YALAN SÖYLEYEN TARİHTE UTANMA NE ARAR!

 











UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 73

 

Selanikli’nin ölümünden üç ay sonra, takvimler 13 Şubat 1939 Pazartesi gününü gösterirken, Kâzım Karabekir Paşa’nın günlüğüne şu notu düşmüş olduğunu, önceki bölümde görmüştük:

“Telefonla yaver beyin [Cumhurbaşkanı İnönü’nün yaverinin] iş’ârı [bildirmesi] üzerine General Cafer Tayyar’la İnönü ’ye [gittik]. Saat 5.45-7.00. M. Kemal'in Enver'e kızarak İngilizlere teslim olmak teşebbüsünü Cevat Rıfat söyledi. Bunu Cemal [Mersinli] Paşa, Ömer Lütfi ve Diyarbakırlı Kâzım Paşa da bilirmiş. Cemal Paşa'ya –bugün bana gelmişti– sordum, evet dedi. Bu maksatla bazı zabitler de (subaylar da) İngilizler tarafına geçmiş.”

[Kâzım Karabekir, Günlükler (1906-1948), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2009, s. 1083.]

Selanikli Mustafa Atatürk, İngilizler’e teslim olmadı, fakat daha kötü birşeyi yaptı, emri altındaki orduya “Ben size taarruzu (hücumu, saldırmayı) emretmiyorum, kaçıp gitmeyi ya da kaçarken ölmeyi emrediyorum” anlamına gelen bir emir verdi.

Nitekim emri altındaki askerlerden birçoğu kaçarken öldü.

Daha kötüsü ise, onun bu beklenmedik ricati diğer Osmanlı birliklerinin de hazırlıksız yakalanıp dağılmasına neden oldu.

Selanikli'nin bu ricati, "savaşa son veren kaçış"tı.

Osmanlı'yı tarihe gömen, ölüm yatağına düşüren yenilginin altında Selanikli'nin imzası vardı.

Selanikli, ölünün techiz, tekfin ve defin işlemlerini de İngilizler'le elbirliğiyle gerçekleştirecek, fakat matem tutmak yerine, bunu "Türk milletinin zalim Osmanlı'dan kurtuluş bayramı" olarak kutlayacaktı. 

*

Selanikli Filistin'de kirişi kırıp kaçtıktan ve İngilizler’in zaferini garantiye aldıktan sonra, “teslim” operası ve operasyonunun ikinci perdesi için sahneye fırlamıştı.

Demiri tavında dövmek gerekiyordu.. Büyük iş başarmış gibi Suriye’den, (henüz üç aylık padişah) Vahideddin’e telgraf çekerek, “İngilizler’le behemahal (ne pahasına olursa olsun) barış” yapılması (yani teslim olunması) tavsiyesinde bulundu.

"Padişahım, ben kaçtım, sen de kaç" diyordu.

İki buçuk asır kadar önce hırsı aklından büyük bir Mustafa (Merzifonlu Kara Mustafa), Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemini başlatmayı başarmıştı.. Selanikli Sarı Mustafa ise, Filistin’deki efsanivî ricati ile devletin yıkılışını garantiye almıştı.

*

Önceki bölümde, Selanikli Atatürk’ün, kendisine iyilik eden Karabekir Paşa’nın yanısıra Nazır Mehmet Ali Bey ile Avni Paşa gibi isimlere iyiliklerinin karşılığı olarak nasıl “teşekkür” etmiş, yabancı ülkeleri gezsinler, dünyayı tanısınlar diye onları nasıl 150’likler kontenjanından vatansız hale getirmiş olduğunu görmüştük.

Peki, yaşanan gelişmeler hakkında Selanikli’nin kendisi ne diyor?

Kemalistler gibi olayı tek yanlı anlatmak olmaz, ona da söz hakkı vermek gerekiyor.

Selanikli, önceki bölümlerde aktardığımız sözlerini şöyle sürdürüyor:

Vahdettin kabinelerinde [hükümetlerinde, bakanlar kurullarında] benim için iki zıt fikir olduğunu yukarda söylemiştim: Biri beni lehlerinde kazanmaya çalışanlar, diğeri hiçbir suretle itimad edilmemek (güvenilmemek) lazım olduğunu iddia edenler!

