlı’ya kadar geldiler.

Selanikli ise TBMM’sini alıp Kayseri’ye kaçmaya karar verdi.

Bu konuda tecrübeliydi, Filistin’de dört dörtlük, mükemmel bir kaçışa imza atmıştı.

Fakat irticacı/gerici TBMM kaçmayı kabul etmedi.

*

Selanikli baktı ki kendisi gitse TBMM gitmiyor, “TBMM’den Selanikli Atatürk olacak hasıl, TBMM’siz Selanikli Mustafa’dan ne hasıl!” diyerek yerinde kaldı.

Sonunda TBMM’nin bütün yetkilerini uhdesine alan diktatör başkomutan olarak cepheye gitti, Sakarya Savaşı’na katıldı, fakat orada da (sadece Karabekir ile Rıza Nur’un yazmaya cesaret ettiği üzere, huylu huyundan vazgeçmez fehvasınca) ricat/kaçma emri verdi, fakat bereket versin ki Fevzi Çakmak onun bu emrini orduya duyurmadı, bekledi, ve o arada Yunan ricat etmeye başladı.

Çünkü yeterli yiyecekleri yoktu ve ne bulurlarsa yemek zorunda kaldıkları için ishal salgını başgöstermişti.

General İshal’in müthiş saldırısı ile bozguna uğrayan Yunan çekilip gitti.

Ve TBMM, kahraman başkomutan Selanikli’yi üstün başarısından dolayı (tarihte görülmemiş şekilde) üç rütbe birden atlatarak mareşal yaptı.

*

İngiliz’in Selanikli’ye iyilikleri saymakla bitmez..

İstanbul’da Osmanlı ekabiri ve devlet adamlarından 600 kişiyi (60 değil, 160 değil, 260 değil, 600) tutuklayıp Malta’ya sürdükleri halde Selanikli’ye dokunmadılar.

Samsun’a gitmesi için gereken vizeyi hiç bekletmeden verdiler.

Esasen, Samsun’a gitmesi için gereken bahaneyi de Osmanlı Hükümeti’ne İngilizler vermişti.

Osmanlı Hükümeti’nden, Doğu Karadeniz’de müslümanlarla gayrimüslimler arasında yaşanan tatsızlıklara çözüm bulunması için bölgeye birilerinin gönderilmesini istediler.

İstihbaratları iyiydi, kimin gönderileceğini biliyorlardı. (Murat Bardakçı’nın Şahbaba kitabında anlattağı gibi, Eskişehir yenilgisinden sonra Vahideddin Ankara’ya gidip işin başına geçmeye karar vermişti. Onu ziyaret eden en üst düzey İngiliz yetkili, bu planından haberdar olduklarını, şayet giderse, Çatalca’da beklemekte olan Yunan ordusuna İstanbul’a girme izni vereceklerini diplomatik bir üslupla söylemiş ve Vahideddin bunun üzerine gitmekten vazgeçmişti.)

Selanikli sağ selamet Erzurum’a varınca da hemen Osmanlı Hükümeti’ne baskı yapıp, “Selanikli oralarda ne çeviriyor, anlayamadık, onu geri çağırın” dediler. (Bir taraftan da Karabekir’e adam gönderip “Barış masasında karşımızda muhatap olarak Selanikli’yi görmek istiyoruz, başkasına razı değiliz” mesajını veriyorlardı.)

Maksat, Selanikli’yi “İngiliz’in korkup çekindiği bir kahraman” gibi göstermek, Osmanlı Hükümeti’ni de İngilizler’le işbirliği yapıp vatansever bir kahramana cephe alan hainler gibi sunmaktı.

İngiliz, psikolojik savaşın nasıl yürütüleceğini ve algı operasyonunun nasıl kotarılacağını çok iyi biliyordu.

Bu numaranın diğer bir getirisi de, Selanikli’nin resmî görevinden istifa etmesi için bahane üretmesi, ve ilerde “Ben yetkiyi milletten aldım” diyebilecek şekilde, kongrelerin ve ardından TBMM’nin “yetkilendirdiği” kişi olmasının önünü açmasıydı.

*

Evet, olay aslında gayet açık.. İngilizler Selanikli ile elele vererek Osmanlı Devleti’nin başına çorap ördüler.

Türk milletinin aklıyla, zekâsıyla alay ettiler.

O günkü şartların elverişsizliği, üstüste gelen felâketler, devletin istihbaratının zayıflığı, gelişmelerin farkında olan devlet adamlarının güçsüzlüğü, birçoğunun (600 kişi) tutuklanıp Malta’ya sürülmesi, sonraki yıllarda İstiklal Mahkemeleri zulmü ile insanların susturulması dikkate alındığında “Selanikli masalı”nın Cumhuriyet’in ilk yıllarında müşteri bulmuş olması doğal karşılanabilir de, aradan 100 yıl geçtikten sonra bile aynı palavraların tekrarlanması, kendimizi başta İngiliz keferesi olmak üzere tüm dünya nezdinde komik duruma düşürmekten başka bir anlama gelmiyor.

Yüz yıl önce “zamanın ruhu”na göre maval okuyan menfaatperest fırıldaklar, “Selanikli Kral’ın sadece kendileri gibi zeki insanların görebildikleri muhteşem kostümüne” övgüler düzerek yollarını buldular, onların torunları da günümüzde dedelerinin izinde yürüyerek aynı şekilde yollarını bulma derdindeler.

Bununla birlikte, “masal”ın büyüsünün bozulmasını istemeyenlerin bazıları bunu menfaat için değil, “utanma” belasına yapıyorlar.

*

Açalım..

İnsanlık hali herkes korkularıyla oyuna getirilebilir, kurtarıcı rolündeki kişiler tarafından dolandırılabilirler; nitekim ülkemizde PKK’lılar, FETÖ’cüler vs. sizin ve ailenizin kimlik bilgilerini, adresinizi vs. ele geçirmişler, biz polisler sizi kurtarmak için devredeyiz, bize yardımcı olup şunları şunları yapmanız lazım” denilerek dolandırılan insanların haddi hesabı yok.

Bunlar arasında prof.lar da, bakanlık yapmış adamlar da var.

Fakat bu insanlar dolandırıldıklarını eninde sonunda anlıyorlar.

Bazısı, dolandırılmış olduğunun duyulmasını gururuna yediremediği, aptal olduğunun düşünülmesini istemediği için bunu saklıyor.

Evet, bazı devletler ve milletler de, dolandırılmış olduklarını itiraf etmeyi bazen “devlet onurları”na ve “millî gururları”na yediremiyorlar.

Fakat bu, onurlarını ve gururlarını kurtarmaya yetmediği gibi, sonraki nesilleri aldatmaları, onlara “aldatılma”yı miras bırakmaları anlamına geliyor.

*

Aptal rolü oynamayı ve “Acımadı kii, acımadı kii” demeyi, “Düşmesek de zaten inecektik” diye kimsenin inanmadığı mavallarla oyalanmayı artık bırakmamız gerekiyor.

İnternette “zekâ” testi diye ortaya atılan şu türden sunumlar görüyoruz: “İki resim arasındaki farkları sadece çok zekiler yedi saniyede farkedebiliyor.”

Peki gerçek bir kurtuluş savaşı ile sahtesi arasındaki farkların anlaşılması için kaç ay, kaç yıl, kaç on yıl, kaç yüzyıl zamana ihtiyaç var?

Bu nasıl bir uyku ki, ölümden beter, hiç uyanamıyoruz!


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE "AÇIK" İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39   Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasın...