"ZAMANIN İMAMI"NI "USÛL"ÜN (AKLIN VE NAKLİN) YOL GÖSTERİCİLİĞİYLE ARAMAK

 


Zamanın imamı” gibi tabirleri ayet ve hadîsler çerçevesinde ele almamız gerektiği açıktır.

Ancak, ayet ve hadîsler sizin “tekel”inizde olmadığına göre muhataplarınız da “Şöyle bir hadîs de var” diye hadîs okuma, “Şu ayetten biz şunu anlıyoruz” deme imkânına sahiptirler.

İşte tam da bu noktada devreye “usûl” (yöntem, metod) meselesi girmektedir.

Doğru anlama gibi yanlış anlama da söz konusu olabildiğine, doğru yorumlama gibi yanlış yorumlama da bir vakıa olarak önümüzde bulunduğuna göre, doğru ile yanlışı ayırmada hakemimiz “usûl” olacaktır.

Elbette usûl konusunda da tartışma yaşanabilir, fakat usulün en temelde akla ve mantığa uygunluk gibi bir şartı vardır.

Yani usûl (yöntem) diye ortaya atılan ilkelerin akla ve mantığa aykırı olmaması, kendi içinde çelişkili ve tutarsız, birbirini çürüten varsayımlar niteliği taşımaması gerekir.

Çelişkili, yani kendi kendisini yalanlayan bir "usûl"den söz edilemeyeceği gibi, akıl dışı ve mantıksız varsayımlar üzerine kurulu bir "usûl" de olamaz.

Çünkü mantıksızlık temeli üzerine kurulu bir mantıktan söz edilemez.

*

Fırka-i naciyeden, bir başka deyişle Ehl-i Sünnet ve Cemaat’ten olmanın temel şartı, nassları anlamada “usûl”e bağlılıktır.

Said Ramazan el-Bûtî, konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir:

“İslam’ın tamamı, Arapça ibare ve nasslardan kaynaklanmaktadır. Bilgi metodunun zarurî yolu ve onun zarurî usulü de akılla sabittir. Bu kurallar, nassların tefsirinde ve bu nassların içerdiklerinin belirlenmesinde sahih bilginin kayıt altına alınıp şüpheli ve batıl evhamların ona karışmasını engelleyici olup bir anlamda hakemlik yapan bir ölçüdür. Bu ümmetin selefinden dinlerine sadık müslümanlar, düşünce ve içtihatlarını bu ölçü ile zabt altına almışlardır. Bu ölçüye uyanlar kıyamete kadar var olacaklardır.” 

(Said Ramazan el-Bûtî, Selefiye, çev. Vecihi Sönmez, İstanbul: Bedir Y., s. 46)

Demek oluyor ki, usûlün temeli akıl ve mantıktır.

Evet, bir müslüman, akıl ve mantık temeli üzerine kurulu bu usûle (usûl-ü fıkıh) bağlı kalmak zorundadır. Çünkü bu, "doğru" bilgiye ulaşma yönteminin zarurî yoludur.

Usûl-ü fıkha dair eserleri inceleyen bir kimse, bu usûlün muhteşemliğinin farkına varır.

Aynı zamanda, dinî konularda çalakalem birşeyler yazmanın ya da rastgele konuşmanın cahilce (mantık dışı) ictihat yapmak olduğunu anlar.

*

Bunun da ötesinde, bir kimse, ayet ve hadîslerden bahsederken çok dikkat etmek, Peygamber Efendimiz s.a.s.’in sözlerine ilave yapmaktan ya da anlamı bir şekilde bozacak biçimde eksiltmede bulunmaktan şiddetle kaçınmak zorundadır.

Aksi takdirde insan, Peygamber Efendimiz s.a.s. adına yalan uydurmuş olur. Ve böylelerinin ateşe gireceğini Peygamber Efendimiz s.a.s. haber vermiş durumdadır.

İşte bu yüzden ashabın birçoğu hadîs rivayet etme konusunda son derece ihtiyatlı davranmıştır.

Günümüzde ise, öyleleri var ki, bir yandan mezhepsizlik tehlikesinden söz ediyor ve güya bu zamanda ehliyetsizce ictihat yapanlara karşı duruyor, diğer yandan da, bırakın sadece ehliyetli olup olmadığına bakmaksızın (ayet ve hadîslere dayanarak) ictihat yapmayı, kendi kafasından dinî hükümler uyduruyor.

*

Evet, Said Ramazan el-Bûtî’nin Selefiye adlı kitabında genişçe izah ettiği gibi, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’ten olmak, yani Resulullah’ın (s.a.s.) sünnetine tâbi olmak ve Ashab-ı Güzîn’in yolundan gitmek; öncelikle usûlüddîne ya da fıkıh usûlüne riayeti gerektirir.

Ayrıca, içtihadî konularda (hakkında açık hüküm bulunup da içtihat yapılamayacak konularda değil, salt içtihadî konularda) kendi görüşünü (içtihadını) ya da tâbi olduğu görüşü (mezhebi) tek hak anlayış olarak görmemek ve diğer ictihad sahiplerini (usule uygun içtihatta bulunan müçtehitleri) tekfir etmekten, sapıklıkla suçlamaktan kaçınmak gerekir.

Hakkında nass (tevil götürmeyen açık hüküm) bulunan konularda ictihad yapmak ve farklı bir düşünceyi savunmak söz konusu olamaz, “Mevrid-i nassta ictihada mesağ yoktur”.

*

İctihadın (ister mezhep şeklinde bir topluluk tarafından benimsensin, isterse tek bir kişinin görüşü olarak kalsın) tek başına delil olmadığını da bilmek gerekmektedir.

Bir mezhebe ait ictihad, aynı mezhepten olan kişiye karşı (mezhebi benimsediği için) delil olarak ileri sürülebilir, fakat başka mezhepten olan kişiye karşı delil olmaz.

Mesela bir Şafiî, Hanefî mezhebinden bir başkasına, “Bu böyle, çünkü İmam Şafiî şöyle demiştir” diyemez. İmam Şafiî’nin içtihat yaparken dayandığı ayet ve/veya hadîsi göstermek zorundadır.  

Çünkü gerçekte delil, ictihada medar olan âyet ve hadîslerdir. 

İctihatla varılan görüş değildir. 

*

İmam Pezdevî’nin ifade ettiği gibi, “Şeriatın aslı Kitap ve sünnettir. Bu asılda kusur etmek kimseye helâl olmaz.” (M. Ebu Zehra, Ebu Hanife, çev. O. Keskioğlu, 5. b., Ankara, 2005, s. 266.)

el-Bûtî’nin ifadesiyle, “Fıkhî fetvalardaki içtihatların kaynağı nasslar ve onların zahirlerinin delâlet ettiği anlamdır.” (Selefiye, İstanbul: Bedir Y., s. 39.)

Bir başka ifadeyle, ictihad (mezhepler), bizzat (kendi başlarına) hüccet değildir.

Yani, “Böyle bir mezhep de (görüş de, içtihad da) var, o halde bu, herkes için delil olur” denilemez.

Bu, mezhep imamları için böyle olduğu gibi, müceddid diye adlandırılan diğer büyük alimler için de böyledir.

Yani bir söz, salt İmam-ı Azam, İmam Gazalî, İmam-ı Rabbanî, İbn Teymiye, Vehhabîler’in hocası İbn Abdülvehhab, Said-i Nursî, Mevlana, İbn Arabî, Yunus Emre veya keramet sahibi filan velî tarafından söylendi diye dinde delil olma vasfına sahip olmaz.

Bunu el-Bûtî şöyle açıklamaktadır:

“… Eğer selef’in yönelişleri ve içtihatları bizzat [salt selefe ait içtihat olmaları nedeniyle] hüccet olsaydı, o zaman (ayrıca) delile ve dayanılacak bir dayanağa ihtiyaç duyulmazdı. Çünkü bizzat kendisi delildir. Dolayısıyla bu birbirinden uzak, hatta birbirine zıt olan görüşlerin [içtihatların] hepsinin hak ve doğru olması gerekirdi.” (Selefiye, s. 38)

İctihad mertebesine ulaşmış bir âlimin yaptığı ictihadın hatalı bile olsa "bir sevap" kazandırması (Ki isabet ettiğinde "iki sevap" kazandırır) başka birşey, hatasız (hak) olması başka birşeydir. 

Liyakat sahibi bir müçtehidin her içtihadı doğru ve isabetli (hak) olmaz. Hatta peygamberler bile her içtihatlarında isabet edebilmiş değillerdir.

Peygamberler ile müçtehit alimler arasındaki fark, peygamberlerin içtihatlarının vahiyle mutlaka düzeltiliyor olmasıdır.

Çünkü peygamberlerin dinî konulardaki (sevab ve ikab konusu olan hususlardaki) beyanları, bizzat (kendi başına) delildir.

Alimlerin ictihat ürünü görüşleri ise kendi başına (bizzat) delil değildir.

*

İctihad mertebesine ulaşmamış bir kimsenin nasslara bakıp kendince yeni ictihatlar yapmaya çalışması veya kafadan “Bu bana göre böyle olmalıdır” demesinin ise hiçbir değerinin olmadığı açıktır.

el-Bûtî şöyle demektedir:

“… Herhangi bir meselede, ‘Bu içtihadî bir meseledir’ sözümüzün anlamı, ‘Hükmün delilleri şaibe ve ihtimallerden kurtulmuş değildir’ demektir. O amelî ve itikadî meselelerde yaygın olarak vardır.” (Selefiye, s. 77)

Bir başka deyişle, içtihatlar gerçekte kesin bilgi oluşturmaz, ancak zan düzeyinde bilgi oluşturur (İçtihadî bir konuda icma gerçekleştiğinde, bir devirde bütün müçtehitler ittifak ettiğinde, onun doğruluğu kesindir).

el-Bûtî’nin ifadesiyle, “İçtihat çoğunlukla, sahibini zan derecesinin üstüne çıkarmaz; dolayısıyla müçtehit hataya da düşebilir”. (Selefiye, s. 61)

*

Ancak, tevatüren bilinen (yani yalan üzerine toplanması mümkün olmayan bir topluluk tarafından rivayet edilmiş bulunan) genel inanç esasları, farzların ve hükümlerin apaçık olanları, mesela beş vakit namazın farziyeti, güç yetirenlerin hac yapmalarının gerekliliği, ve mallarından zekât vermelerinin farz oluşu; faizin, zinanın, adam öldürmenin, hırsızlığın ve içkinin haram olması gibi hususlar, içtihada konu olmaktan uzaktır.

Senedi tevatür derecesine ulaşmayan ve haber-i ahad diye bilinen (mesela tek bir rivayet zinciri ile gelen) hadîsler ise, sahih oldukları bilinse bile, kesin bir şekilde şaibe ve ihtimallerden kurtulamamaktadır. 

(Mesela bir hadisi ashabdan 30 kişi aynı kelimelerle rivayet ettiğinde, onun doğruluğundan şüphelenilemez. Fakat ashabdan sadece bir kişinin rivayet ettiği ve hadîs kitaplarından birinin musannifinin “Bunu Rasulullah s.a.s.’den falan, ondan filan, ondan falanca, ondan da ben duydum” diyerek naklettiği bir hadiste ravilerden biri veya birkaçı hakkında bazen soru işaretleri ortaya çıkabilir.)

O nedenle, "ahad haber" durumundaki hadîsleri (sahih bile olsalar) dikkate almayanların fasık, asi ya da bid’atçi oldukları söylenebilmekle birlikte, tekfir edilememektedirler. (Selefiye, s. 61-63)

Bununla birlikte, el-Bûtî’nin ifadesiyle, Sahih haberin durumu katîlik ve kesinlik derecesine ulaşmasa da, zannîlik derecesinin en üst düzeyinde bulunmaktadır”. (s. 54)

*

Zayıf rivayetlere gelince.. el-Bûtî şöyle demektedir:

“… Bu da kendi arasında birçok kısma ayrılmaktadır. Bunların hepsi tek bir hükmü içermektedir. O da, akaid ve sülûkî (amelî) konulara taalluk eden hükümlerde zayıf hadîse itibar edilmediğidir. Ancak zayıf hadîsi kıyasa tercih eden bazı kimseler de vardır. Bu da nazarî [teoride kalan] bir görüştür. Uygulama bunun aksine gerçekleşmektedir…. Fakat  hadîs âlimlerinin çoğuna göre, fazâil ile ilgili amellere giren konularda [farz olmayan fakat sevap kazandıran konularda], çok zayıf olmaması ve râvinin [günümüzde hadisi duyup ya da okuyup aktaranın] hadîsin sahih olduğuna inanmaması şartı ile zayıf hadîslerle amel etmek caizdir.” (Selefiye, s. 56)

Evet, bunlar, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’ten olabilmek için dikkate alınması şart olan usûl esaslarıdır.

Bir de zamanımızın Ehl-i Sünnet ve Cemaat savunucusu olarak arz-ı endam eden bilgisiz tipler var ki, konuyu bilenlerin bunların yazdıkları karşısında, Ehl-i Sünnet anlayışının ayağa düşürülmesi yüzünden üzüntüden yürekleri parçalanmaktadır.

Cahilin birinin Millî Gazete’de çıkıp müctehitmiş gibi fetva vererek “zamanın imamı”na gıyabında biat teranesi tutturması, bunu vird-i zeban edinerek döne döne tekrarlaması, ve kimsenin de çıkıp “Sen ne saçmalıyorsun!” dememesi, şaşılacak birşeydir.

Daha da şaşırtıcı olan şu ki, kendisinin bu (İslam'ın güncellenmesi niteliğindeki) “asrın buluşu” icatlarına tepki gösterenleri açıkça ya da dolaylı olarak sapıklıkla suçlayabiliyordu.

*

Konuya devam edeceğiz inşaallah.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...