Aylarca, münakaşalardan soma hangi fikir hak kazanmış, bilir misiniz: Mustafa Kemal'e emniyet edilemez! Mustafa Kemal İstanbul'da birtakım menfi telkinler, belki hazırlıklar yapıyor. Bu adamı İstanbul'dan uzaklaştırmak lazımdır. Mustafa Kemal'i Anadolu dağlarına atmalı ve orada çürütmeli!

Nihayet bu karar üzerinde mutabık kalmışlar. Bunu işiten yakın arkadaşlarım beni tebrik ettiler.

Beni İstanbul'dan çıkarmakla ağır bir yükten kurtulacaklarını zannedenler, makul bir sebep aramakla meşgul idiler. Nihayet bu sebep, işgal kuvvetleri zabitlerinin raporları ile dolu bir dosya halinde ellerine geldi.

Bir gün Harbiye Nazırı (Savunma Bakanı) rahmetli Şakir Paşa  [Bahriye Nazırı Avni Paşa’nın kayınpederi] beni makamına davet etti. Bürosunun [masasının] karşısına oturdum. Bir tek kelime söylemeksizin bana dosyayı uzattı:

"- Bunu okur musunuz?" dedi.

Dosyayı baştan nihayete kadar gözden geçirdim. Hulasası (özeti) şu idi:

"Samsun ve havalisinde birçok Rum köyleri Türkler tarafından her gün tecavüze uğramaktadır. Osmanlı hükümeti bu vahşi tecavüzlerin önüne geçememektedir. Bu havalinin emniyet ve huzurunu temin etmek insaniyet namına borcumuzdur."

Raporlar istanbul Hükümeti'ne verilirken bir de protesto ilave edilmişti:

“Bu tecavüzleri menetmek lazımdır. Eğer siz aciz iseniz, vazifeyi biz üstümüze alacağız!”

Dosyayı okuduktan sonra Harbiye Nazırı’nın yüzüne baktım:

"- Emriniz paşam" dedim.

"- Bu böyle midir, zannedersiniz?"

" - Zannetmiyorum, fakat bir şeyler olmak ihtimali vardır."

Bunun üzerine asıl bahse geçti:

"- İşte, dedi, böyle midir, değil midir, evvela bunu meydana çıkarmak için oralara bir zatın gidip tetkiklerde (incelemelerde) bulunması lazımdır. Ben Sadrazam Paşa ile (Damat Ferit Paşa) görüştüm. Sizi münasip gördük. Oraya gidesiniz ve meselenin mahiyetini anlayasmız."

"- Memnuniyetle giderim. Ancak ben oraya Türkler Rumlara zulmediyor mu, etmiyor mu, yalnız bunu anlamak için mi gideceğim, memuriyetim bu mu olmak lazımdır?"

"- Evet, dedi, konuştuğumuz budur!"

"- Pekâlâ, yalnız müsaade buyurursanız, memuriyetime bir şekil vermek, lazım! Sizi üzmeyeyim, arzu ederseniz Erkânıharbiye Reisinizle (Genelkurmay Başkanımızla) görüşerek bunu tespit edelim!"

"- Hay hay!" dedi.

Nazırlık makamından çıkarak, Erkânıharbiye-i Umumiye Reisi Fevzi Paşa'yı (Fevzi Çakmak) aradım. Yerinde yoktu.

(Falih Rıfkı Atay, M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs, İstanbul: Cumhuriyet Gazetesi, 1999, s. 142-3.)

*

Fevzi Paşa yerinde yokmuş..

Peki kim varmış?

Sıkı durun, şunu diyor:

“Dairede ikinci Reis (Genelkurmay İkinci Başkanı) Diyarbekirli Kâzım Paşa ile karşılaştım.” (s. 124.)

Kim bu Diyarbekirli Kâzım Paşa?

