"NUH'UN PASLI BORAZANLARI" VE MERHUM ABDURREŞİD İBRAHİM

 





Bir süre önce medyada bir "Nuh'un köpekleri" tartışması kopmuştu.

Hilal Kaplan Twitter'da şöyle bir mesaj paylaşmıştı:

Soner Yalçın ve Toygun Atilla katıksız ahlaksızlardır. Eski eşim ahlaken tertemiz bir insandır. Ne dinen bir haram ne de hukuken bir yanlış durum yok. ‘İnsan olan’ mahremiyete saygıyı bilir ama siz insan değilsiniz. Köpeği olduğunuz ‘Nuh’a da bunu böyle iletin.”

Soner Yalçın adlı boş kafalı şahıs medyanın kulağı kesiklerinden; ahlâkî durumu malum.

"Köpeği olduğu" söylenen Nuh'a gelince, doğruysa, MİT'te çalışan Nuh Yılmaz adlı şahısmış..

Hilal Kaplan ile Odatv'ciler arasında çıkan bu tartışma vesilesiyle MİT-medya ilişkileri konusunda birçok şey söylendi.

Malum, MİT'in dünya kadar personeli, parası, araç gereci, teçhizatı, mekânı, arşivi, sayısız ajan, eleman ve muhbiri mevcut.

Ellerinde belirli konulara ait raflar, hatta odalar, belki de binalar dolusu dosyalar var. Olması gerekir. 

Bunların bir kısmını (anılarını yazan MİT'çi Yılmaz Tekin'in de söylediği gibi) belirli yazarlara verip kitap olarak yayınlatıyorlar. 

Siz adamları araştırmacı-gazeteci sanıyorsunuz, gerçekte aşırtmacı-gazeteci borazan olma dışında bir özellikleri yok (Hayır, köpek demiyorum, borazan.)

MİT'in de desteğiyle bu tür kripto kitaplar çok satıyor (Söylemeye bile gerek yok, MİT, başka adamlarını ve bağlantılarını kullanarak bunların medyada reklamını ya da propagandasını yaptırabilecek durumda).

*

Evet, medyada şahsa bağlı "Nuh'un köpeği" denilebilecek adamlar yoksa da, MİT'in adamları var.

MİT'in farklı kamplardaki (dinci-laik, sağ-sol, muhafazakâr-devrimci) adamları arasında bazen danışıklı dövüş de olur. Birbirlerine saldırıyormuş gibi yaparak gündeme gelmelerini ve sivrilmelerini sağlarlar. Hamleleri "öldürücü darbe" denilecek türden olmaz. 

Ortak noktaları ise hepsinin yerlilik, millilik (ulusallık, ulusalcılık), Türkiyecilik, devletimizcilik, vatanseverlikçilik, ülkemizcilik, "hepimiz aynı gemideyiz"cilik filan yapmalarıdır (Bazıları uydum kalabalığa diyerek aynı türküyü söylerler, o başka). 

(Hepimiz aynı gemideyizdir ama cüzdanı şişkin birileri kaptan köşkünde keyif çatıp gemiseverliğin faziletlerine dair nutuk atarken kimileri denize atılır adı faili meçhul [yapanı bilinmeyen] olur, kimisi zehirlenir geminin bir köşesinde acı içinde kıvranır, beklenmedik kazalar yaşayan kimilerinin de ceset parçaları dört bir tarafa saçılır. Hepsi aynı gemidedir.)

*

Bu boş kafalı Soner'in (14 Ekim 2022 tarihli) son yazısının başlığı şöyle: "Müslüman ajanlar".

İşte bu, algı operasyonunu iş edinmiş sahtekârların çok başvurdukları türden bir kurnazlık..

Derdi ajanlıkla değil.. Ajan kelimesi ile "müslüman" sıfatını yan yana kullanarak müslümanlığın kendisini hedef alıyor.

Örnek gösterdiği kişi ise merhum Abdurreşid İbrahim..

Tutuyor merhuma iftira atıyor.

Madem bu işlere meraklısın, leb demeden leblebiyi anlıyor, ajanları gözünden tanıyorsun, Atatürk'ün Anadolu'ya geçmesinden önceki İngiliz istihbaratının (gizli servisinin) İstanbul şefi Rahip Frew ile olan gizli görüşmelerini de bir yorumlasana!

Niye defalarca görüşmüş?.. Hem de tek başına.. Yalnız!

Soner efendi şöyle diyor:

Japonya, modernleşmeyi güçlendirme amacıyla bilgi toplamak için Avrupa'ya heyetler gönderdi. 1880 ve 1886 yılında İstanbul'a da geldiler.

İkinci Abdülhamit, 1890'da Ertuğrul adlı gemiyi Japonya'ya gönderdi. Niye? Necip Fazıl Kısakürek, “Ulu Hakan İkinci Abdülhamit Han” kitabında gezinin amacının İslam propagandası yapmak olduğunu yazdı! O tarihte Japonya Şinto'yu devlet dini olarak anayasasına koymuştu!

İkinci Abdülhamit'in amacı, Japonya'nın iktisadi, siyasi ve toplumsal hayatının dönüşümü hakkında bilgigörgü toplamak değil, “din ihraç” etmek, halifenin gücünü Asya'ya göstermekti! Oysa:

Anlamadıkları şuydu: Japonların o tarihlerde İslam'a ilgisinin sebebi, Rusya ve Çin'e karşı kullanmak için Müslüman ajan devşirmekti! Bunlardan biri olan Abdürreşit İbrahim Efendi'nin yazdığı “Japonya'da İslamiyet'in Yayılması” gibi din eksenli çocuksu değerlendirmeler içeren kitaplar bugün bile muhafazakâr çevrede kabul görüyor. 

*

Bu bazılarının köpek olarak nitelendirdikleri medya balonunun önce şu "din eksenli çocuksu değerlendirmeler" ifadesi üzerinde duralım. (Bold/koyu yapan kendisi, biz değiliz.)

Bu şahsın söz konusu yazısından bir önceki yazısında yer alan lafları tam da "din eksenli çocuksu değerlendirmeler" durumundaydı.

Müslümanları çocuk yerine koyuyordu, fakat aslında kendi bebeksi çocukluğunu sergiliyordu.

Geçmişte de ikide bir Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî k. s.'yu, Gümüşhaneli Tekkesi'ni (ve Cumhuriyet dönemindeki devamı İskenderpaşa Cemaati'ni, İslâm dergisini) konu edindiğini biliyoruz. 

Hilal Kaplan'ın paylaşımına ve medyada yazılıp çizilenlere inanacak olursak, bunları yazdıranın Nuh (daha doğrusu Nuhlar, Nuh'un selefleri ile amirleri) olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Evet, Prof. Dr. M. Esad Coşan hocanın ölümünden (öldürülmesinden) sonra hangi dağda hangi kurtlar ulumaya başlamıştı da Soner efendi İskenderpaşacı hale gelmişti?

İskenderpaşa pazarına neden nur yağmaya başlamıştı?

Medyadaki enişteler İskenderpaşa'yı niçin öpüyorlardı?

*

Bu sorular aklınızın bir köşesinde kalsın, burada cevabına girmeyeceğiz.

Bu çocuksu yazarımsının bir önceki yazısında yer alan din eksenli değerlendirmelere gelelim. 

13 Ekim tarihli "Atatürk'ün Sünni Devleti" başlıklı yazısının ilk cümleleri şöyle:

Aleviler konusu…

Başörtüsü konusu… 

Tartışmalara katkı sunayım:

Atatürk gerçekçiydi; inançsız devlet istemedi.

Bay utanmaz, laik devlet inançsız devlet değil midir?!

Ancak Atatürk'ün başlangıçta bir inançlı devlet istediği doğru..

İngilizler'in Osmanlı Devleti'ni ve Osmanlı sülalesini tarihten silmekle yetineceklerini, kendisine antlaşma masasında halifelik ruhsatı vereceklerini düşündüğü (ve Balıkesir'de cami imamı gibi hutbe okuduğu) sıralarda inançlı devlet istiyordu. (Uğur Mumcu'nun Karabekir Anlatıyor kitabı bu konunun anlaşılması için yeterli.)

Lozan'da İngilizler ve müttefikleri muhalefet edince fikri değişti.

Yine Karabekir'in hatıralarından biliyoruz ki, halifelik sevdasından vazgeçince, etrafındaki yağdanlıklar "Hristiyan olmalıyız, İslam bizi geri bıraktı" diye masal anlatmaya başladılar. (Siyasetçilerin "uyanık"ları kullanışlı maşalar varken ellerini yakmazlar, kamuoyunun nabzını yıpranmadan ölçmek için kritik konuları genellikle önce etraflarındakilere söylettirirler.)

Kâzım Karabekir’in Paşaların Kavgası adlı kitabından okuyalım:

Ankara istasyonundaki kalem-i mahsus (özel kalem) binasına gitrniştirn. Teşkilat-ı Esasiye'nin tadil müzakeresinin (Anayasa’da değişiklik yapılması görüşmelerinin) ikinci günü imiş. Benim haberim yoktu. Ben geldiğim zaman müzakere de bitmiş; kısmen de dağılmışlardı. Mevcut azadan Tevfik Rüştü Bey; "Ben kanaatimi Meclis kürsüsünden de haykırırım, kimseden korkmam" dedi. Ben ne konuştuklarını bilmediğim için sordum:

- Nedir o kanaat?

Tevfik Rüştü Bey'in solunda ve benim hemen karşımda oturan Mahmut Esat Bey (Bozkurt) sert bir cevap verdi:

- İslamlığın terakkiye (ilerlemeye) mani olduğu kanaati! .. İslam kaldıkça yüzümüze kimsenin bakmayacağı kanaati.

Mustafa Kemal Paşa'yı, bu sefer de kimlerin, nerelere götürmek istediği görülüyordu. Ben şu mütalaada bulundum:

- Eskiden beri dinler, aşağı yukarı, bazı terakki adımlarına engel olmuştur. Fakat, İslamlığın terakkiye mani olduğu Avrupa diplomatlarının uydurmasıdır. Bu meseleyi istediğiniz kadar münakaşa edebilirim. Fakat münakaşaya tahammülü olmayan bir mesele varsa, o da din değiştirmek gayretidir. Bence İslam kalırsak mahvolmayız; tersine yaşarız; hem de yakın tarihlerdeki misalleri gibi, itibar görerek yaşarız; icabında müttefikler bularak yaşarız! Fakat din değiştirme oyunu ile birliğimizi ve selametimizi kırarak bizi mahvedebilirler. Daha yakın tarihlerimizde 1855'te İngiltere, Fransa ve İtalya (Sardunya) devletleri bizimle Ruslara karşı ittifak yaparak harbe girmediler mi? Daha içinden yeni Hıristiyan devletleri, İslam Türk devletiyle ittifak yaparak, İtilaf devletlerine karşı dört yıl harp etmediler mi? Şimdiye kadar yüzümüze kimse bakınadı mı ki bundan sonra tam milli bir devlet olarak ortaya çıktığımız halde, yüzümüze kimse bakmayacaktır.

Bu sefer de Fethi Bey (Okyar) söze karışarak gayet mütehakkim bir eda ile dedi ki:

- Evet Karabekir, Türkler İslamlığı kabul ettiklerinden böyle geri kaldılar ve İslam kaldıkça da bu halde kalmaya mahkumdurlar!

Gazi (Mustafa Kemal), riyaset (başkanlık) yerinde, Fethi Bey onun solunda idi. Ben de kapıdan girince, hemen onun soluna oturmuştum. Fethi Bey, son olarak bana kesin bir cevap verince, ben de başımı sağa çevirerek ona ve aynı zamanda Gazi'ye hitaba başladım. Önce Türklerin, İslam dinini kabul etmeleri sayesindedir ki Bizans İmparatorluğu'nu ortadan kaldırdıklarını ve bize bugünkü hakim vaziyeti verdiklerini, aksi halde Bizans medeniyeti ve dini içinde "Kayseri Rumları " halinde kalacağımızı anlattım.

Sonra da dedim ki:

- Fethi Bey; bu bayağı fikri şiddetle reddederim. Geri kalmaklığımıza amil olan şey, bir değildir. Fütuhatçılık, temsil kudreti göstermernek, Avrupa'nın ilim ve fen cephesiyle temassızlık, idarede istibdat gibi mühim sebeplerdir. Aynı yanlışlıkları yapan Hıristiyan devletlerinin de yıkılıp gittiğini bilmez değilsiniz! Bu zelzelenin hakiki sebeplerini araştırmayıp, onu gülünç bir sebebe bağlamak kadar, bu (İslam terakkiye manidir) fikrinizi garip bulurum. Bayağı ve tehlikeli fikrin aramızda da ilmî münakaşaya tahammül ederneyecek kadar taraftar bulmasından, çok müteessir oldum! Fakat ben de iddia ediyorum ki: Türk Milleti, ne dinsiz olur, ne de Hıristiyan olur. Hakikat budur. Bir milletin asırlardan beri en mukaddes duygularını bir hamlede atabileceğine inanışınız; objektif bir görüş değil, hülyanızdır! Böyle bir harekete cüret, memlekette kanlı bir istibdatla başlar ve İstiklal Harbi'nin samimi birliğini de birbirine katar! Nerede ve nasıl karar kılacağını da kestiremesek bile, milli bir dram olacağından şüphe etmeyiz!

(Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası, haz. Faruk Özerengin, 6. b., İstanbul: Emre Y., 2005, s. 139-141.)

Görüldüğü gibi başlangıçta devletin laikliğini/dinsizliğini hedeflememişler.

Tam batılılaşmak için milleti zorla hristiyanlaştırmayı düşünmüşler.

Yani İspanyollar'ın Endülüs'te yaptıklarının bir benzerini uygulamak istemişler.

Fakat rahmetli Karabekir (aba altından sopa gösterircesine) bunu ancak kan dökerek, kanlı bir istibdatla gerçekleştirebileceklerini söylemiş.

Deneselerdi eğer, Şeyh Sait isyanı daha erken çıkmış olurdu ve öyle salt Doğu'yla sınırlı kalmazdı. Kan gövdeyi götürürdü. Ve ihtimal, Ankara'daki "bazı kafalar kesilir"di.

*

Evet, Soner efendi "Atatürk'ün Sünni Devleti" başlıklı yazısında masal anlatıyor.

Atatürk'ün devleti laik, yani dinsiz (dini olmayan) devlettir. 

Merhum Karabekir'in aynı kitabında Atatürk'ün şu sözleri de yer alıyor:

"Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkûmdurlar. (...) Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkumdurlar." (s. 137)

Adam ilkeci ve devrimci/inkılapçı ya, kalkınma yöntemi konusunda da yeni ilkeler geliştirmiş, devrimci bir anlayış üretmiş.

Kalkınmak için bulduğu formül şu: Dinsizlik ve namussuzluk.. Dinsiz ve namussuz oluyorsunuz ve hoop zenginleşiyorsunuz. Bu kadar basit.

Ne kadar dinsizlik ve namussuzluk, o kadar zenginlik..

O yüzden de "dinsiz ve namussuz devlet" üretmek için elinden geleni ardına koymamış. Yaptıkları ortada.

Zihniyeti bu olan Atatürk'ün devletine sünnî demek, sünnet kavramıyla alay etmektir.

Ayrıca bu, Türkiye Devleti'nin din kurallarına göre yönetildiğini söylemek anlamına gelir. Anayasa'ya aykırıdır. 

(Sünnî kelimesi sünnetten türemiştir, millînin milletten türemiş olması gibi. Burada kastedilen Sünnet, Rasululluh sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetidir. Yani uygulamasıdır.)

*

Soner efendi bu arada merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır hocaya tefsir yazdırılmış olmasına da değiniyor.

Atatürk'ün bunu niçin yaptırdığını da yine merhum Karabekir'in yazdıklarından biliyoruz. (Allahu Teala'nın kelamı Kur'an ile Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hakkındaki edep dışı sözlerini aktarmayacağız. İnanmıyor olabilirsin fakat insan biraz lafına sözüne dikkat eder.)

Aklınca millet Kur'an'ın mealini ve hadîslerin (Sahih-i Buharî) anlamını okuyunca dini mantıksız bulacak ve dinden uzaklaşacaktı.. 

Nitekim dönemin Amerikan Büyükelçisi General Charles H. Sherrill, Amerikan Dışişleri'ne gönderdiği bir raporunda Atatürk'ün kendisine şunları söylediğini aktarıyor:

Türk halkının uzun zamandan beri ezberden okuduğu bazı Arapça duaların gerçek manasını anladığı zaman tiksineceğini söylüyor. Kuran'dan alınan Arapça bir bölüm okudu. Bu surede Hz. Muhammed'in amcası ile amca kızının yaptıkları bir şeyden ötürü cehenneme gidecekleri yazıyor. [Tebbet Suresi] 'Düşünen bir Türkün böylesi bir duayı okumaktan elde edeceği dini ilhamı veya dine ilgi göstermesini tahayyül edebilir misin?' dedi. 

(Lise öğrencisiyken bir ateistin "Tebbet Suresi'nde beddua var, Allah beddua eder mi!" dediğini duymuştum. Bir insan tilki gibi kurnaz olabilir, fakat akıllı olmak başka birşey.. İmdi, güç kuvvet sahiplerinin zulmüne uğrayan birisi "Boynun devrilsin" dediğinde bu, bedduadır. Fakat aynı şeyi yanında cellat gezdiren padişah dediğinde beddua değildir, idam hükmüdür. Ebu Leheb elleri kuruyup vücudu kokarak ölmüş, gömemedikleri için üzerine duvar yıkmışlardır.)

*

Merhum Abdurreşid İbrahim konusuna gelelim.

Müslüman sömürgeci ve istismarcı menfaatperest değildir. Japon'un da müslüman olmasını, ahiretinin kurtulmasını ister.

Japon'un anayasasında dini başkaymış.. İslam mı olacaktı yani?! 

Japon, kendisini tehdit eden komşusu Rusya'ya karşı Osmanlı ile ittifak kurmak isteyebilir (Nitekim sen de Birinci Dünya Savaşı'nda Rusya'ya karşı Almanlar'la işbirliği yaptın). Bu yüzden de ülkesini ziyarete gelen (Osmanlı'yla irtibatlı) bir müslüman Türk'e ilgi gösterebilir. Bu, o müslümanın Japonya'nın ajanı olması anlamına gelmez. 

Sultan Abdülhamid Japonya hakkında bilgi toplamak istememiş de, dini anlatmak istemişmiş.. İşte o bilgiyi Abdürreşid İbrahim toplamış.. Âlem-i İslâm adıyla yayınlanan hatıratında Japon siyaseti, kurumları, bürokrasisi, toplumu, köyleri, kasabaları, şehirleri, ekonomisi, okulları, sanayisi hakkında bıktıracak uzunlukta ayrıntı var. En üst düzey yetkililerle görüşmüş ve birçok kişinin müslüman olmasına da vesile olmuş.

Japonya hakkında topladığı bilgileri herhalde Japon devletinin ajanı olarak toplamadı.

Tebbet Suresi'ndeki inceliği bile anlamaktan aciz Atatürk'ün laik (yani dinsiz, dini olmayan) devletini "sünnî devlet" yapan bir zekânın ajanları teşhis konusundaki becerisi de ancak bu kadar olabilir. 

*

Burada bir parantez açalım.

Atatürk'ün Tebbet Suresi konusundaki ifadeleri dinî konularda çok cahil olduğunu gösterdiği gibi, anlayış ve idrak bakımından da pek parlak durumda olmadığını gösteriyor. 

Nitekim Falih Rıfkı Atay onun hakkında şunları yazmış bulunuyor:

Metotlu felsefe etütleri yaptığını sanmıyorum. Sözleri terimsiz, tarifsiz ve “zikir”sizdi. Ama sık sık derine inen bir felsefî düşünüş, ince bir zekânın ve titiz bir sağduyunun devamlı kontrolü altında bir mantıkçılık, duyduklarını kolayca tutup kavrayan, sonra hepsini hoş bir sentez içinde yoğuran bir muhakeme, metotlu ve ilmî bir tefekkür eksikliğinin boşluğunu örtmekte idi.

(Çankaya, İstanbul 1980, s. 327.)

Sözleri terimsiz, yani ıstılahları yerli yerince kullanamıyor. Tarifsiz, yani neyi kastettiği tam belli değil. Zikirsiz, yani üzerinde tezekkür ve tefekkür yapılmamış. "Metotlu ve ilmî bir tefekkür eksikliği" söz konusu.

Atatürk İslam'ı bilmiyordu, fakat Batı'yı ve Batı düşüncesini de bilmiyordu. Ne bilim felsefesinden haberdardı ne bilgi felsefesinden (Nebati'nin epistemolojisinden). Ne hukuk felsefesine vakıftı ne siyaset felsefesine.. Batılı meşhur düşünürlerin görüşlerine olan vukufunun derecesini ise, Murat Belge'nin 8 Ekim 2022 tarihli "Atatürk ve demokrasi" başlıklı yazısında yer alan şu ifadeler anlamamızı sağlayabilir:

Ahmet Demirel, Kurtuluş Savaşı'nda TBMM üstüne incelemesinde Atatürk'ün "Kuvvetler Ayrılığı" üstüne yargılarını tesbit etmiştir: bu konuda bilgisi azdır, Montesquieu değil, Rousseau'nun teorisi olarak kalmıştır aklında. "Deli mi ne!" tarzı eleştiriler getirir ve "kuvvetler"in ayrılmaması, tersine birleştirilmesi gerektiğini söyler.

Parantezi burada kapatıyoruz.

*

Merhum Abdürreşid İbrahim, Atatürk gibi kafası karışık, hayatı çelişki ve tutarsızlıklarla, gelgitlerle dolu bilgisiz biri değildi, mütefekkirdi. 

"Japonya'yı İslamiyet'le tanıştıran adam", "Türkiye'yi dinsizlikle tanıştıran adam"ın tam zıddıydı.

Kendi kişisel ikbali için değil, ümmet için çaba sarfeden fedakâr bir tebliğciydi.

Batı'yı ve Doğu'yu gezip görmüş, dünyayı bilen bir İslam alimiydi. Birçok eser yazmış, okul kurup ders vermiş bir müderrisdi. 

Libya ve Sarıkamış gibi cephelere gitmiş, pekçok sosyal faaliyete öncülük yapmış bir aksiyonerdi. 

Bunların yanı sıra, kadılık/hâkimlik de yapmış bir hukukçuydu.

Bilim ve bilgi felsefesine hakimdi, sağlam bir ilmî altyapıya ve kuvvetli bir mantığa sahipti. 

(Âlem-i İslâm kitabındaki birçok pasaj bunu ortaya koyuyor. İyi bir medrese tahsili görmüş ulema, ister fen bilimleri alanında olsun, isterse sosyal bilimler, Batı'da ortaya çıkmış hiçbir düşünce akımından etkilenmez, ve hiçbiri karşısında aşağılık kompleksine kapılmaz. Taklitçi zihniyetle Batı hayranı haline gelmez. Zekâ eseri faydalı birşey gördüğü zaman takdir eder ve değerini teslim eder, o kadar.)

Merhumu, Âlem-i İslâm adlı hacimli kitabını okumadan tam tanıyamazsınız. 

Fakat genel bir malumat edinmek isteyenler için, TDV İslâm Ansiklopedisi'nde yer alan Abdürreşid İbrahim maddesi yeterli olabilir:

ABDÜRREŞİD İBRAHİM

23 Nisan 1857’de Sibirya’da Tobolsk ilinin Tara kasabasında doğdu (bk. Tercüme-i Hâlim, s. 2). Aslen Buharalı bir Özbek aileden gelmektedir. Babası Ömer Efendi devrin siyasî hadiselerine karışmış bir vatanperver, annesi Başkurt Türkleri’nden Afîfe Hanım’dır. Abdürreşid İbrahim genç yaşta ailesinden ayrılarak başladığı tahsil hayatını, çevre kazalardaki medreselerde sürdürdü. Teman Medresesi’nde de bir süre okuduktan sonra devrin tanınmış medreselerinin bulunduğu Kışkar’a (قشقار) gitti. Burada okurken pasaportunun süresi bittiği için tahsiline ara vermek zorunda kaldı. Kırgız kabileleri arasında dolaşarak hocalık ve imamlık yaptıktan sonra Orenburg’a geldi (1879). Gizlice bir gemiye binip hacca gitmek üzere İstanbul’a kaçtı (1880). Burada iki ay kadar kaldıktan sonra hacca gitti. Hacdan sonra Medine’de tahsil hayatının ikinci devresine başladı. Çeşitli âlimlerden ders okuyarak kıraat, fıkıh ve hadis ilimlerinden icâzet aldı. 1884 yılı sonunda İskenderiye üzerinden İstanbul’a, oradan da Tara’ya döndü ve medresede ders vermeye başladı (1885). Aynı yıl evlendi. Medine’ye talebe götürmek üzere İstanbul üzerinden ikinci defa hacca gitti. Öğrencileri Medine’ye yerleştirerek yine İstanbul üzerinden Tara’ya döndü. Burada bir “usûl-i cedîd” okulu açtı ve eğitim çalışmalarına başladı. Bu sırada Livâü’l-hamd adlı risâlesini İstanbul’da bastırarak Rusya’da dağıttı.

