ERDOĞAN’IN OYUNU VE MÜSLÜMAN'IN RÜŞD ÇAĞI

 



Şurası kesin: Erdoğan kafa karıştırmayı çok iyi biliyor.

2017 yılında Külliye’deki 29 Ekim Resepsiyonu’nda şöyle demişti:

Milletimizle bir olup bu oyunu bozacağız. Karşımızdakiler demokrasi ile hareket ediyorlarsa demokrasi ile bozacağız. Bizim kitabımızda esaret yoktur. Bizim kitabımızda köle olmak yoktur, kula kul olmak yoktur. Bizde Hakk’a kul olmak vardır.

İlkin, “karşımızdakiler” diyor ve bununla başta ABD olmak üzere Batılı güçleri kast ediyor.

İkinci olarak, “demokrasi” vurgusu yapıyor.

Üçüncü olarak da kula kul olmamaktan, Hakk’a kul olmaktan söz ediyor.

Meselenin “demokrasi” faslına ve “karşındakine bu konuda ayak uydurma” bahsine dair söylenecek çok şey var, fakat geçelim..

Kula kul olmamaktan ve Hakk’a kul olmaktan bahsedelim.

*

Müslümanların (müslümanlığının şuurunda olan müslümanların) bütün demokrasi ve laiklik eleştirisinin temelinde işte bu hassasiyet yer alıyor: Kula kul olmamak, Hakk’a kul olmak.

Mesela, Said Ramazan el-Bûtî, Hakk’a kul olmanın anlamını Fıkhu’s-Siyre‘sinde şu şekilde özetliyor (çev. Ali Nar ve Orhan Aktepe, İstanbul: Milli Gazete, s. 118):

Akıllı olarak rüşt çağına ulaşan hiçbir kadın veya erkek yoktur ki, Allah tarafından, kendi nefsinde İslam şeriatini, yaşadığı toplumda da İslam nizamını gerçekleştirmek için mükellef kılınmış olmasın.

Evet, Hakk’a kul olmanın anlamı budur.

Erdoğan’ın ise bunun tam tersini savunduğunu ve yaptığını görüyoruz.

“Karşısındakiler”in keyfi öyle istediğinde “demokrasi”ye razı..

İslam şeriatine/nizamına ise razı değil. Mısır’a, Tunus’a gidip “Şeriat’i boş verin, laiklik çok iyi” diyen o..

İslam açısından bu sözlerin anlamı şudur: Hakk’ı boş verin, kula kul olun!..

*

Bunun lamı cimi yoktur, mesele bu kadar açıktır.

Bu ifadelerimiz, kendilerini boş sözlerle aldatan, bir taraftan da çok iyi müslüman olmayı başardığını zannedenleri rahatsız edebilir.

Fakat, onların da bu gerçekleri en açık ve yalın biçimde duymaları gerekiyor.

İçi boş “kula kul olmama, Hakk’a kul olma” edebiyatının içyüzü, herkesin anlayacağı açıklıkta ortaya konulmalıdır.

Şunu unutmasınlar, bu uyarılar sadece bu dünyada kalmayacak; sadece bu dünya için yapılan birşey değildir.

İster kabul edin, ister etmeyin..

İster dinleyin, ister dinlemeyin..

Yarın kıyamet gününde, duymak istemediğiniz bu uyarılar sizin aleyhinize delil olacak.

*

Hem “kula kul olmama, Hakk’a kul olma” edebiyatı yapacak, bu edebiyattan nemalanacaksın, hem de laiklik havariliği yapacaksın, bu olmaz..

Bu durumda senin bu edebiyatın, laiklik propagandanı tabiri caizse “yutturmak” için aldatıcı tuzak vazifesi görmüş oluyor.

Senden kimse Türkiye’de şeriat ilan etmeni ya da şeriat savunuculuğu yapmanı beklemiyor, fakat kalkıp işgüzarlık yapıp taa Mısır ve Tunus’a gidip “Şeriat’e karşı laiklik” propagandası yapmamalıydın!..

Ülke içinde de zaten fiilen var olan laikliğin zihniyet düzeyinde benimsenmesi için uğraşmamalıydın, uğraşmamalısın!

*

Erdoğan zamanında “İslam’ın güncellenmesi”nden de söz etmişti.

Sonra da tecdidden (yenilemeden) vs. bahsederek lafı toparlamaya çalışmıştı.

Tecdid anlamında bir güncellemeyi Atatürk döneminde merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır hoca yapmıştı.

Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde Kur’an ayetlerinin güncele bakan yönlerine dikkat çekmişti.

Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetinde belirtilen “haham ve rahiplerin rabler edinilmesi” olgusunun son dönemdeki karşılığının parlamentoların ve parlamenterlerin (milletvekillerinin) rabler haline getirilmesi olduğunu yazmıştı.

*

Diyanet İşleri Başkanlığı cuma hutbelerinde bu güncellemeye niye dikkat çekmiyor?

Dikkat edilsin, bu güncellemeyi merhum Elmalılı Hoca, İskilipli Atıf Hoca gibi ulemanın ipe gönderildiği dönemde yapmıştı.

 Merhum Elmalılı Hoca’nın ifadeleri (sadeleştirilmiş şekliyle) şöyle: 

31- “Allah’dan başka bir de hahamlarını (yahudiler) ve rahiplerini (hıristiyanlar) kendilerine rab edindiler”. Allah’ın emrine, hakkın hükmüne değil, onların hükümlerine, onların iradelerine tabi oldular. Onlara Allah’a tapar gibi taptılar, hatta Allah’ı bırakıp onlara taptılar, Allah’ın emirlerini bırakıp, açıkça Allah’ın emirlerine ters düşen keyfî arzularına itaat eylediler. Allah’ın haram kıldığı şeyleri onların emriyle helâl gördüler. Allah’ın “yapmayın” dediği şeyleri yaptılar, “yapın” dediklerini de yapmadılar. Allah’ın emir ve yasaklarını değil de onların emir ve yasaklarını dinlediler.

Onlara, Allah’ın emirlerini uygulayan, O’nun dininin hükümlerini anlayıp anlatan kimseler gözüyle değil de, dinde sanki Allah gibi hükümler vermeye ve kurallar koymaya yetkili imişler gibi baktılar. Doğrudan doğruya kendi yanlarından şeriat vaz’etmeye, dini hükümler koymaya hakları varmış, sanki birer müdebbir rabmış gibi baktılar. Onların iradelerine heva ve heveslerine uydular.

Nitekim bu âyetin mânâsı hakkında meşhur Hatim-i Tâî’nin oğlu Adiy demiştir ki: “Resulullah’a geldim, boynumda altından bir haç vardı, ki Adiy o zaman henüz müslüman olmamıştı ve hıristiyandı, Resulullah Berâetün Sûresi’ni okuyordu, bana “ya Adiy şu boynundaki veseni (putu) at” buyurdu. Ben de çıkardım attım. “Allah’tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler.” anlamına olan âyetine geldi, ben, ya Resulallah, onlara ibadet etmezlerdi, dedim. Resulullah buyurdu ki: “Allah’ın helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah’ın haram kıldığına helâl derler, siz de helâl saymaz mıydınız?” Ben de “evet” dedim. “İşte bu onlara ibadettir.” buyurdu.

Rebi’ demiştir ki, “Bu rablık İsrailoğulları’nda nasıl idi?” diye Abdul’âli-ye’ye sordum. O da“Genellikle Allah’ın kitabında hahamların sözlerine aykırı olan âyetler bulurlar, bununla beraber kitabın hükmünü bırakırlar da hahamların sözlerini tutarlardı.” dedi.

Bu rivayetler şunu gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için behemahal ona “rab” adını vermiş olmak şart değildir. Allah’ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmayarak, onun emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda onu kural koymaya yetkili sanıp ne söylerse, ne emrederse doğru farzetmek, ona uyduğu zaman Allah’ın emrine ters düşeceğini düşünmeden hareket etmek, onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir.

Şu halde burada din âlimlerine, ulul’emr adı verilen devlet başkanlarına itaat etmek, Allah’ın emri olan bir farz değil midir? O halde yahudilerle hıristiyanların kendi âlimleri ve yöneticileri demek olan “ahbar” ve “ruhban”a itaat etmeleri niçin muaheze olunuyor? Şeklinde düşünmeye gerek yoktur. Çünkü burada sözü edilen şey, Allah için itaat ve teslimiyet değil, “min dunillah” olan, yani Allah’ın emrine ters düşen itaattir.

