Prof. Mahmut Erol Kılıç’ın TDV
İslâm Ansiklopedisi’nin “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”
maddesinde “İslâm Düşünce Tarihine Dair Görüşleri” başlığı altında
yayınlanan laflarını aktarmaya devam ediyoruz.
Kılıç, “… onun ilke olarak kelâm ilminin
öncüllerini ve metodunu pek benimsemediği anlaşılmaktadır” diyor.
Pek benimsemiyor değil, soytarı hiç benimsemiyor.
Kılıç şunu da diyor: “Ona göre kelâmcılar cevher
ve arazdan başka bir şeyden bahsetmezler.”
Yani bir insan ancak bu kadar yalancı ve palavracı
olabilir.
Bu soytarı aynı zamanda Kelamcıları cedelcilikle suçlayan
kurnaz.. Kendisinin bu yaptığı neyse?..
*
Kılıç şunu da diyor:
“Fakat her ne olursa
olsun İslâm, Eş‘ariyye ve Mu‘tezile gibi kelâm mezheplerinin üzerine damgasını
vurmuş olduğundan İbnü’l-Arabî, bunların da müslüman olduğuna hükmetmiş,
kendilerini kesinlikte tekfir etmemiş, ancak bazı konularda hata ettiklerini
söylemiştir (el-Fütûḥât, II, 523).”
Sanki din, bu soytarının tekelinde..
Eş’ariyyenin, bu soytarının kendileri hakkında müslüman
hükmü vermesine ihtiyacı mı var?!
Tam aksine, Eş’ariyye’nin büyük alimlerine sormak gerekir,
“Bu soytarı müslüman sayılır mı?” diye..
Fakat, Mahmut Erol Kılıç adlı prof. unvanlı cahile göre, ne
Kelamcılar, ne de fakihler (fıkıh alimleri), bu soytarının müslümanlığı
hakkında hüküm verebilecek konumda.
Şöyle diyor:
“İbnü’l-Arabî’nin
felsefe, kelâm ve fıkha yönelik görüşleri açık iken onu bu
disiplinlerin çatısı altında incelemek bilimsel olarak hatalı bir
davranıştır. İbnü’l-Arabî’yi bu gibi kendisine yabancı yapıların çerçevesine
yerleştirmeye çalışmak, bu bakış açılarına ne ölçüde uyup uymadığı
konusunda onu yargılamaktan başka bir değer ifade etmez.”
*
Mahmut Erol, “şıh”ı İbn Arabî kadar zeki
ve kurnaz olmadığı için, bu sözlerinin İbn Arabî’yi Kelam ve Fıkıh
açısından tekfir (kâfir sayma) anlamına geleceğini idrak
edemiyor.
O yapılara "yabancı" olmak, onların
"çerçevesi" içine girmemek, onların "ölçülerine uymamak",
onlar açısından "din dışı" olmak demektir.
Kılıç, “şeyhtan”ını “(Kelam ve Fıkıh boyutlarıyla) Şeriat/din
üstü” görmesi itibariyle Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetinin kapsamına
girdiğinin, bu soytarıyı “rab” mertebesine çıkararak şirk vadisinde
şuursuzca koşturmakta olduğunun farkında değil.
*
Felsefe bahis dışı, fakat bir adamı Kelam ve Fıkıh
çerçevesinde bir yere yerleştiremiyorsanız, onu “müslüman” saymıyorsunuz
demektir.
İmdi, İslam’ın aslı ve esası Kur’an ve
Sünnet’ten ibarettir. Fıkıh ise (Ki burada icma ve kıyas da
devreye girer) onun “anlaşılması”dır. Onlardan hükümler çıkarılmasıdır.
İslam düşünce geleneği içinde Fıkıh bilgisi, üç
ana dala ayrılmıştır: Fıkh-ı ekber (Kelam, itikad), fıkh-ı zahir (Bugün
kabul ettiğimiz anlamda Fıkıh, Şeriat hükümleri) ve fıkh-ı batın
(tasavvuf, ahlâk).
Kitap ve Sünnet, bu ilimlerin üçünü de kapsar, fakat Kur'an, "ders" kitabı formatında indirilmiş bir kitap değildir.
*
Şöyle bir misalle anlatalım:
Biz topraktan yaratıldığımız
için, toprakla besleniyoruz.. Yediğimiz herşey toprağın (bitkiler tarafından)
işlemden geçirilip dönüştürülmüş hali.. Toprak su ile temas ediyor ve buğday,
pirinç, elma, armut vs. şeklini alarak yiyebileceğimiz formatta, farklı görünüm
ve tadlarda önümüze geliyor.
Etlerini yediğimiz, sütlerini içtiğimiz hayvanlar da
ot vs. ile beslendikleri için onlar da son tahlilde toprak.
Doğrudan toprak yemiyoruz ama yediğimiz herşey en
nihayetinde toprak.. Atamız Adem aleyhisselam gibi bizler de
aslında topraktan yaratılmaktayız.
Evet, Allahu Teala bu şekilde topraktaki mineralleri topluca bize buğday (ekmek), pirinç (pilav), sebze ve meyve olarak veriyor.. Toprağın içerdiği demir, kalsiyum ve saireyi ayrı ayrı yiyip içmiyoruz.
İşte, Kur’an da bize Kelam’ı
(itikadî meseleleri), Fıkıh’ı (Şeriat hükümlerini) ve tasavvufî konuları
(tevekkül, ihlas, sabır ve rıza gibi mevzuları) ayrı bölümler halinde
anlatmıyor.. Bunlar önümüze, yediğimiz elmanın pekçok elementi birlikte içermesi gibi,
aynı Kur’an suresi içinde birlikte geliyor.
Ulemanın yaptığı şey ise, pedagojik maksatla bunları
Kelam, Fıkıh ve Tasavvuf diye ayırmaktan, tasnife tabi tutmaktan ibaret.
*
Bir Kelamcı İslam’ı salt Kelam'a, bir Fıkıhçı salt
Fıkıh’a, bir tasavvufçu da salt tasavvufa indirgerse, İslam’ı bölüp parçalamış,
bir kısmını kabul, diğer kısımlarını reddetmiş olur.
İmam Malik rh. a.’e atfedilen "Kim ilim (Kelam ve Fıkıh) tahsil eder de tasavvuf ehli
olmazsa fasık, kim de tasavvuf ehli olur
da ilimsiz kalırsa (Kelam ve Fıkıh öğrenmezse) zındık olur”
şeklindeki sözün anlamı budur.
Feridüddin Attar’ın Tezkiretü’l-Evliya’sında
aktardığına göre, büyük sufîlerden Ebu Bekir Verrak rh. a. de
şöyle demiştir:
“Zühdü (tasavvufu) ve
fıkhı bir yana bırakıp ta, ilim namına kelamla iktifa
eden zındık, fıkıhla kelamı bir kenara atıp da zühdle iktifa
eden bid'atçı, zühd ile kelamı bırakarak fıkıhla iktifa eden
de fasık olur. Bu fenlerin herbirinden nasib alan halas
bulur.”
(Çev. Süleyman Uludağ,
Bursa: İlim ve Kültür Yayınları, 1984, s. 573.)
Şu söz de yine Ebu Bekir Verrak’a ait:
“Hükema (hikmet
sahipleri), nebilerin (peygamberlerin) halefidir. Nübüvvetten (peygamberlikten)
sonra, şer'i hususları sağlamlaştırmaktan ibaret olan hikmetten
başka bir şey kalmamıştır.” (s. 570.)
Evet, İbn Arabî gibi küçük deccallerin "Made in
Keşf" damgası basarak millete yutturmaya çalıştıkları zırvaların
hikmetle bir ilgisi yoktur.
Hikmet, Kitab ve Sünnet'le kaimdir.
Evliyanın (kendisini evliya gibi gösteren deccallerin
değil, gerçek evliyanın) keşf ü kerameti (Kelam ve Fıkıh boyutlarıyla) Şeriat'i
takviye eder, güçlendirir.
*
“Tasavvuftaki seyr u sülûkten maksat nedir?” sorusuna “İcmalî
olan marifeti tafsîl etmek, istidlalî olan bilgiyi de keşfe dönüştürmektir”
diye cevap veren Bahaeddin Nakşbend k. s. da bunu anlatmaya
çalışıyor.
İstidlalî bilgi, Kelamcı ve Fakihlerin bilgisidir.. Keşf
mahsulü olarak gösterilen laflar şayet onlara uygunsa sahihtir, değillerse,
aykırıysalar, şeytanî ve deccalî uydurma, zırva, palavra ya da
vesvese ve vehimlerdir.
İbn Arabî soytarısını tekfir edenler, keyfleri öyle
istediği için değil, onlardaki Kitab ve Sünnet bilgisi kendilerini buna mecbur
bıraktığı için tekfir etmişlerdir.
Soytarının (ya da soytarıya hüsnüzanda bulunan gafil ya da
cahillerin) hatırı için "istidlalî bilgi"yi (lüzumsuz
tevillerle nassları çarpıtarak) görmezden gelebilme gibi bir lükse sahip
değiller.
*
Endülüslü deccalin bir gözü kör olduğu için İslam'ın tasavvuf kısmını
görüyor, Kelam ve Fıkıh kısmına ise gözü kapalı.