1892’de Ufa şehrinde Orenburg Şer‘î Mahkemesi’ne âza seçilerek kadılık yaptı. Sekiz ay kadar da bu mahkemenin reisliğinde bulunduktan sonra müftü ile arasında ihtilâf çıkınca görevinden istifa etti (1895). İstanbul’a giderek siyasî mücadelesine orada devam etti. Bu sırada Rus Çarlığı’nın Türkler’e yaptığı baskı ve haksızlıkları ortaya koyan Çolpan (Çoban) Yıldızı adlı kitabını yayımlayıp gizlice Rusya’ya gönderdi. 1896’da Avrupa’ya gitti. İsviçre’de tanıştığı Rus sosyalistlerine Rusya’daki müslümanların durumunu anlattı ve yardımlarını istedi. 1897 Nisanında İstanbul’dan başlayarak üç yıl süren bir seyahate çıktı. Mısır, Hicaz, Filistin, İtalya, Avusturya, Fransa, Bulgaristan, Sırbistan, Batı Rusya üzerinden Çin Türkistanı’na, oradan da Sibirya üzerinden Tara’ya döndü (1900). 1902’de Petersburg’da yayımlamaya başladığı Mir’ât adlı dergi ile Rusya’daki müslümanların meselelerini yeniden ele aldı. İstanbul’a döndüğünde Rus elçisinin isteği üzerine tevkif edildi ve Odesa’ya gönderildi; fakat Rusya Türkleri’nin baskıları sonucunda serbest bırakıldı.

1904 yılı sonunda Petersburg’a yerleşerek orada bir matbaa kurdu; dinî ve siyasî mahiyette eserler yayımlamaya başladı. Müslümanlar arasında birlik sağlamak maksadıyla Ülfet ve Tilmîẕ gazetelerini neşretti (1905). 1905 Rus ihtilâlinden sonra ortaya çıkan hürriyet havası içinde Rusya Türkleri de çeşitli millî-siyasî faaliyetlere giriştiler. Bu sırada Kazanlı aydınlar ve zenginlerin bütün Rusya Türkleri’ni bir araya getirmeye yönelik faaliyetleri başlayınca, Abdürreşid İbrahim bu faaliyetlerin başına geçerek Rusya müslümanlarına siyasî haklar tanınması ve Türkler’in bir ittifak kurması için yoğun bir çalışma içine girdi. Önce belli başlı merkezlerdeki müslüman ileri gelenlerini bir araya topladı ve ortak kararlar alınmasını sağlamaya çalıştı. Bunun için Mekerce’de (Nijni Novgorod) bütün müslüman liderler, âlim ve yazarlarla edipler, zenginler ve talebelerin katıldığı bir toplantı düzenlemek istedi. Ancak hükümet buna izin vermeyince toplantı Oka nehri üzerinde bir gemide yapıldı. Bu toplantıda kabul edilen, Rusya müslümanlarının bir ittifak kurmaları fikri üzerine, Abdürreşid İbrahim Petersburg’a dönünce müslümanlar arasında ittifak kurmanın gereğini anlatan Bin Üçyüz Senelik Nazra adlı eserini neşretti. 13 Ocak 1906’da yapılan ikinci toplantıda Abdürreşid İbrahim ve arkadaşlarının hazırladığı “ittifak nizamnâmesi” oy birliğiyle kabul edildi.

Abdürreşid İbrahim’in bu dönemdeki siyasî faaliyetlerine, Duma meclisi üyesi olmamakla birlikte, bilhassa müslüman üyeler üzerindeki tesiri ve ilk iki Duma döneminde (1906-1907) Petersburg’da, bu meclisin müslüman üyelerinden ikisi ile yürüttüğü muhtariyet hareketini ilâve etmek gerekir. Rusya’daki müslümanların muhtariyet meselelerine ait görüşlerini, bu sırada neşrettiği Aftonomiya risâlesinde ele aldı. Ancak III. Duma döneminde Rus baskısı artınca birçok aydın hapsedildi veya sürgüne gönderilerek sıkı tedbirler alındı. Bu arada Abdürreşid İbrahim’in gazeteleri ve matbaası kapatıldı. İttifak merkez icra heyetinin önemli iki üyesi olan Abdürreşid İbrahim ve Akçuraoğlu Yusuf, programlarını dış ülkelerde gerçekleştirmeye yöneldiler. Rusya’dan ayrılan Abdürreşid İbrahim ikinci büyük seyahatine çıktı. 1907 sonlarında Batı Türkistan, Buhara, Semerkant, Yedisu ve civarını içine alan bir yıllık geziden sonra tekrar Tara’ya gelerek ailesini aldı ve Kazan’a yerleştirdi. 1908 Eylülünde buradan hareketle Sibirya, Moğolistan, Mançurya, Japonya, Kore, Çin, Hindistan, Hicaz ve Ortadoğu üzerinden İstanbul’da son bulan seyahatini tamamladı (1910). Bu seyahatle ilgili hâtıralarını Âlem-i İslâm adıyla neşretti. Abdürreşid İbrahim’in Japonya’daki faaliyetlerinin başında, Şark milletlerinin Rusya, İngiltere ve Amerika başta olmak üzere Batılı sömürgeci devletlere karşı beraberce hareket etmelerini ve İslâmiyet’in Japonya’da yayılmasını temin için kurduğu Asya Kuvve-i Müdâfaası cemiyetini zikretmek gerekir. Seyahati sırasında ziyaret ettiği yerlerde gördüklerini, Kazan’da oğlunun yayımladığı Beyânülhak, İstanbul’da Sırât-ı Müstakîm gibi gazete ve mecmualara gönderdiği yazılarda anlattı. Sırât-ı Müstakîm’de, misyonerlerin Japonya’da Hz. Peygamber aleyhinde dağıttıkları bir kitaba cevap olarak yazılıp dağıtılacak bir eserin kaleme alınmasını isteyen ilk yazısı da “Japonya Mektupları” başlığıyla yayımlandı. Yanında Japon müslüman Hacı Ömer olduğu halde İstanbul’da tamamladığı bu seyahatten sonra çeşitli konferanslar verdi, seyahat intibalarını anlattı ve bu sebeple de “Seyyâh-ı Şehîr”, “Hatîb-i Şehîr” unvanlarıyla anıldı.