Gerçekten de ilmî hakikatleri kabul ve âlimlere itaat etmek ve saygı göstermek Allah’ın emridir. Ve Allah’ın emrine itaat de Allah’a itaattır. Fakat bu doğrudan doğruya değil “Allah’a, Resule ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz.” (Nisa 4/59) âyetinde de işaret buyurulduğu üzere Allah’a ve Resulü’ne itaatın bir bölümü olarak ve ona bağlanarak yapılacak olan bir itaattır, Allah’a ve emirlerine rağmen bir itaat değildir. Allah için bir itaat demek, Allah’ın emirleri doğrultusunda olan, en azından mahluka itaatte Yaratıcı’ya isyan bulunmayan bir itaat demektir. Böyle bir itaat Halık’a isyan bulunmamak şartıyla meşru olur.

İlmin hükmünün hak, emrin de maruf olması şartına bağlıdır. İlmin hakkı, hak ve hakikatı izlemesinde, gerçekle olan ilişkisinde, hakkın emrine uygun düşmesinde ve daima Allahın rızasını araştırmasında, hakkın ahkâmını tanıyıp kavramasında, hasılı Allah için olmasındadır. Yoksa gerçekle uyum sağlamayan, hak temeli üzerinde yürümeyen Allah’ın hukukuna aykırı olan, Allah’ın koyduğu kanun ve kurallara karşı gelmek isteyen kuruntular ne kadar süslenirse süslensin ilim değildir. Ve âlimlerin değeri, ilim zihniyetine ve haysiyetine bağlılıkları ile ölçülür. Ulu’l-emr olmaları sırf bilgileri ve ilmî haysiyetleri bakımındandır. Yani emredilen marufu tanımaları, uyulacak âyetin hükmünü iyi bilmeleri ve ondan elde edilecek mânâyı iyi kavramaları sebebiyledir: “Bunların hüküm çıkarmaya gücü yetenleri elbette onu anlarlardı.” (Nisâ, 4/83), “Allah’ın kulları içinde O’ndan en çok korkanlar âlimlerdir.” (Fâtır, 35/28) özelliklerini taşımaları ve “Eğer bilmiyorsanız, ilim ve hikmet ehline danışınız.” (Nahl 16/43) buyurulduğu üzere, âlimlerin ehl-i zikir olmaları bakımındandır.

Âlim, bilgi sahibi olması bakımından hiçbir şeyin değil, ancak Hakk’ın kuludur. Delillerin ve Hakk’ın âyetlerinin emrindedir. Lâkin delilin şerefi bizzat kendinden değil, medlulü olan hakka delalet etmesi ve hakkın açığa çıkmasına yardımcı olması yüzündendir. Hakkı batıl, batılı hak yapmaya çalışanlar ise ilmî haysiyetten mahrum birer tağutturlar. İlme ve ilmin ortaya koyduğu verilere, Hak Teâlâ tarafından yaratılmış gerçekler olduğu bakımından itaat, Allah’ın emrine itaat ve hakkın farizasını yerine getirmektir. Hakka bağlı olduğu müddetçe ilme ve âlime uymamak ilim ve ulema düşmanlığıdır.

Ancak Allah’ın emirlerini gözardı ederek âlimlerde velev cüz’î bir hüküm vaz’ etme yetkisi bulunduğunu, hatta bir zerrenin bile hükmünün yerini değiştirmeye yetkili olduklarını kabul ve teslim eylemek Allah’dan başkasına bir rablık hissesi vermektir, onları “min dunillah” (Allah’ın gerisinde) rab edinmektir. Şeytanlara, Tağutlara, Nemrudlara, Firavunlara, putlara ve evsana tapmak nasıl bir şirk ve küfür ise âlimlere de haddinden fazla kıymet vermek öyledir.

Mesela; doğruyu yanlışı, hakkı batılı ayırmaksızın hak ilminin gereği olmayan fikirlerini, sözlerini, hakkın emrine dayanmayan, ondan kaynaklanmayan şahsi görüşlerini, istek ve arzuya dayanan keyfi fetvalarını ve iradelerini üstün tutmak, sanki onlarda Allah’ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram kılma yetkisi varmış gibi, hakkı değiştirebilecek bir hakları varmış gibi, kasıtlı sapıklıklar şöyle dursun, Allah’ın emrine aykırı olduğu açık olan hatalarına bile itaatı caiz görmek, hasılı Allah bu konuda ne buyuruyor, diye düşünmeden, Allah’ın emrine uymak gerektiğini hesaba katmadan, onlara itaat dahi öyle bir şirk ve küfürdür. Allah’ı bırakıp başkalarına tapmak demektir.

Maalesef Yahudiler ve Hıristiyanlar işte böyle yapmışlardır: Ahbar (din bilginlerini) ve Ruhbanlarını Rab edinmişlerdir. Onlara gerçekten Rab dememişlerse bile Rab yerine koymuşlardır. Dinde hüküm koyabilme haklarının olduğuna inanmışlardır. Hele Hıristiyanlık tarihinde ruhban sınıfının kutsal tanınması ve Papaların hata etmez sayılması daha fazla resmiyet kazanmış olan çok açık bir durumdur. Bunların din işlerinde yetkili ve dinde her türlü tasarrufa salahiyetli olduklarını, ruhani meclislerin kararlarıyla ve papanın emriyle dinin ahkâmının ve Kitab’ın (İncil’in) kesin emirlerinin değiştirilecek derecede te’vil ve tebdil, hatta tahrif olunabileceğini, namaz ve oruç gibi temel ibadetlerin, haram ve helâl ile ilgili bütün kuralların ve meselelerin istenilen şekle konulabileceğini, her türlü günahın affedilebileceğini, hatta cennet ve cehennem anahtarlarının papazların elinde olup, bunların isteyene satılabileceğini ve bütün bunlara hiç kimsenin itiraza hakkı bulunmadığını iddia ve kabul edecek kadar imtiyazlar tanımışlardı ki, bu âyet işte bütün bunları hatırlatmakta, muaheze etmektedir. Adiy ile ilgili olan hadisi şerif de bunun asgari ölçüde bir bakıma tefsiridir. Hıristiyanlıkta ruhban sınıfının böyle bir imtiyaz ve hakimiyetle “min dunillah” (Allah’ın gerisinde) Rab edinilmelerine “klerikalizm” adı verilir.

Daha sonra bundan şikayetle Protestanlık zuhur etmiştir. Mâide Sûresi (âyet 64, 65)’ne bakınız. Daha sonra bu Rablık imtiyazı, ruhban sınıfının elinden çıkmış, parlamenterlere geçmiştir….

*

Günümüzde birçok ülkede parlamenterlerin gerçekte parti liderlerinin birer kuklası oldukları gözönüne alınırsa, doğrudan parti liderlerinin rabler haline getirilmekte olduklarını kabul etmek gerekir.

15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra Diyanet de söz konusu ayet-i kerimeyi bir cuma hutbesinde konu edinmiş, isim vermeden “The Cemaat”in Fethullah Gülen’i aynı şekilde rab edindiklerini ima etmişti.

Fethullahçılara böylesi bir uyarının yapılması gerekiyordu, fakat geç kalınmıştı. Ba'de harabi'l-Basra..

Bu uyarı beş yıl, 10 yıl, 20 yıl, 30 yıl öncesinden yapılmalıydı. 

İşte o zaman bu uyarının gerçek bir değeri olurdu.

*

Fakat Diyanet, merhum Elmalılı Hoca’nın parlamenterlerin (laik siyasetçilerin) rab edinilmesi konusundaki uyarısını hiçbir hutbede dile getirmiş değil.

Bu uyarıyı da yapmadıkça, Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Bahçeli, Akşener vs. gibi liderlerin rab edinilmemesi gerektiği konusunda Müslümanları uyarmadıkça vazifesini yapmış olmaz.

Bu noktada, “Diyanet bunu nasıl yapsın, burası laik (siyasal dinsiz) bir ülke” denilecektir.

İşte bu da, Türkiye’de gerçek bir din ve vicdan hürriyetinin bulunmadığının kanıtıdır.

Rejimin işine gelmeyen İslamî hakikatler (iman hakikatleri) camide bile söylenememektedir.

Merhum Elmalılı Hoca gibi başının gitmesi tehlikesini umursamadan hakkı söyleyenlerin uyarıları ise, sınırlı sayıda insanın satın aldığı, satın alanlar içinden de ancak beş on kişinin okuduğu kitaplarda sır olarak kalmaktadır.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...