Malumdur ki, İbn
Arabî ve Hacı Bektaş-ı Velî gibi isimler, “şeriat,
tarikat, marifet, hakikat” şeklinde (İslâm’ın ilk dönemlerinde
dillendirilmeyen, sonradan icat edilmiş) bir sınıflandırma yapıyorlar.
(Hacı Bektaş-ı
Velî’nin Makalat’ı bu ayrım ekseninde kaleme alınmıştır.
Ancak onun tarikat, marifet ve hakikat anlayışı Şeriat’e uygundur.)
Yunus
Emre de “Şeriat
tarikat yoldur varana, hakikat marifet andan içerü” diyor.
İşte burası, ayakların
kaymaya başladığı yer..
Şeriat’siz hakikat ve
marifet olmaz..
Şeriat’in olmadığı yerde
hakikat ve marifetin izine tozuna rastlanamaz. Hakikat ve marifet, Şeriat’te
dercedilmiştir.
Tarikat da öyle.. Bir
tarikat, Şeriat’ten saptığında, dalalete düşmüş, hakikat ve marifeti kaybetmiş
olur.
*
Tarikatlar mezhepler
gibidir, nasıl bir mezhep (içtihat) Şeriat’i (İslam’ı) kendi tekelinde
göremezse, tarikatlar da manevî tekamülü kendi inhisarları altındaki bir
imtiyaz olarak göremezler. (İmam Şafiî’nin “Bizim (içtihadî
meselelerdeki) mezhebimiz/görüşümüz doğrudur, fakat yanlış olma ihtimali var;
muarızlarımızın görüşü (delilleri yorumlayış biçimi) yanlıştır, fakat doğru
olma ihtimali var” anlamına gelen bir sözü mevcut.)
Manevî tekamül, (Şeriat’e
uyulması kaydıyla) tarikatsız da gerçekleşir.
Nitakim Mehmed
Zahid Kotku rh. a., Tasavvufî Ahlâk adlı
eserinin birinci cildinde Aziz Mahmud Hüdaî k. s.'nun, “Dört
mezhebin imamları seyr ü süluklarını ilim yoluyla yapıp kemale ermişlerdir”
anlamına gelen bir sözünü naklediyor.
Yani Şeriat tek başına
(tarikat işlevini de görerek) insanı kemale ulaştırabilir, fakat Şeriat’siz
tarikat zındıklığın ta kendisidir.
*
Söz konusu dörtlü
taksimde geçen marifetten kasıt, marifetullah, Allahu Teala’yı
bilip tanımak..
Bu taksim ya da tasnif
çerçevesinde “hakikat” kavramı hakkında konuşurken dikkatli olmak
gerekiyor. Hakikat Şeriat’in dışında olan bir şey değildir, içinde olan
birşeydir, özüdür.
Hakikat, Şeriat’le
kaimdir, Şeriat yoksa, hakikat denilen özünün de mevcut olamayacağı açıktır.
O yüzden, Şeriat’e sırt
çeviren hakikat edebiyatçılarının cemi cümlesinin hakikat düşmanı haline
geldikleri görülmektedir.
*
Marifet meselesine Hz.
Ali’nin şu sözü ışık tutmaktadır:
“Marifet, Allah konusunda kalbinde ne tasavvur edersen et Hakk’ın
onun zıddı (ondan başka bir şey) olduğunu bilmektir.”
Kelâbâzî, tasavvvuf konusunda kaleme alınmış ilk eserlerden olan
kitabında konu ile ilgili olarak şunları söylüyor:
“Şeyhlerden biri şöyle der: ‘Marifet iki nevidir: Hakk’ı tanımak, hakikatı tanımak. Hakk ile ilgili olan marifet, sıfatlarından anlaşıldığı gibi Allah Teala’nın birliğini kabul etmektir. [Şirk koşmamak, muvahhid olmaktır.] Hakikatla ilgili olan marifet, “Allah Teala’nın birliğine [zatıyla ilgili bilgiye] ulaşmanın yolu yoktur” diye arifin inanmasıdır. Zira samediyet bunu imkânsız hale getirmiştir.’
"Bu sebeple Rabb’ın [bilgi ile] ihata edilemeyeceği bir hakikat olarak ortaya çıkmıştır.
"Allah Teala, ‘İlim yönünden onu ihata edemezler’ (Taha, 20/110) buyurmuştur. Samed, sıfat ve vasıflarının mahiyeti idrak edilmeyen varlık demektir. [Zatını bilmeyi geçtik, sıfatlarının künhüne vakıf olmak bile mümkün değildir.]”
(Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf / Ta’arruf, çev. Süleyman
Uludağ, İstanbul 1992, s. 193.)
*
Zünnun-ı Mısrî k. s.’dan
konuyla ilgili olarak şu söz nakledilir:
“Allah’tan en uzak kalan, zahir itibariyle O’na en fazla işarette
bulunandır.”
(Ferideddin Attar, Tezkiret-ül Evliya,
çev. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergah Yayınları, s. 192.)
Cüneyd-i Bağdadî k. s.
ise şöyle demiştir:
“Marifet, Allahü Teala’nın mekri, yani oyunudur [hilesidir]. Arif [marifet sahibi] olduğu zannına kapılan oyuna gelmiştir.” (A.g.e.,
s. 463.)
Yine şu söz de ona
aittir:
“İlim, ihata eden birşeydir, keza marifet de ihata eden birşeydir.
Şu halde (ihata olunmaktan münezzeh bulunan) Allah nerede, kul nerede?” (A.y.)
Marifet de ilmin
kapsamına girer.
Cüneyd-i Bağdadî k. s.
şunu da söylemiştir:
“Allah’ın vahdaniyetine (birliğine) dair olan ilim, O’nun
varlığından farklıdır, keza O’nun varlığı, O’na [varlığına] dair olan ilimden farklıdır.” (A.y.)
*
Ebu Bekir Vasıtî k. s.
ise şunları söyler:
“Bir pîr, ‘En büyük günahım O’nun hakkında marifet sahibi
olmamdır [marifetfuruşluk yapmamdır]’ demiştir…. İbare ve ifade [marifetullaha dair sözler] Tevhid yolunun mahremi
değildir. Bilmek tevhid yolunda, yabancıdır. Tevehhüm ve zan gibi
şeylerin tümünde hudûs (sonradan olma durumu) tohumu vardır. Tevhid ise kendi
mukaddes âleminde tertemiz bir halde olup konuşmak, dinlemek, ibare, ifade,
işaret, görmek, suret, hayal, öyle veya böyle olmak gibi şeylerden münezzehtir.
Bütün bunlarda beşeriyet kiri vardır, halbuki tevhiddeki marifet kirli olmaktan
münezzehtir….” (A.g.e.,
s. 739.)
Ebu Bekir Vasıtî k. s.
şunları da söylemektedir:
“Muamele (amel, ahlâk ve ibadet) yoluna dair söz söylemek güzel
birşeydir. Lâkin söz, hakikatlar bahsinde şirk çölünden esen bir
rüzgar, beşeriyet [benlik, enaniyet] âleminden zahir olan bir inkâr ve tanınma halidir.” (A.g.e., s. 743.)
Yani, yüce hakikatlerden
bahsetme iddiasıyla ortaya çıkıp marifetullaha (Allah’ı bilmeye)
dair ileri geri konuşanların birçoğu, insanları şirke doğru götüren
haddini bilmezler durumundalar.
Böyle yapmakla insanlara
Allahu Teala’yı tanıtmış olmuyorlar, kendilerini arif, irfan sahibi, ermiş vs.
diye tanıtmış oluyorlar, "büyük arif" filan diye nam salıyorlar.
Gevezeliklerinin başka da
bir faydası yok.
*
Benzer şekilde Ebu Abbas Seyyarî k. s., “Hakiki marifet, marifetlerden çıkmaktır (marifet iddiasında
bulunmamaktır)” demiştir. (A.g.e., s.
777.)
Gerçek marifet (marifetullah,
Allah bilgisi), takvasız olmaz.
Yani takvası (Allah
korkusu) olmayanda marifetullah bulunuyor olamaz.
İnsandaki marifet
(marifetullah), ondaki takva kadardır.
Çünkü, korku, bilginin
sonucudur. Bilen, korkar.
Mesela, insanlar
aslanlardan, kaplanlardan korkarlar, çünkü onların yırtıcı canavar olduklarını
bilirler. İki yaşındaki bir çocuk ise, bu canavarlardan korkmaz. Çünkü onlara
dair bilgisi bulunmaz.
O yaştaki bir çocuk, bir prize
çiviyi sokmaktan çekinmez, yetişkinlerin ise bundan ödü patlar. Çünkü bunun
tehlikesini bilirler.
İşte, kendisinde Allah korkusu (takva) olmayan kişide de, Allah
bilgisinin (marifetullahın) bulunuyor olması düşünülemez.
*
Ancak, takvanın
dereceleri var; söz ve davranışlarının kendisini küfre düşürüp
düşürmemesini umursamayan kişide takva hiç yok demektir.
Bazısı ise küfre düşmekten
sakınır, böylesi bir takvası vardır, fakat amelinde takva
sergileyemez.
Takva ile abidliği de
birbirine karıştırmamak gerekiyor..
Takva, sevaplı işleri çok
fazla yapmak demek değildir, günahtan sakınmaktır. En takvalı insan, günahtan
en çok sakınan kişidir, salt farzları yapıyor olsa bile.
Gerçekten takvalı olan
insanın yalnızlıktaki hali ile insanlar arasındaki hali, günahtan
kaçınma cihetinden bir farklılık göstermez.
İnsanlar arasında
işlemediği günahı yalnızken işleyen kişide takva eksik demektir. İnsanlardan utanmak da (aldatma maksatlı
iyi görünme değil de haya) çok iyi ve makbul birşeyse de, Allahu Teala’ya karşı olan takva
bunun ötesinde birşeydir.
(Allahu
Teala’dan bizi de takva sahibi kullarından eylemesini niyaz ederiz.)
*
İşte bu yüzden, Allah c. c. katında en değerli (en kerîm) olanlar, O’ndan en çok korkanlardır (Hucurat, 49/13), yani isyankâr duruma düşmekten, emir ve yasakları çiğnemekten en çok sakınanlardır.
Allah’tan en çok
korkanlar kimlerdir?
Doğal olarak,
âlimlerdir: “Kulları içinde Allah’tan en çok korkanlar,
alimlerdir.” (Fatır, 35/28.)
İşte “marifet, hakikat”
bundan ibarettir.. Gerisi fasa fiso, boş edebiyat, riyakârlık ve gösteriştir.
Kişi takvası
(kendisindeki Allah korkusu, günahtan sakınışı) kadar alimdir ve marifet sahibidir.
Bir insanda takva (marifet),
hayat tarzı olarak amelinde kendisini gösterir; takva ve marifetullah
gösterişçiliği ve edebiyatı başka birşeydir.
*
Takvanın ne olduğunu
bilmek ve anlamak, iyi anlatabilmek de, takvalı olmak anlamına gelmez.
İmam Gazalî’nin İhyâu Ulumiddin’de yer alan şu ifadeleri
meseleyi anlamak bakımından aydınlatıcıdır (C. 4, çev. A. Serdaroğlu,
İstanbul: Bedir, s. 23.)
“Hz. Ebu Bekir’i görmez misin ki, [kendisine sunulan] sütü
içtikten sonra, sütü verenin gayr-ı meşru [Şeriat’e aykırı]
yoldan onu kazandığını öğrenince, hemen boğulacak şekilde parmak salarak onu
midesinden boşaltmağa çalışmıştır. O bilmeyerek içtiği bu
sütten fıkhî hükümlere göre mes’ul olmadığını ve fıkıh
fetvalarında bunu [kusup] çıkarmanın vacib olmadığını bilmiyor mu idi?! İmkan nisbetinde midesini temizlemekle niçin tevbe etti? Bu, ancak onun kalbinde
yerleştirilen bir sır içindir. O gizli sır, ona, amme
[genelin] fetvalarının başka ve Ahiret yolculuğunun tehlikelerinin başka şey
olduğunu ve bunları ancak sıddıkların bilebileceğini bildirdi. Sen,
Allah’ın yarattıkları içerisinde Allah’ı en iyi bilen [marifetullah sahibi] bu
gibilerin hallerini düşün. Onlar Allah’ı, Allah’a giden yolu, Allah’ın gadabını
ve mağrur olmanın zararlarını herkesten iyi bilenlerdendir. Bunlar öyle sırlardır
ki, bunların daha ilk kokularını alan kimse, Allah’ın yoluna giren salik, bin
sene de yaşasa, her nefesinde nasuh tevbesine devam etmesinin
lüzumunu ve hiç vakit geçirmeden tevbenin vücubunu anlar….”
İmam Gazalî şunu da söylüyor:
“… [O,] celalini anlamakta akılların
şaşırıp hayrete düştüğü, vasfını anlatmakta dillerin tutulduğu, ariflerin O’nun
hakkındaki marifetlerinin kemali, [marifet hususunda] acziyyetlerini
itiraftan ibaret olduğu, bir Allah’tır. Nitekim Resul-i Ekrem:
‘Gereği gibi Seni sena etmekten acizim. Sen, kendini sena ettiğin
gibi yücesin’ buyurmuş. Sıddîk-ı Ekber [Hz. Ebu Bekir] de, ‘Anlamadığını [anlayamıyor olduğunu] anlamak bir anlayıştır’
demiştir….”
(A.g.e, C. 4, s.
551-552.)
Plotinus'un şakirdi İbn Arabî herzevekili, İmam-ı Rabbanî ile Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin dikkat çektiği gibi, Hz. Ebu Bekir r. a.'in bu sözünü diline dolamış ve isim vermeden onu aşağılamış, cahillik isnadında bulunmuş durumda.
Senin irfanın (!) başına çalınsın!
*
Yaşamak başka, edebiyat
başka:
Gerçek bu söz yârenler
Gördüm demez görenler
Keramete erenler
Gizli sırrı açar mı?!
Üftade k. s.