1911’de İtalyanlar’ın Trablusgarp’ı işgal etmeleri üzerine Büyük Sahra’yı aşarak oraya gidip cephelerde çalıştı; halkı işgalcilere karşı harekete geçirmek için cihad fetvası dağıtarak faaliyet gösterdi. Döndükten sonra, Kuzey Afrika’daki müşahedelerini, Sırât-ı Müstakîm’in de iktibas ettiği vaaz ve konferanslarla anlattı. Ruslar’ın Sarıkamış’ı işgali üzerine oraya gitti (1915). Yine bu yıllarda İstanbul’da kurulan Rusya Müslüman Türk Kavimlerini Himaye Cemiyeti üyesi olarak çalıştı. Cemiyet üyeleriyle birlikte Budapeşte, Viyana, Zürih, Berlin ve Sofya’yı ziyaret ederek Rusya’da yaşayan Türk topluluklarının dertlerini ve uğradıkları baskıları dile getirdi. Bu sırada Teşkîlât-ı Mahsûsa’da görevli olarak Almanya’ya gitti. Bilhassa müslüman Rus esirleriyle konuşup onlardan halifelik saflarında çarpışacak bir birlik kurmak için çalıştı. Bu arada Milliyetler Birliği’nin (l’Union des Nationalités) Lozan’da düzenlediği Rusya Mahkûmu Milletler Konferansı’na katılarak Rusya müslümanları adına dinî, medenî ve kültürel muhtariyetle birlikte müslümanlar üzerindeki kanunî kısıtlamaların kaldırılmasını ve seçim sisteminin değiştirilmesini istedi. I. Dünya Savaşı başlarında Stockholm’de kurulmuş olan Rusya’daki Yabancı Milletler Cemiyeti’nde de (Ligue des Allozenes de Russie) Rusya müslümanlarının temsilciliğini yaptı. Yine bu yıllarda bir grup Tatar ile Berlin’de müslüman Rus savaş esirlerine hitaben Tatarca Cihâd-ı İslâm adlı bir gazete çıkardı.

Almanya’daki bu faaliyetlerinden sonra tekrar İstanbul’a dönen Abdürreşid İbrahim 1922-1923 yıllarında Rusya’da, 1930’da Kahire’de, 1930-1931 yıllarında da Mekke’de bulundu. 1934’te ailesiyle birlikte Japonya’ya giderek oraya yerleşti ve ölümüne kadar İslâmiyet’in burada yayılması için çalıştı. Tokyo’da bir cami inşa ettirilmesine ön ayak oldu ve bu caminin imamlığını yaptı (1937). Japonya’da İslâm dininin resmen tanınmasını sağladı (1939). 17 Ağustos 1944 günü Tokyo’da vefat etti. Ölümü Japon radyosu ile ilân edilerek cenazeye katılmak isteyenlerin gelmesi için dört gün beklendikten sonra büyük bir törenle aynı yerde defnedildi.

Abdürreşid İbrahim pek çok eser kaleme almıştır. Bunların bir kısmı kitap ve risâle halinde yayımlanmış, bir kısmı da gazete ve dergilerde neşredilmiştir; diğer bir kısmı ise müsvedde halinde kalmıştır. 

 

SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...