Fakat onun tasavvufu gerçek tasavvuf da değil, tasavvufun
istismarına dayanan zındıklık.
Günümüzde o zındıklığı İngiliz keferesi, Ibn
Arabi Society'si ile palazlandırmaya çalışıyor. (İngiliz bunu yapar da
"yerli-milli"ler durur mu, onların başı kel mi, onların eli armut mu
topluyor, onlar da Haydar Baş ve Cübbeli Ahmet gibiler eliyle "Kemalist/Atatürkçü
tasavvuf" icat etmiş durumdalar.)
İslam'ı, Kur'an ve
Sünnet'ten istismara müsait ayet ve hadîs aktararak (istidlal yoluyla)
tahrif ve tağyire tabi tutmak kolay değil (Tarihselcilik ve Sünnet'sizlik bu
zorluk yüzünden icat edilmiş durumda), fakat keşf ve müşahede maskesi
altında hurafe, sapıklık, şirk, küfür ve zındıklık ile doldurmak kolay.
Çok
kolay.
İbn
Arabî şarlatanı, bunu yapanların en başında geliyor.
İmam-ı
Rabbanî, bir mektubunda, babasının kendisine,
"Müslümanlar arasındaki sapıklıkların büyük ekseriyetle tasavvuf yoluyla
yaygınlaştırıldığını" söylemiş bulunduğunu dile getirmektedir.
Tarih
tekerrürden ibaret.
*
Ebu Bekir Verrak k. s. gerçek bir sufî iken, İbn Arabî soytarısının,
kendisini “hatemü’l-evliya” değil, “hatemü’z-zenadika”
(zındıkların sonuncusu) olarak tanıtması gereken bir süper sapık olduğu ortaya
çıkmaktadır.
(Aslında zındıkların sonuncusu ya da son zındık değil,
fakat yalancı zındıkların belki en kurnazı ve en zararlısı.)
Evet, Kelam, Fıkıh ve Tasavvuf’u (birbiriyle çelişmemesi
gereken, birbiriyle uyumlu ve birbirini tamamlayan) disiplinler olarak ele
almayan, onlardan birini diğerleri adına reddeden ya da küçümseyen biri, Kur’an ve
Sünnet’in bir kısmını alıp diğer kısmına sırt çevirmiş olur.
İbn Arabî sapığının durumu budur.
Burası kesin..
Tartışmaya açık olan konu ise şu: Bu zındıklığı salt
nefsine uyarak sallapati mi yapıyordu, yoksa (yahudi Pavlus’un hristiyan
görünüp Hz. İsa aleyhisselam'ın yolunu tahrif ve tahrip etmesine benzer
şekilde) İslam’ı tasavvuf maskesi altında tahrif etmek için bilinçli ve
sistematik bir çaba mı sergiliyordu?
Bana kalırsa ikinci ihtimal daha güçlü.
*
Kılıç, sözlerinin devamında şunu diyor:
“İbnü’l-Arabî’yi tekfir
ve tenkit edenlerin çoğunun kelâmcı veya fıkıhçıların arasından çıkmış olması
da aslında bir bakıma kendisinin onlardan farklı bir metodoloji izlediği
konusundaki ikazlarını haklı çıkarmaktadır.”
Sadece Kelamcı ve Fıkıhçılar (Fakihler) değil, (onun
düşüncelerine vakıf olan) gerçek sufîler de onu tekfir ve tenkit etmiş
durumdalar.
Lafa bak, metodolojiymiş.. Keşf diye işkembeden senetsiz sepetsiz ve delilsiz konuşmanın neresinde metod var?!
Peygamberler bile, gaybe dair bilgiler verirken yanısıra
doğruluklarının delili olarak (materyalist-pozitivist düzlemde)
mucize getirmişlerdir.
Rastgelenin "Ben Allah'tan mesaj getirdim"
diyerek peygamberlik taslamasının önü kapatılmıştır:
"Onlar (O Yahudiler) ki: 'Şüphesiz ki, (gökten inen)
ateşin kendisini yiyeceği yakacağı) bir kurban getirmedikçe hiçbir
peygambere îmân etmememizi Allah bize emretti' dediler. De ki: 'Size, gerçekten, benden önce, apaçık mucizelerle ve dediğiniz (mucize) ile peygamberler
gelmişti. O hâlde, doğru kimseler iseniz, onları niçin
öldürdünüz?'” (Âl-i İmrân, 3/183)
İbn Arabî tipi soytarılar peygamberlerden daha büyük demek
ki..
Bunların ulaştıkları "manevî sır"lara itiraz etmek mümkün değil, sorgusuz sualsiz körlemesine iman etmek gerekiyor.