Diyarbekirli olmayan Kâzım Paşa’nın (Karabekir’in) sözünü ettiği Diyarbakırlı Kâzım Paşa:

“Telefonla yaver beyin [Cumhurbaşkanı İnönü’nün yaverinin] iş’ârı [bildirmesi] üzerine General Cafer Tayyar’la İnönü ’ye [gittik]. Saat 5.45-7.00. M. Kemal'in Enver'e kızarak İngilizlere teslim olmak teşebbüsünü Cevat Rıfat söyledi. Bunu Cemal [Mersinli] Paşa, Ömer Lütfi ve Diyarbakırlı Kâzım Paşa da bilirmiş. Cemal Paşa'ya –bugün bana gelmişti– sordum, evet dedi. Bu maksatla bazı zabitler de (subaylar da) İngilizler tarafına geçmiş.”

*

Selanikli’nin bunları anlattığı sırada yıl, 1926.

Aradan yedi yıl geçmiş, köprülerin altından çok sular akmış.

O süre zarfında Selanikli epeyce bir düşünmüş taşınmış, yutkunmuş kaşınmış, olan bitenler hakkında kafasında iyi bir hikâye kurgulamış.

Bu arada, hikâyesine itiraz edecek, “Hayır, öyle olmadı şöyle oldu” diyebilecek insanların da kimini (İstiklal Mahkemeleri marifetiyle) astırmış, kimini hapsettirmiş, kimini 150’likler listesine dahil edip vatandan ihraç etmiş, kimini korkudan mefluç ve dilsiz hale getirmiş, kiminin (Karabekir'de olduğu gibi) peşine hafiye (casus, ajan) takmış, kiminin de Mehmed Akif ve Rıza Nur gibi gönüllü sürgüne gitmesini sağlamış.

Memlekette ona “Gözünün üstünde kaşın var, sarı öküze benzer başın var” diyebilecek kimse kalmamış; dünyanın en yakışıklı adamı olduğu yalanının milletin besmelesi haline getirileceği, kimisinin onu “tanrı” ilan edeceği, kimisinin, hakkında “Atatürk ekber” filan diye şiir yazacağı, kimisinin de Çankaya’daki köşkünü Kâbe ilan edeceği tuhaf bir “çağdaş ve uygar putperestlik çağı” başlatılmış.

Dolayısıyla, Selanikli’nin büyük bir özgüvenle yalanlarını “tarihî gerçekler” olarak anlatacağı bir ortam oluşmuş.

*

Gelelim Selanikli’nin sözlerinin “değerlendirilmesi”ne..

Eğer Selanikli’nin anlattıkları yalnızken salt kendi başına yaşadığı bir olayın dökümü olsaydı, ifadelerini sorgulamaya kalkışmak yanlış ya da gereksiz olabilirdi.

Fakat anlattığı şey, bir cihan imparatorluğunun ve tarih yazmış bir milletin hikâyesi..

Dolayısıyla, yaşananları salt Selanikli’nin açıklamaları ekseninde ele alamaz, onun sözlerine “gökten inmiş (yanlış olması imkânsız) vahiy” muamelesi yapamayız.

Olayların gelişim seyrinin en özlü, en yalın, en tutarlı, en anlaşılır, en gerçekçi ve en doğru tasvirini, Selanikli’nin sağ kolu, başbakanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci cumhurbaşkanı, İstiklal Harbi’nin Batı Cephesi Komutanı General İsmet İnönü’nün şu açıklamasında buluyoruz:

"İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur."

(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)

Arazi ölçümünde nasıl öncelikle bir “referans noktası”na sahip olmanız gerekiyorsa, bunu yapmamanız durumunda ölçümlerinizin nasıl bir anlamı olamıyorsa, Selanikli gibilerin açıklamalarını değerlendirirken hareket noktamız olacak bir “referans noktası”na da aynı şekilde ihtiyacımız bulunmaktadır.

İnönü’nün “tarihî” itirafını “referans noktası” olarak aldığımızda Selanikli’nin faaliyetlerinin genel seyri, söylem ve eylemlerindeki değişim süreci anlaşılır hale geliyor ve karanlık noktalar aydınlığa kavuşuyor.

Taşlar yerine oturuyor, ve önümüze tutarlı ve mantıklı bir tablo çıkıyor.

