EVRENSEL VE EBEDÎ HAKİKAT İSLAM KARŞISINDA DEMOKRASİ HELVADAN PUTU

 







Türkiye’nin siyasal düzeninin ne kadar demokratikleştiği tartışılır, fakat bu ülke müslümanlarının kahir ekseriyetinin taleplerinin ve düşünce dünyalarının demokratikleştiği bir gerçek.

Bu, ‘devlet’le ilgili İslamî vizyonlarının yok olması yahut hasar görmesi anlamına geliyor.

Laiklik ile (siyasal dinsizlik ile) demokrasinin birbirinden ayrılamayacağı söyleniyor, fakat laikliği savunduklarını iddia edenlerin büyük çoğunluğu, değil laiklikten vazgeçilmesini, "Laiklik de tartışılabilir" denilmesini bile demokrasiden vazgeçilip "kan"lı cümleler kurulması için yeterli görürken, yani "Demokrasinin canı cehenneme, laikliksiz (siyasal dinsizliksiz) demokrasiyi ben ne yapayım!" derken, diyebilirken, (tanımı gereği laiklikle [siyasal dinsizlikle] bağdaşmayan) İslam’ı savunanlar (daha doğrusu savunduklarını ya da benimsediklerini iddia edenler) demokrasiyi İslam'a (Allah'ın indirdiği ile hükmedilmesine) tercih edebiliyorlar.

Dinlerini bir oyun ve eğlence edindiklerinin farkında değiller, ya da, bunu umursamıyorlar.

“Dinlerini bir oyun ve bir eğlence edinen, dünya hayâtının aldatmış olduğu kimseleri bırak; hatırlat onu ki, bir kimse kazandığı yüzünden helâke düşürülmesin! Ki ona Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir şefâatçi vardır. Her türlü fidyeyi fedâ edecek de olsa, ondan alınmaz. İşte onlar, kazandıkları yüzünden helâke düşürülmüş kimselerdir. İnkâr etmekte olduklarından dolayı, onlar için kaynar sudan bir içecek ve elemli bir azap vardır.” (En’âm, 6/70)

*

Laiklik (siyasal dinsizlik) ile demokrasinin birbirinden ayrılamayacağının söylenmesi aslında bir çelişkiye/tenakuza ve tutarsızlığa işaret ediyor.

Çünkü bu durumda halkın iradesini laiklikle (siyasal dinsizlikle) kayıt ve şart altına almış, sınırlandırmış, belli bir kulvara mahkum etmiş oluyorsunuz.

Halkın, iradesini laiklik (siyasal dinsizlik) yönünde tecelli ettirmesini istemek ile belli bir din doğrultusunda tecelli ettirmesini istemek arasında özü ya da mahiyeti itibariyle bir fark yoktur.

Normalde samimi olarak (ve de tutarlı biçimde) demokrasiyi savunanların halka “siyasal dinsizlik” ile “siyasal dinlilik” arasında seçim yapma hakkını tanımaları gerekir, fakat “Demokrasi dediysek o kadar da değil, halka ‘siyasal dinliliği’ seçme hakkı tanınamaz” diyorlar.

Yani gerçekte samimi demokrat değiller, “demokrasinin münafıkları (inanıyor görünüp inanmayanları)” durumundalar.

Millete demokrasi nutukları atmaları demokrasiyi benimsemelerinden değil, halkı aldatmak ve avutmak istemelerinden, demokrasi istismarı yapmalarından kaynaklanıyor.

*

Demokrat olduklarını söyleyenler “kayıtsız şartsız demokrasi ya da millet iradesi” ile laiklik (siyasal dinsizlik) kayıt ve şartı karşı karşıya geldiğinde tercihlerini laiklikten (siyaal dinsizlikten) yana yaparken ve dinsizlikten taviz vermeye asla yanaşmazken, müslüman olduklarını söyleyenlerin, başına bir (ne idüğü belirsiz) “muhafazakâr” sıfatını ekleyerek demokrasi havarisi kesilmeleri ve bu “muhafazakâr demokrasi” ucubesi ya da palavrasının gölgesinde laiklik (siyasal dinsizlik) misyonerleri olarak arz-ı endam etmeleri nasıl yorumlanmalıdır?

Buna gaflet ve cehalet mi demeliyiz, yoksa madrabazlık ve ihanet mi?

İslam ile demokrasiyi birlikte savunanların bir kısmının madrabaz ve hain, bir kısmının da gafil ve cahil olduğu kesin.

*

Sorunun temelinde, İslamiyet ile demokrasi düşüncesinin birbirlerine indirgenemeyecek ve birbirleriyle imtizac etmeyecek farklı paradigmalar olduğunun gözardı edilişi yatıyor.

İslam, sınırları Kur’an ve Sünnet’le belirlenmiş bir bütündür. Demokrasi ve laiklik için “kesin olarak şu oldukları” söylenemezken (Çünkü bunlar, insan düşüncesinin ürünüdür ve insan düşüncesi kayıt ve sınır altına alınamaz), İslam’ın ne olduğu kesin biçimde bellidir.

Her ne kadar birçokları kendilerince “gerçek İslam”, “Türk Müslümanlığı”, “Kur’an Müslümanlığı” vs üretseler de, ortada bir Kur’an-ı Kerim ve onun yanı sıra sahihlikleri üzerinde (bilimsel yöntem çerçevesinde) ittifak hasıl olmuş hadîsler bulunmaktadır.

Ayrıca yaşanmış bir örnek, “Asr-ı Saadet” vardır.

O nedenle, İslam ile demokrasinin karşılaştırılması, gerçekte katı bir cisimle bir sıvının şeklinin karşılaştırılmasına benzemektedir.

Sıvının sabit bir şekli bulunmadığı ve içine konulduğu kaba göre şekil aldığı için, aslında, yapılan her karşılaştırma, sadece o an için geçerlilik gösterir.

Bu anlamda demokrasinin tezahürleri tarihselken (tarih ve coğrafya, zaman ve zemin parantezine alınmış nitelikteyken), İslam evrenseldir (çağlar üstüdür).

*

Dolayısıyla karşılaştırmanın tezahürler değil temel ilkeler çerçevesinde yapılması gerekir.

İslam, “vahiy kaynaklı ilahî hikmet”e teslim olmayı, insanı ve bütün bir kâinatı yaratan Allahu Teala’ya itaat suretiyle beşerin yaratılış gayesine uygun bir hayat sürmesini, ve böylece insanın gerçek anlamda hür olmasını, kendisi gibi kulların boyunduruğu altına girmekten kurtulmasını isterken, demokrasi, toplumun (ya da toplumun desteğini almayı başaran bireyin) tanrılaştırılmasını ve başka insanlar için “kural koyucu” konuma getirilerek onları “sürüleştirmesini” vaad etmektedir.

İnsanın heva ve hevesinin ilahlaştırılması (Furkan, 25/43) demek olan bu “kural koyuculuk” azgınlaştığında vahye de elini uzatmakta, onu da tahrif, tağyir ve tebdil etmektedir.. Tevral ve İncil’in başına gelen budur.

Ancak, Allahu Teala son kitabı Kur’an’ı muhafaza altına almış, Kur’an’ın yanı sıra sahih sünnet de ezberlenerek “tevatür” (yalan üzerine birleşmesi mümkün olmayan toplulukların ortak rivayeti) yoluyla nesilden nesile aktarılarak korunmuştur.

*

Küfür cephesinin şeytanî zekâ ve geniş bilgi sahibi elebaşlarının son dönemde buna karşı geliştirdikleri tahrif ve tahrip projesinin ise temel iki ayağı var:

Birincisi, (tarihsellik iddiası çerçevesinde köpürtülen) Kur’an ve Sünnet’in “tarihte kalmış, günümüze hitap etmeyen, Arap örfüne dayanan” metinler olduğu yaygarasıyla Müslümanlar’ı yeni arayışlara yöneltmek ve böylece Batı’nın peşine takmak..

İkincisi ise, tarihsellik iddiasının mütemmim cüzü olarak “İslam’ın güncellenmesi” çağrısı yapmak.

Böylece “güncellenmiş müslümanlık” iddiası, Allahu Teala’ya teslim olmaktan çıkıyor, İslam’ı teslim alma, “tarihsellik” ve “güncelleme” bileşenlerinden oluşan tahrif ve tahrip makasıyla dini kesip biçme, heva ve heves tanrısının arzusu doğrultusunda “yapay bir İslam” inşa etme halini alıyor.

Bunun için de Mecelle’de yer alan “Ezmanın tegayyürüyle ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz” şeklindeki söz, (sanki ayet ve hadîslerin de üzerinde geçerliliğe sahip bir iman esasıymış gibi) “fıkıh usulü”nde taşıdığı anlam görmezden gelinerek abartılıyor.

Bununla varılmak istenen hedef ise, kimi zaman, heva ve hevesi “ezmanın tegayyürü (zamanların değişmesi)” tahtına oturtarak (adını koymadan) ilah mertebesine çıkarmaktan ibaret.

Bir defa “ezmanın tegayyürü” otobüsüne binildiğinde varılacak son durak belli: Ezmanın tegayyürü biletlerini basıp satan demokrasi terminali.

Böylece İslam, (şeklini şemailini, kayıt ve şartlarını Batı’nın belirlediği) demokrasizm ideolojisi ya da dini içinde eritilmiş, Allahu Teala’ya teslimiyetin yerini, “güncellenmiş İslam” sayesinde, “tanrılaştırılmış birey ya da topluluklar”a “siyasal dinsizlik” kayıt ve şartı ile itaat almış olacaktır.

*

İslam ile demokrasi karşılaştırılırken üzerinde durulması gereken ikinci önemli husus şudur:

Bazı temel kavramların İslamî terminolojideki anlamlarıyla, demokrasi ve laiklik kurumlarına teorik çerçeve oluşturan seküler bilimlerin o kavramlara yükledikleri manalar örtüşmemektedir.

Bu nokta üzerinde bir sonraki yazıda duralım inşaallah.


DEVLET EGEMENLİĞİNİN, ÇAĞDAŞ BATI EMPERYALİZMİNİN MÜDAHALE ARACI (YA DA SİLAHI) DEMOKRASİZM KARŞISINDAKİ SAVUNMASIZLIK VE ÇARESİZLİĞİ

 



Bir Arap atasözü, “İnsanlar meliklerinin (devlet başkanlarının, reislerinin, yöneticilerinin) dini üzeredirler” der.

Bu söze İbn Haldun da Mukaddime’sinde atıfta bulunmaktadır.

Bu, iki anlamda böyledir: Birincisi, “din”, bugünün Türkiye halkının zannettiği gibi salt “religion”a karşılık gelmez.. İnsanın benimsediği ve gönüllü biçimde tabi olduğu, uyguladığı, tazimde bulunup aziz tuttuğu yasalar manzumesi, “din” demektir. (Bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, “Din” maddesi.)

İkincisi, insanlarda kendilerine maddeten ya da manen üstün gelen kişileri taklit etme gibi bir eğilim mevcuttur.. Öncü sosyologlardan Gabriel Tarde’nin “Toplum, taklittir” şeklindeki sözü meşhurdur.. İbn Haldun da benzer bir yaklaşıma sahiptir.

Bu, uluslararası alanda da böyledir.. Geri kalmış olan ya da geri kaldıklarını düşünenler, kendilerinden ileri ya da güçlü olanları taklit ederler.

Bu, ideolojik açıdan da böyle.

Ahmet Öncü, İbn Haldun’un sıradan insanın yöneticinin dinini izleyeceği görüşü, Marx’ın ‘her dönemin hakim ideolojisi, o dönemin hakim sınıflarının ideolojisidir’ iddiasını hatırlatıyor” derken önemli bir noktaya parmak basıyor. (Bkz. Ahmet Öncü, Sosyoloji ya da Tarih: İbn-i Haldun ve Mukaddime Üzerine Bir Deneme, Ankara: Öteki Yayınevi, 1993, s. 55.)

*

Demokratizm ideolojisinin dünya genelinde sahip olduğu tartışılmazlık ve dokunulmazlık işte bu gerçeklikten kaynaklanıyor.

Batılı efendilerinin demokratizmi yücelttiklerini, sorgulanamaz bir “dogma” katına yükselttiklerini gören (aşağılık duygusuyla malul) geri kalmışlar “Biz de demokrasiye inanıyoruz, biz de, biz de” diyerek tezahürat yapmayı ilerlemenin ve insandan sayılıp kaale alınmanın ön şartı kabul ediyorlar.

Geri kalmış (özellikle de “zihniyet bağımsızlığı” açısından geri kalmış) toplumlardaki bu “özsaygısızlık” ve “özgüvensizlik”, Batılılar’ın sadece ekonomik emperyalizminin değil, siyasal ve kültürel emperyalizminin de sigortası durumunda.

*

Ve bu sadece ideolojik alanla da sınırlı değil.

Uluslararası ilişkiler tasavvur ve teorilerinden başlayıp etik/ahlâkî alana kadar uzanmakta.. Keyman’ın şu tespitleri önem taşıyor:

“... uluslararası ilişkiler kuramı güçlü bir şekilde Batı kökenli rasyonalist bir evrenselci bakış açısından türetildiği sürece de, Öteki’nin kendisini Batı evrenselciliğinden bağımsız olarak, yani kendi kültürel özelliği içersinde ve kendi tarihini sahiplenerek sunulabileceği ‘etik alan’ da o kadar daralır.... geçmişte ve bugün hala söz konusu olan gündem; bir yandan kültürler arası farklılıkları ve benzerlikleri keşfetmek için Öteki kültürleri egemen bilimsel söylemin içine yerleştirmek (ki bu Batı evrenselliğinin yeniden üretilmesidir), diğer yandan da, tarihsel gelişmenin rotasını ilerleme olarak tanımlamak ve bu ilerlemenin temel taşıyıcı gücü rolünü modern Batılı kimliğe vermek olmuştur.

“Bu ikili gündem çerçevesinde sorulacak pratik bir soru, Batı dışı kültürleri ve yaşamları ‘nesnel ve ampirik bir öge’ olarak tanımlamanın kültürel farklılıkları anlamaya ne kadar yardımcı olduğudur. Böyle bir tanımlama Foucault’nun dilinde modernist rejimin, Derrida’nın dilinde ‘Batılı logo-merkezciliğin’, ya da Gramsci’nin dilinde ‘hegemonya’nın özü olduğundan, bu sorunun yanıtı uluslararası ilişkiler kuramının Oteki’ni anlamadaki yetersizliğidir. Daha da önemlisi, bu kuramın farklı kültürleri ve kimlikleri ‘ötekileştirmesi’ ve modern kimliği tarihi okumada ayrıcalıklı bir konuma yerleştirmesidir....”

(E. Fuat Keyman, “Farklılığa Direnmek: Uluslararası İlişkiler Kuramında ‘Öteki’ Sorunu”, Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark, der. F. Keyman, M. Mutman ve M. Yeğenoğlu, İstanbul: İletişim Yayınları, 1996, s. 72.)

*

Keyman’ın dikkat çektiği çarpıklık ve anormallik sadece uluslararası ilişkiler kuramı (ya da disiplini) için söz konusu değil elbette.

Bu kriz siyaset bilim için de, iktisat teorisi/kuramı için de, hatta ilahiyat öğretileri için de geçerli.

Kenneth Waltz “kuram”ı (Ki bilim, son tahlilde kuram demektir) şöyle tasvir eder:

“Herhangi bir alandaki sonsuz sayıda malzeme sonsuz sayıda farklı biçimde düzenlenebilir. Bir kuram bazı faktörlerin diğerlerinden daha önemli olduklarını belirtir [ve önemsiz görülenleri gözardı eder] ve bunların arasındaki ilişkileri özgülleştirir. Gerçekte ise her şey her şeyle ilgilidir ve bir alan diğerlerinden ayrılamaz.... Kuramlar konusundaki sorun bir alanın diğerlerinden ayrılmasının gerçekçi olup olmadığı değil, yararlı olup olmadığıdır. Ve yararlılık, kuramın açıklama ve tahmin yürütme gücüyle yargılanır.”

(William E. Connoly, Kimlik ve Farklılık-Siyasetin Açmazlarına Dair Demokratik Çözüm Önerileri, çev. Ferma Lekesizalın, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1995, s. 73.)

Benzer ifadeleri Burke, “gerçekliği anlamak amacıyla onu basitleştiren düşünsel bir yapı” şeklinde tanımladığı “model” kavramı için kullanır:

“Tıpkı bir harita gibi, onun da [modelin de] yararlılığı, gerçekliğin bazı öğelerini büsbütün göz ardı etmesine dayanmaktadır.”

(Peter Burke, Tarih ve Toplumsal Kuram, çev. Mete Tunçay, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1994, s. 26-27.)

İnsanlıkla ilgili olay ve olgular (her ne kadar onların ortaya çıkması sayısız faktöre bağlı olsa da) gerçekte teklik ve bütünlük gösterdiği, sosyal bilimler onları kendi bakış açılarına ve ilgi alanlarına göre parçalayıp öznel bir zaviyeden yansıttıkları için, uluslararası ilişkiler disiplininde görülen çarpıklıkların muadillerinin ya da benzerlerinin diğer bilim dallarında da yaşanıyor olması gayet tabiîdir.

*

Nitekim, ilahiyat alanındaki tartışmalarda oryantalist söyleme (adı konulmadan, kaşla göz arasında el çabukluğuyla) evrensellik atfedilirken, İslam’ın doğrularına tarihsellik (yani evrensellik yoksunluğu) izafe edilmektedir.

İslam, “öteki din” olarak egemen oryantalist “bilimsel” söylemin içine “tarihsel” olarak yerleştirilmekte ve böylece oryantalist söylemin evrenselliği (evrensellik iddiası) tartışmasız bir ‘veri’ olarak yeniden üretilmektedir.

Bir başka deyişle, oryantalist söylem Doğu’yu, Batı kültürünün değer ve kurumlarını ters çevirerek tanımlamakta, böylece Batı’nın siyaset, din ve halk kültürüyle ilgili “önyargılar”ı, “bilim”in (başlangıç noktası durumundaki) evrensel ilkelerine dönüştürülmektedir.

Öyle ki, el-Azmeh’in ifadesiyle, “İslami olarak belirlenmiş şeyler, Batı’daki şeylerin bir tersine çevrilmesidir”. (Aziz el-Azmeh, “Oryantalizmin Eklemlenmesi”, Oyantalistler ve İslamiyatçılar-Oryantalist İdeolojinin Eleştirisi, ed. Asaf Hüseyin, Robert Olson ve Cemil Kureşi, çev. Bedirhan Muhib, 2. b., İstanbul: İnsan Yayınları, t.y., s. 251).

Böylece Batı’ya ait düşünce ve kurumlar birer norm haline getirilmektedir. Burke’nin dile getirdiği gibi, Batılı bilginler “çoğu kez Batı’ya öteki kültürlerin ayrılık gösterdiği norm gözüyle bakmışlardır”. (Burke, s. 25.)

*

Bu egemen oryantalist “bilimsel” söylemi benimseyerek Batılı efendilerinin bilimsellik sofrasından ziftlenme onuruna erişmek isteyen yerli beslemelerin, kendilerini “tarihsellik” gulu gulu dansına (oryantalistleri bile şaşırtacak ölçüde) coşkulu biçimde kaptırmaları şaşırtıcı değildir.

Bu beslemelerin kendilerini “aydınlanmış birer Batılı” gibi görmeye ihtiyaçları vardır, çünkü Doğulu olmak, sırtta taşınması mümkün olmayan ağır bir utanç kaynağıdır:

“Buna göre, Foucault’nun bilgi analizi perspektifiyle, Oryantalizmi, bireylerin tasnif edildiği tiplemeler yaratan bir söylem olarak ele alabiliriz: enerjik Batılı birey, şehvete düşkün Doğulu bireye; rasyonel Batılı, tahmin edilemez Doğuluya; kibar beyaz, gaddar sarı insana karşıdır.”

(Bryan S. Turner, Oryantalizm, Kapitalizm ve İslam, çev. Ahmet Demirhan, İstanbul: İnsan Yayınları, 1991, s. 119.)

Sanki Epstein Adası Batı’da değil, Doğu’dadır, ve sanki her türden LGBT sapkınlığının dünya genelinde sözcülüğünü ve avukatlığını yapan Batı değil Doğu’dur.

Ve de sanki hayvanca sınırsız ve kontrol dışı nikâhsız beraberlik furyası Batı’da değil Doğu’da başlamıştır.

*

Evet, Batılılar İslam’ın insanlığa sunduğu çözümlerin (mesajının) tarihsel (belli bir tarihe özgü) olduğunu söylerken, kendi “düzen”lerini dolaylı olarak (örtük biçimde, hissettirmeden, doğruluğu kendiliğinden belli bir aksiyom imişcesine) evrensel (tarih ve coğrafya üstü) olarak tanımlamış oluyorlar.

Benlik (Self) ile Öteki (the Other) arasında birbirlerini anlama bakımından bir ikizlik ilişkisi olduğunu söyleyen (Herşey zıddıyla kaimdir) Claude Levi-Strauss’a atıfta bulunan Keyman şunları söylüyor:

“Benliğin Öteki’nin ikizi olarak anlaşılması yeni bir şey olmasa da, Levi Strauss’un uyarısını ciddiye almak konusundaki başarısızlık henüz çözülmemiştir ve uluslararası ilişkiler kuramı da bu bağlamda istisna değildir. Bunu anlamanın bir yolu Öteki’ne yaklaşmak konusundaki genel eğilimler üzerinde durmaktır.... Öteki, hakkında ampirik bilgi toplanarak anlaşılabilecek bir nesne olarak görülür. Buradaki amaç, Öteki’ni onun hakkında sözde nesnel ve gerçeklere dayalı olan bilgiler sağlayarak açıklamaktır.... modern (Batılı) olanla geleneksel (Doğulu) olan arasında kurulan modernizasyoncu iki kutuplu görüşü niteleyen özcülüğün bir sonucu olarak, Öteki ne olduğundan çok ne olmadığıyla tanımlanır.... Batı dışı kimliklere rasyonel ve düşünen bir özne olarak tanımlanan modern Benlik kategorisiyle yaklaşılır ve Öteki modern olmayan olarak tanımlanır.” (Keyman, s. 75-76.)

Böylece genel olarak Doğu, özel olarak da İslam dünyası, modernleştirilmesi yani çağla buluşturulması gereken bir coğrafya olarak işaretlenir.

Hülasa ‘öteki’, ne olduğuyla değil, (Batı norm kabul edilerek) ne olmadığıyla tanımlanır: Çağdışıdır, geridir, ilkeldir, demokrasiden mahrumdur, evrensellikten uzak kalmasına yol açan bir tarihsellikte debelenmektedir, bilimsellikle ilgisizdir, uygarlaştırılması gerekendir.

Yapılan şey, Burke’nin ifadesiyle tam da şudur:

“Spencer’daki ‘geleneksel toplum’ da, Marx’taki ‘feodal toplum’ da esas itibarıyla tortusal kategorilerdir; sunduğu, ‘modern’ ya da ‘kapitalist’ toplumun belli başlı niteliklerini tersine çevirmekten ibaret kalan ayna görüntüsü dünyalarıdır. ‘Endüstri öncesi’, ‘siyaset öncesi’, hatta ‘mantık öncesi’ gibi terimlerin kullanılması, bu açıdan son derece aydınlatıcıdır. Oysa, böyle tersine çevirmelerle gerçekçi çözümlemeler yapılamaz.” (Burke, s. 142.)

*

Bu, “öteki”nin kendine özgü varlığının reddedilmesi anlamına gelmektedir. ‘Öteki’ üretilen, inşa edilen bir gölge varlıktır:

“O, modern’in evrensel meşruluğunun sağlanması amacıyla ‘modern olmayan’ şeklinde üretilir.” (Keyman, s. 78-81.)

Aynı zamanda bu, Althusser’in ifadesiyle, “bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla hayali ilişkiler” kurulması anlamına gelmektedir. (Burke, s. 93.)

Bir başka ifadeyle, Batı’nın “bilimsel” söylemi gerçekte bir hayal pazarlamacılığıdır.. Müşteri bulmasının nedeni ise, Batı dışı toplumlardaki (yenilmişlikten kaynaklanan) aşağılık duygusu, özsaygı ve özgüven eksikliğidir.

Batı’nın modernleşmişlik/uygarlaşmışlık tasmasını taşımak suretiyle ‘öteki’ olmaktan kurtulmaya heveslenen yerli beslemelerin acı acı inlemelerinin nedeni, içlerindeki böylesi marazların (erken teşhis eksikliğinden dolayı) tedavi kabul etmez noktaya gelmiş olmasıdır.

*

Bazı yazarlar benzer tespitleri “öteki” yerine “dışlaştırma” tabirini kullanarak yapmaktadırlar.

Mesela Balibar, “modern bir uluslarüstü Avrupalı ya da Batılı kimliği kavramının oluşturulması”nın, sömürgeciliğin mirası olan sürekli bir “dışlaştırma” sayesinde gerçekleştiğini söyler.

Öyle ki, “farklı tabiyetlerden/uyruklardan (İngiliz, Fransız, Hollandalı, Portekiz vb.) sömürgeci kastlar, bir “uygarlığı vahşilere karşı savunma hedefi” icat etmişler, onun meşruiyetini tekid için de yanına, uydurdukları “ ‘beyaz’ üstünlüğü düşüncesini” eklemişlerdir. (Etienne Balibar, “Irkçılık ve Milliyetçilik”, Irk, Ulus, Sınıf-Belirsiz Kimlikler, ed. E. Balibar ve I. Wallerstein, çev. Nazlı Ökten, İstanbul: Metis Yayınları, 2. b., 1995, s. 57.)

Sömürgecilikle bu “tanımlama” işlemi arasındaki ilişkiye daha önce Montesquieu da dikkat çekmiş, zencilerin “aşağı” oldukları tezinin, onların beyazlar tarafından sömürülmelerinin haklı kılınmasına ve meşrulaştırılmasına yaradığını dile getirmiştir. (Maurice Duverger, Politikaya Giriş, çev. Samih Tiryakioğlu, İstanbul: Varlık, 1964, s. 32.)

*

Uluslararası ilişkiler kuramının (disiplininin) Avrupa-merkezciliğinin kendisini farklı kimliklerin “ötekileştirilmesi”nde gösterdiğini belirten I. B. Neumann ve J. M. Welsh, “öteki”nin “kimliği”nin başta gelen özelliği olarak “barbarlığın” (uygarlıktan uzaklığın ya da geri kalmışlık ve ilkelliğin) gösterildiğine dikkat çekmektedirler. Onlara göre Avrupalı kimliğin inşası “Avrupalılığın ‘barbarlıktan’ dışsal farklılaşmasına bağlı”dır. (Keyman, s. 85-86.)

Kullanılan kavramlar farklı olsa da, temeldeki mantık aynıdır: Bir dizi iki kutupluluk aracılığıyla çözümleme yapma denemesi.. Böylece önümüze uygar-barbar, ileri-geri, modern-geleneksel, Doğu-Batı, merkez-çevre gibi karşıt kutuplar gelmektedir.

Ancak bu kutuplaştırıcı yaklaşım, incelenen bloklar arasındaki farklılıkların (elma ile armudu toplama kabilinden) gözardı edilmesi sonucunu vermektedir. Keyman’ın ifadesiyle “Birinci ve İkinci Dünyalar kendi özellikleriyle tanımlanırken, Üçüncü Dünya, kendisini oluşturan toplumların kültürel ve tarihsel yapılarına hiçbir göndermede bulunulmadan, dışardan bir bakışla tanımlanır”. (Keyman, s. 101.)

*

Gerçekte bu kutuplar arasında var olduğu öne sürülen farklılıklar da, onların her birinin kendi içinde yekparelik taşıdığı düşüncesi de büyük ölçüde kurgu ürünüdür, realitenin/olgunun kendisi değildir. Eric Hobsbawm “geleneğin icadı”ndan söz ederken bu kurgusallığa dikkat çekmektedir. (Burke, s. 2.)

Benzer şekilde Mazzini de uygarlık kelimesinin “geçen yüzyılın Fransız zihniyeti tarafından yaratılmış” olduğuna dikkat çekmiştir (Bkz. Lucien Febvre, Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalistler, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 1995, s. 12).

Dolayısıyla uygarlık, Fransız zihniyetinde somutlaşan Batılı anlayışın tekelinde olan birşeydir.. Aynı şekilde (kerameti ve tartışılmaz yüceliği kendisinden menkul olan) demokrasi ve insan hakları söylemleri de “Fransız zihniyeti”nin tapulu malıdır. Modernlik de aynı durumdadır:

“Sonuçta yapılan yalnızca modern olmayan toplumlar arasındaki farklılıkların tipolojik bir yapı olarak geleneksel olana indirgenmeleri değil, geleneksel olanın var oluş koşullarının da modern olana göre belirlenmesidir.” (Keyman, s. 86.)

*

Bu kutuplaştırma şablonu, objektif/nesnel bir değerlendirme yapılmasını imkânsız hale getirmektedir.

Mesela bir ülkedeki bir politik kararın demokratikliğinin temel ölçütü, onun hangi coğrafyada gerçekleşmiş olduğu ya da kimler tarafından gerçekleştirildiği hususu olabilmektedir.

Somutlaştırmak gerekirse, belirli bir karar ABD, İngiltere ya da İsrail’de alınmışsa, o, “tanım” gereği demokratiktir.

Yine, ABD liderliğindeki NATO’nun Afganistan’da yaptıkları da “tanım” gereği demokrasi ile çelişmez.. İsrail’in Gazze’de yaptıkları için de aynısı geçerlidir.

Fakat benzer şeyleri Saddam ya da Kaddafi gibi biri yaparsa, daha küçük çapta bile olsalar, onlar demokrasi ile çelişirler.

 *

Böylece “dil” ile oynanmakta, kelimelere amaca göre ve eylemi meşrulaştıracak şekilde anlam yüklenmekte ve duruma göre kavram icat edilmektedir.

Mesela, Chomsky’nin belirttiği gibi, İsrail’in Filistinliler’e karşı yaptıkları “misilleme, karşı-terörizm veya negatif geri-besleme”, Filistinliler’in işgalci İsrail’e karşı yaptıkları ise “terör”dür. (Noam Chomsky, Korsanlar ve İmparatorlar - Gerçek Dünyada Uluslararası Terörizm, çev. Fatma Ünsal, İstanbul: Akademi Yayınları, 1991, s. 109.)

Chomsky şunu da söylemektedir:

“İsrailliler’in Filistin’de yaptıkları terörizmin ‘misilleme’, bazen “önleyici taarruz”, çok nadiren de olsa ‘herhangi bir ülkenin bu tür sıkıntılı şartlarda düşebileceği nadir zorbalıklarda bulunması’ olarak değerlendirilebilmesi için bir yeni dil ve tarih uydurulmuştur.” (Chomsky, s. 34.)

*

Bunun devletler hukukuyla ilgili bir örneğini, Cynthia Weber’in dikkat çektiği üzere, “egemenlik” ile ”müdahale” kavramları arasındaki karşıtlık ilişkisinin, (tanımlar üzerinde oynanarak) yeniden düzenlenmesi oluşturmaktadır.

Weber, ABD Başkan Wilson’ın bir tasarrufunu örnek gösterir. O, bir yandan (halkların kendi “kader”ini belirlemesi ilkesi çerçevesinde) herhangi bir ülkeye dışardan müdahale edilmesini reddederken, diğer yandan, savaş halinde olmayan Meksika’ya asker gönderebilmiştir.

Weber, bu eylemin meşrulaştırılması için yapılan şeyin, müdahale kavramının yeniden tanımlanması olduğunu belirtir.

Bundan egemenlik kavramı da payını almış, egemenlik Meksika devleti ya da yönetimi ile değil, Meksika halkı ile özdeşleştirilmiştir. (Bkz. Necati Polat, “Post-Yapısalcı Yaklaşımlar”, Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark, s. 278-279.)

Bundan dolayı Weber şu soruyu yöneltir:

“Kendinden, ya da işlev itibariyle, bir gönderilenden [kastedilen şeyden, açık bir anlamdan] yoksun oldukları düşünülürse, [bir devlete ait] egemenlik ile [o devlete yönelik dış] müdahale arasındaki sınır ortadan kaldırılabilir mi?” (Polat, s. 280.)

*

Bu kavram kargaşasının ardındaki etkeni, Ashley ve Walker’a göre, egemenlik sözcüğünün ideolojik kullanımı oluşturmaktadır.

Egemenlik doğrudan devlet kurumuyla ilişkili olduğu için Weber, ideolojik (ya da siyasal) nitelikteki bu anlam kaymasını dikkate alarak, “Devlet, gönderileni (referent) bulunmayan bir im’dir” demek gerektiğini öne sürmüştür.  (Polat, s. 277.).

Bu, devlet kelimesinin de kavram kargaşasına kurban gitmesi, devletten neyin anlaşılması gerektiği konusunda “efradını cami, ağyarını mani” bir tanımın kalmaması anlamına gelmektir.  

Ancak, devlet diye bir oluşum ya da kurum var olduğuna göre, bir “im” mevcut demektir. Eralp’a göre, “Doğru olan, devleti gönderileni bulunmayan değil, sürekli değişen ve yenilenen dinamik bir im olarak görmektir”:

“Nitekim D. Campbell’e göre, devletin ontolojik bir statüsü bulunmamaktadır ve statüsü zamansal ve mekansal olarak dış politika pratikleriyle kurulmaktadır.”

(Atila Eralp, “Uluslarası İlişkiler Disiplininin Oluşumu: İdealizm- Realizm Tartışması”, Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark, s. 256.)

*

Bu, devletin “itibarî” bir kavram olmasından kaynaklanmaktadır.

Realitede devlet diye birşey mevcut değildir, mevcut olan, yönetici sınıf, ülke ve halktır.

Buna karşılık. modernlik eleştirisini yine modernitenin (daha doğrusu Batı’nın) ürettiği modern-geleneksel karşıtlığı içinde geleneksel (ya da “modernlik karşıtı”) olarak tanımlanmayı kabullenerek sürdürenler, bunu yapmakla “kendilerini ötekileştirmek”te olmaları nedeniyle, bir yandan modern söylemin (kendileri üzerindeki) egemenliğini kurarken, diğer yandan da modern devleti mutlak bir veri ve olgu haline getirmektedirler.

Bunun tipik örneği Ali Bulaç’ın modern ulus-devleti tanımlamasında kendisini göstermektedir.

Ona göre, “Modern devlet bireyin iç dünyasını olduğu kadar, toplumsal bütün alanları da fethetme başarısını gösterdi”. (Ali Bulaç, Modern Ulus Devlet, İstanbul: İz Yayıncılık, 1995, s. 22.)

*

Batı’yla mücadelenin asıl eksenini onun zihniyeti ve söylemleriyle mücadele oluşturur.

Askerî, siyasal ve ekonomik mücadele ancak bu temel üzerinde yükselmesi durumunda bir anlam ifade eder.

Aksi takdirde Türkiye’nin İstiklal Harbi sonrasında yaşadığı savrulmaya benzer bir şaşkınlığın tekerrür etmesi ve Stockholm sendromunun uluslararası versiyonunun tekrar tekrar yaşanması engellenemez. 

Aynı şey demokrasi ve insan hakları gibi kavramlar için de geçerlidir.

*

Bunları külliyen bir tarafa atıp görmezden gelmek ve (saf ve pür) İslamî bir dil kullanmak, Şeriat’i merkeze alan bir söylem inşa etmek gerekir.

Ne var ki günümüzde böylesi bir ilkeli ve tutarlı tavrı benimseyenler (Ki uluslararası siyaset alanında bunu bugün Afganistan İslam Emirliği sergilemektedir) sayıca çok azlar.

Genelde postmodernist söylemin, ve buna bağlı olarak bazen de, septisizmden (şüphecilikten) başka bir şey olmayan agnostisizmin (bilinemezciliğin) tuzağına düşülmektedir.

Demokrasi, ataerkillik, erkek egemenliği, toplumsal cinsiyet, kadın-erkek eşitliği, özgürlük, insan hakları vs. türünden ithal kavram ve kuramlar etrafında geliştirilen söylemler, Türkiye’de özellikle kendisini dindar kabul eden kesimin zihniyet dünyasını tarumar hatta zîr ü zeber eylemiş durumdadır.

Bunun siyasal alandaki uç örneğini (diğer partiler de onu pek aratmamakla birlikte) AK Parti adlı seyyar kıbleli siyasal hareket oluşturuyor.

Gelecekte tarihçiler AK Partililerin neyi savunduğunu ortaya koymak istediklerinde muhtemelen işin içinden çıkamayacaklar, ve “Bunlar, Erdoğan’ın birbirini tutmayan lafları yüzünden sürekli çark etmek zorunda kaldıkları için zihinsel omurgaları zarar görüp çarpıklaşmış bir topluluktu” demek zorunda kalacaklar.


DÜZELTME VE ÖZÜR

  "Sen Utanmazlığın ve Karaktersizliğin Resmini Yapabilir misin Abidin?" başlıklı yazımız şu satırlarla başlıyordu:  MİT’i (Milli ...