*
Metodoloji meselesi önemlidir.
İbn Arabî soytarısının yaptığı şey, "usul" (metod, yöntem) tanımazlıktan ibaret.
Daha doğrusu, "usul"ü, "usulüddîn"i, usul-ü fikhı dinamitlemeye, yok etmeye çalışıyor.
Yalan dolanın, "usulün kontrolü"nden geçmeden serbestçe dolaşıma girmesinin önünü açmak için cerbeze denizinin derinliklerinden inciler çıkarıyor, bin dereden su getiriyor.
Ve bunu suret-i haktan gelerek, tasavvufu istismar ederek, akıllara seza bir ustalıkla yapıyor.
Büyük sahtekâr.. Sıradan bir din dolandırıcısı değil.
Ana dili Arapça, edebiyatı kuvvetli, şeytanî bir zeka da mevcut, her minareye kılıf dikmeyi sağlayacak bir terzilik becerisi de var, yanısıra, istediği her hususta istediği anda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'i rüyasına getiren mükemmel bir hayal gücü ve hikâye uydurma yeteneği de emre amade, daha ne olsun..
"Usul"ü devreden çıkarmak için gereken bütün alet edevat tamam.
*
Kılıç, şunu da diyor:
“… Ona göre, “Onlar
kitabın bir kısmına inanıyoruz, bir kısmına ise inanmıyoruz derler de
bu ikisi arasında kendilerine bir yer ararlar. İşte bunlar kâfirlerin ta
kendileridir”(en-Nisâ 4/150-151) âyetinin, ehl-i rüsûm [Fakihler] ile ve salt
fikrî görüşle yetinen filozofların ve kelâmcıların büyük bir kısmıyla
münasebeti vardır. Zira onlar Allah’ın velîlerinin bizzat müşâhede
ettikleri mânevî sırlardan akıl ve bilgi seviyelerine uygun düşenlerini
alır, düşmeyenlerini reddeder, kendi delillerine ters olduğu için “bunlar
yanlıştır” derler. İbnü’l-Arabî, Allah’ın velîlerine muhalefet edip onlara
karşı çıkanların âkıbetlerinden korktuğunu belirterek sûfî Ruaym’ın, “Kim
hakikat ehli sûfîlerle oturur da onların bizzat tahakkuk ettirdikleri bir şeyde
onlara muhalefet ederse Allah o kişinin kalbinden iman nurunu çekip alır”
sözünü nakleder ve bu söze kendisinin de aynen katıldığını ifade eder (Kitâbü’l-Fenâʾ, s. 7).”
Görüldüğü gibi, Endülüs deccali, hokuspokus,
abrakadabra kabilinden laf ebeliği ile kaşla göz arasında Kitab’ın (Kur’an’ın)
yerine kendisi gibi sahtekârların keşf ü keramet maskesi altında yaymaya
çalıştıkları sapıklık ve zındıklıkları yerleştiriyor.
Ayet ne diyor, bu soytarı lafı oradan alıp nereye
getiriyor!
*
Sapığa bakın, Fakihler ve Kelamcılar, “Allah’ın velîlerinin
bizzat müşâhede ettikleri mânevî sırlardan akıl ve bilgi seviyelerine uygun
düşenlerini alır, düşmeyenlerini reddeder, kendi delillerine
ters olduğu için ‘bunlar yanlıştır’ derler”miş.
Kelam ve Fıkıh’ın usul ilkeleri bu kadar basit mi,
"keşfî", “keyfî” ve “zevkî” mi?
İmdi, bir Kelamcı ve Fakih, müşahede (doğrusu mükaşefe)
yoluyla "manevî sır"lara eriştiğini iddia eden bir kişinin sözlerini
mutlaka Kur’an ve Sünnet’ten istinbat edilen ilkelere
göre değerlendirmek durumundadır.
Burada “kendi delil”leri diye birşey olmaz..
Delili Kur’an ve Sünnet’ten getirmek zorundadırlar.
Bu soytarının sözünü ettiği “sır”lar ise, iddia
sahibinin “kendi keşfi”dir, Kur’an ve Sünnet’le bir ilgisi
bulunmamaktadır.
Kur’an ve Sünnet’ten alınan delil kayası ile (onunla
çeliştiği görülen) “manevî sır” yumurtası çarpıştığında cılk yumurtadan geriye ne kalabilir?!
Kelamcı ve Fakih ne yapacak, senin velvele koparıp gıdaklayarak yumurtladığın "manevî
sır" yumurtasının karşısında saygı duruşuna geçip “Kitab’ın bir kısmına" sırt mı
çevirecek?!