Bu sayede, Selanikli’nin olayları anlatırken nerede yalana başvurduğunu, nerede çarpıtma yaptığını, nerede karartma uyguladığını anlamak mümkün hale geliyor.

*

Evet, Selanikli, “Vahdettin kabinelerinde [hükümetlerinde, bakanlar kurullarında] benim için iki zıt fikir olduğunu yukarda söylemiştim” diyor ve ekliyor:

“Biri beni lehlerinde kazanmaya çalışanlar, diğeri hiçbir suretle itimad edilmemek (güvenilmemek) lazım olduğunu iddia edenler! Aylarca, münakaşalardan soma hangi fikir hak kazanmış, bilir misiniz: Mustafa Kemal'e emniyet edilemez!”

Lafa bakın, bunu kazanmaya çalışıyorlarmışmış..

Sen devletin basit bir memurusun, bir göreve atadıkları zaman yapabileceğin hiçbir şey yok.

Ha, fikren kazanma mevzuuna gelince, sen (önceki bölümlerde aktardığımız kendi ifadelerinden anlaşıldığı gibi) nabza göre şerbet veren, (görünüşte herkes tarafından her zaman rahatça kazanılan, gerçekteyse sadece kendisinden daha güçlü olanlar karşısında daima el etek öpmeye hazır) herkese mavi boncuk dağıtan bir fırıldaksın..

Ahmet İzzet Paşa’nın hükümet kurması, senin ve arkadaşlarının bakan olması için entrika çevirmiş, başarılı olamayınca da yardım istemek için hemen Vahideddin’e koşmuşsun. (Önceki bölümlerde ayrıntılı biçimde anlattık.)

Sonra Sarı Kemal olarak, İttihatçı eski bakanlardan Kara Kemal ile “hükümet darbesi” planlamış, buna vakıf olan yakın arkadaşın İsmail Canbolat’ın tepki göstermesi üzerine hemen fırıldak gibi çark edip “Kara Kemal’in ağzını arıyordum” ayaklarından mazeret üretmişsin..

Özrü kabahatından büyük.. Ağız aramak için böyle konuşmanın adı Anadolu’da, “karaktersizlik”tir.

*

Bunu kazanmaya çalışıyorlarmışmış.. Seni kazanmaktan kolay ne var!

İstanbul’a gelir gelmez Minber ve Vakit gazetelerinde İngilizler’e yağ çeken de sensin.

Seni İngilizler kazandılar ve İnönü’nün itiraf ettiği gibi sonuna kadar desteklediler.

Ve sen de, Osman Gazi’nin torunu olan padişahı memleketten kovmakla övünürken, İngiltere Kralı Edward’ı Dolmabahçe Sarayı’nda has misafir olarak ağırladın.

İngiliz ilke ve inkılaplarını darağaçları kurarak tavizsiz bir şekilde uyguladın.

Ama İngilizler, o karanlık yıllarda “danışıklı dövüş” çerçevesinde güya seni desteklemiyormuş gibi göründüler.. (Gerçeği açıklamak, İnönü’ye kaldı.. Ancak 50 yıl sonra dili çözüldü.)

Aslında İngilizler’le aranda danışıklı dövüş bile olmadı, “danışıklı sövüş” oldu.. (İran-İsrail kavgasını danışıklı dövüş olarak görenler neden Selanikli’nin danışıklı sövüşü için tek kelime etmiyorlar?.. Aloo, beni duyuyor musunuz, orada mısınız?.. Tı, ses gelmiyor.)

O kadar adamı tutuklayıp Malta’ya sürerken neden sana vize verip sağ selamet Samsun’a geçmene izin verdiler?

Senden korktukları için mi?

Filistin’de, emrinde dünya kadar asker varken önlerinden tek kurşun atmadan rüzgâr gibi kaçan senden mi korktular?!

Pabucumun kahramanı!


İNGİLİZ PİYONU ZAMPARA ATATÜRK'ÜN, İŞVERENİ İNGİLİZ İSTİHBARATI (GİZLİ SERVİSİ) ŞEFİ ROBERT FREW İLE MACERALARI

  Mehmet Hasan Bulut’un “ İngiliz Derviş: Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert ” adlı kitabı (4. b., İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncıl...