Bir Arap
atasözü, “İnsanlar meliklerinin (devlet başkanlarının, reislerinin,
yöneticilerinin) dini üzeredirler” der.
Bu söze İbn
Haldun da Mukaddime’sinde atıfta bulunmaktadır.
Bu, iki
anlamda böyledir: Birincisi, “din”, bugünün Türkiye halkının zannettiği
gibi salt “religion”a karşılık gelmez.. İnsanın benimsediği ve gönüllü
biçimde tabi olduğu, uyguladığı, tazimde bulunup aziz tuttuğu yasalar
manzumesi, “din” demektir. (Bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, “Din”
maddesi.)
İkincisi,
insanlarda kendilerine maddeten ya da manen üstün gelen kişileri taklit etme
gibi bir eğilim mevcuttur.. Öncü sosyologlardan Gabriel Tarde’nin “Toplum,
taklittir” şeklindeki sözü meşhurdur.. İbn Haldun da benzer bir
yaklaşıma sahiptir.
Bu,
uluslararası alanda da böyledir.. Geri kalmış olan ya da geri kaldıklarını
düşünenler, kendilerinden ileri ya da güçlü olanları taklit ederler.
Bu,
ideolojik açıdan da böyle.
Ahmet Öncü,
“İbn Haldun’un sıradan insanın yöneticinin dinini
izleyeceği görüşü, Marx’ın ‘her dönemin hakim ideolojisi, o dönemin
hakim sınıflarının ideolojisidir’ iddiasını hatırlatıyor” derken
önemli bir noktaya parmak basıyor. (Bkz. Ahmet Öncü, Sosyoloji ya da
Tarih: İbn-i Haldun ve Mukaddime Üzerine Bir Deneme, Ankara: Öteki
Yayınevi, 1993, s. 55.)
*
Demokratizm
ideolojisinin dünya genelinde sahip olduğu tartışılmazlık ve
dokunulmazlık işte bu gerçeklikten kaynaklanıyor.
Batılı
efendilerinin demokratizmi yücelttiklerini, sorgulanamaz bir “dogma”
katına yükselttiklerini gören (aşağılık duygusuyla malul) geri kalmışlar “Biz
de demokrasiye inanıyoruz, biz de, biz de” diyerek tezahürat yapmayı
ilerlemenin ve insandan sayılıp kaale alınmanın ön şartı kabul ediyorlar.
Geri kalmış
(özellikle de “zihniyet bağımsızlığı” açısından geri kalmış)
toplumlardaki bu “özsaygısızlık” ve “özgüvensizlik”, Batılılar’ın
sadece ekonomik emperyalizminin değil, siyasal ve kültürel emperyalizminin de
sigortası durumunda.
*
Ve bu sadece
ideolojik alanla da sınırlı değil.
Uluslararası
ilişkiler tasavvur ve teorilerinden başlayıp etik/ahlâkî alana kadar uzanmakta..
Keyman’ın şu tespitleri önem taşıyor:
“... uluslararası ilişkiler kuramı güçlü bir şekilde
Batı kökenli rasyonalist bir evrenselci bakış açısından türetildiği
sürece de, Öteki’nin kendisini Batı evrenselciliğinden bağımsız olarak, yani
kendi kültürel özelliği içersinde ve kendi tarihini sahiplenerek sunulabileceği
‘etik alan’ da o kadar daralır.... geçmişte ve bugün hala söz konusu
olan gündem; bir yandan kültürler arası farklılıkları ve benzerlikleri
keşfetmek için Öteki kültürleri egemen bilimsel söylemin içine yerleştirmek
(ki bu Batı evrenselliğinin yeniden üretilmesidir), diğer yandan da,
tarihsel gelişmenin rotasını ilerleme olarak tanımlamak ve bu
ilerlemenin temel taşıyıcı gücü rolünü modern Batılı kimliğe
vermek olmuştur.
“Bu ikili gündem çerçevesinde sorulacak pratik bir
soru, Batı dışı kültürleri ve yaşamları ‘nesnel ve ampirik bir öge’ olarak
tanımlamanın kültürel farklılıkları anlamaya ne kadar yardımcı olduğudur. Böyle
bir tanımlama Foucault’nun dilinde modernist rejimin, Derrida’nın
dilinde ‘Batılı logo-merkezciliğin’, ya da Gramsci’nin dilinde
‘hegemonya’nın özü olduğundan, bu sorunun yanıtı uluslararası ilişkiler
kuramının Oteki’ni anlamadaki yetersizliğidir. Daha da önemlisi, bu kuramın
farklı kültürleri ve kimlikleri ‘ötekileştirmesi’ ve modern kimliği tarihi
okumada ayrıcalıklı bir konuma yerleştirmesidir....”
(E. Fuat Keyman, “Farklılığa Direnmek: Uluslararası
İlişkiler Kuramında ‘Öteki’ Sorunu”, Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel
Fark, der. F. Keyman, M. Mutman ve M. Yeğenoğlu, İstanbul: İletişim
Yayınları, 1996, s. 72.)
*
Keyman’ın dikkat çektiği çarpıklık ve anormallik
sadece uluslararası ilişkiler kuramı (ya da disiplini) için söz konusu değil elbette.
Bu kriz siyaset bilim için de, iktisat
teorisi/kuramı için de, hatta ilahiyat öğretileri için de geçerli.
Kenneth
Waltz “kuram”ı (Ki bilim, son tahlilde kuram demektir) şöyle tasvir eder:
“Herhangi bir alandaki sonsuz sayıda malzeme sonsuz
sayıda farklı biçimde düzenlenebilir. Bir kuram bazı faktörlerin
diğerlerinden daha önemli olduklarını belirtir [ve önemsiz görülenleri
gözardı eder] ve bunların arasındaki ilişkileri özgülleştirir. Gerçekte
ise her şey her şeyle ilgilidir ve bir alan diğerlerinden ayrılamaz....
Kuramlar konusundaki sorun bir alanın diğerlerinden ayrılmasının gerçekçi olup
olmadığı değil, yararlı olup olmadığıdır. Ve yararlılık, kuramın açıklama ve
tahmin yürütme gücüyle yargılanır.”
(William E. Connoly, Kimlik ve
Farklılık-Siyasetin Açmazlarına Dair Demokratik Çözüm Önerileri, çev.
Ferma Lekesizalın, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1995, s. 73.)
Benzer ifadeleri Burke, “gerçekliği anlamak amacıyla
onu basitleştiren düşünsel bir yapı” şeklinde tanımladığı “model”
kavramı için kullanır:
“Tıpkı bir harita gibi, onun da [modelin de] yararlılığı,
gerçekliğin bazı öğelerini büsbütün göz ardı etmesine dayanmaktadır.”
(Peter Burke, Tarih ve Toplumsal Kuram,
çev. Mete Tunçay, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1994, s. 26-27.)
İnsanlıkla ilgili olay ve olgular (her ne kadar
onların ortaya çıkması sayısız faktöre bağlı olsa da) gerçekte teklik ve
bütünlük gösterdiği, sosyal bilimler onları kendi bakış açılarına ve ilgi
alanlarına göre parçalayıp öznel bir zaviyeden yansıttıkları için, uluslararası
ilişkiler disiplininde görülen çarpıklıkların muadillerinin ya da benzerlerinin
diğer bilim dallarında da yaşanıyor olması gayet tabiîdir.
*
Nitekim, ilahiyat alanındaki tartışmalarda oryantalist
söyleme (adı konulmadan, kaşla göz arasında el çabukluğuyla) evrensellik
atfedilirken, İslam’ın doğrularına tarihsellik (yani evrensellik
yoksunluğu) izafe edilmektedir.
İslam, “öteki din” olarak egemen
oryantalist “bilimsel” söylemin içine “tarihsel” olarak yerleştirilmekte
ve böylece oryantalist söylemin evrenselliği (evrensellik iddiası)
tartışmasız bir ‘veri’ olarak yeniden üretilmektedir.
Bir başka
deyişle, oryantalist söylem Doğu’yu, Batı kültürünün değer ve kurumlarını ters
çevirerek tanımlamakta, böylece Batı’nın siyaset, din ve halk kültürüyle ilgili
“önyargılar”ı, “bilim”in (başlangıç noktası durumundaki) evrensel ilkelerine
dönüştürülmektedir.
Öyle ki, el-Azmeh’in
ifadesiyle, “İslami olarak belirlenmiş şeyler, Batı’daki şeylerin bir tersine
çevrilmesidir”. (Aziz el-Azmeh, “Oryantalizmin Eklemlenmesi”, Oyantalistler
ve İslamiyatçılar-Oryantalist İdeolojinin Eleştirisi, ed. Asaf Hüseyin,
Robert Olson ve Cemil Kureşi, çev. Bedirhan Muhib, 2. b., İstanbul: İnsan
Yayınları, t.y., s. 251).
Böylece
Batı’ya ait düşünce ve kurumlar birer norm haline getirilmektedir.
Burke’nin dile getirdiği gibi, Batılı bilginler “çoğu kez Batı’ya öteki
kültürlerin ayrılık gösterdiği norm gözüyle bakmışlardır”. (Burke, s.
25.)
*
Bu egemen oryantalist “bilimsel” söylemi benimseyerek
Batılı efendilerinin bilimsellik sofrasından ziftlenme onuruna erişmek isteyen
yerli beslemelerin, kendilerini “tarihsellik” gulu gulu dansına (oryantalistleri
bile şaşırtacak ölçüde) coşkulu biçimde kaptırmaları şaşırtıcı değildir.
Bu beslemelerin kendilerini “aydınlanmış birer Batılı”
gibi görmeye ihtiyaçları vardır, çünkü Doğulu olmak, sırtta taşınması mümkün
olmayan ağır bir utanç kaynağıdır:
“Buna göre, Foucault’nun bilgi analizi perspektifiyle,
Oryantalizmi, bireylerin tasnif edildiği tiplemeler yaratan bir söylem
olarak ele alabiliriz: enerjik Batılı birey, şehvete düşkün Doğulu bireye;
rasyonel Batılı, tahmin edilemez Doğuluya; kibar beyaz, gaddar sarı insana
karşıdır.”
(Bryan S. Turner, Oryantalizm, Kapitalizm ve
İslam, çev. Ahmet Demirhan, İstanbul: İnsan Yayınları, 1991, s. 119.)
Sanki Epstein Adası Batı’da değil, Doğu’dadır,
ve sanki her türden LGBT sapkınlığının dünya genelinde sözcülüğünü ve
avukatlığını yapan Batı değil Doğu’dur.
Ve de sanki hayvanca sınırsız ve kontrol dışı nikâhsız
beraberlik furyası Batı’da değil Doğu’da başlamıştır.
*
Evet, Batılılar İslam’ın insanlığa sunduğu çözümlerin
(mesajının) tarihsel (belli bir tarihe özgü) olduğunu söylerken,
kendi “düzen”lerini dolaylı olarak (örtük biçimde, hissettirmeden, doğruluğu
kendiliğinden belli bir aksiyom imişcesine) evrensel (tarih ve coğrafya
üstü) olarak tanımlamış oluyorlar.
Benlik (Self) ile Öteki (the Other) arasında
birbirlerini anlama bakımından bir ikizlik ilişkisi olduğunu söyleyen (Herşey
zıddıyla kaimdir) Claude Levi-Strauss’a atıfta bulunan Keyman şunları
söylüyor:
“Benliğin Öteki’nin ikizi olarak anlaşılması yeni bir
şey olmasa da, Levi Strauss’un uyarısını ciddiye almak konusundaki başarısızlık
henüz çözülmemiştir ve uluslararası ilişkiler kuramı da bu bağlamda istisna
değildir. Bunu anlamanın bir yolu Öteki’ne yaklaşmak konusundaki genel
eğilimler üzerinde durmaktır.... Öteki, hakkında ampirik bilgi toplanarak
anlaşılabilecek bir nesne olarak görülür. Buradaki amaç, Öteki’ni onun
hakkında sözde nesnel ve gerçeklere dayalı olan bilgiler sağlayarak
açıklamaktır.... modern (Batılı) olanla geleneksel (Doğulu) olan arasında
kurulan modernizasyoncu iki kutuplu görüşü niteleyen özcülüğün bir sonucu
olarak, Öteki ne olduğundan çok ne olmadığıyla tanımlanır.... Batı dışı
kimliklere rasyonel ve düşünen bir özne olarak tanımlanan modern Benlik
kategorisiyle yaklaşılır ve Öteki modern olmayan olarak tanımlanır.” (Keyman,
s. 75-76.)
Böylece genel olarak Doğu, özel olarak da İslam
dünyası, modernleştirilmesi yani çağla buluşturulması gereken bir coğrafya
olarak işaretlenir.
Hülasa ‘öteki’, ne olduğuyla değil, (Batı norm kabul
edilerek) ne olmadığıyla tanımlanır: Çağdışıdır, geridir, ilkeldir, demokrasiden
mahrumdur, evrensellikten uzak kalmasına yol açan bir tarihsellikte
debelenmektedir, bilimsellikle ilgisizdir, uygarlaştırılması gerekendir.
Yapılan şey,
Burke’nin ifadesiyle tam da şudur:
“Spencer’daki ‘geleneksel toplum’ da, Marx’taki
‘feodal toplum’ da esas itibarıyla tortusal kategorilerdir; sunduğu, ‘modern’
ya da ‘kapitalist’ toplumun belli başlı niteliklerini tersine çevirmekten
ibaret kalan ayna görüntüsü dünyalarıdır. ‘Endüstri öncesi’, ‘siyaset
öncesi’, hatta ‘mantık öncesi’ gibi terimlerin kullanılması, bu
açıdan son derece aydınlatıcıdır. Oysa, böyle tersine çevirmelerle gerçekçi
çözümlemeler yapılamaz.” (Burke, s. 142.)
*
Bu, “öteki”nin kendine özgü varlığının reddedilmesi
anlamına gelmektedir. ‘Öteki’ üretilen, inşa edilen bir gölge varlıktır:
“O, modern’in evrensel meşruluğunun sağlanması
amacıyla ‘modern olmayan’ şeklinde üretilir.” (Keyman, s. 78-81.)
Aynı zamanda bu, Althusser’in ifadesiyle, “bireylerin
gerçek varoluş koşullarıyla hayali ilişkiler” kurulması anlamına
gelmektedir. (Burke, s. 93.)
Bir başka ifadeyle, Batı’nın “bilimsel” söylemi
gerçekte bir hayal pazarlamacılığıdır.. Müşteri bulmasının nedeni ise,
Batı dışı toplumlardaki (yenilmişlikten kaynaklanan) aşağılık duygusu, özsaygı
ve özgüven eksikliğidir.
Batı’nın modernleşmişlik/uygarlaşmışlık tasmasını
taşımak suretiyle ‘öteki’ olmaktan kurtulmaya heveslenen yerli beslemelerin acı
acı inlemelerinin nedeni, içlerindeki böylesi marazların (erken teşhis
eksikliğinden dolayı) tedavi kabul etmez noktaya gelmiş olmasıdır.
*
Bazı
yazarlar benzer tespitleri “öteki” yerine “dışlaştırma” tabirini kullanarak yapmaktadırlar.
Mesela Balibar,
“modern bir uluslarüstü Avrupalı ya da Batılı kimliği kavramının
oluşturulması”nın, sömürgeciliğin mirası olan sürekli bir “dışlaştırma”
sayesinde gerçekleştiğini söyler.
Öyle ki,
“farklı tabiyetlerden/uyruklardan (İngiliz, Fransız, Hollandalı, Portekiz vb.) sömürgeci
kastlar, bir “uygarlığı vahşilere karşı savunma hedefi” icat etmişler, onun
meşruiyetini tekid için de yanına, uydurdukları “ ‘beyaz’ üstünlüğü düşüncesini”
eklemişlerdir. (Etienne Balibar, “Irkçılık ve Milliyetçilik”, Irk, Ulus,
Sınıf-Belirsiz Kimlikler, ed. E. Balibar ve I. Wallerstein, çev. Nazlı
Ökten, İstanbul: Metis Yayınları, 2. b., 1995, s. 57.)
Sömürgecilikle bu “tanımlama” işlemi arasındaki
ilişkiye daha önce Montesquieu da dikkat çekmiş, zencilerin “aşağı”
oldukları tezinin, onların beyazlar tarafından sömürülmelerinin haklı kılınmasına
ve meşrulaştırılmasına yaradığını dile getirmiştir. (Maurice Duverger, Politikaya
Giriş, çev. Samih Tiryakioğlu, İstanbul: Varlık, 1964, s. 32.)
*
Uluslararası ilişkiler kuramının (disiplininin) Avrupa-merkezciliğinin
kendisini farklı kimliklerin “ötekileştirilmesi”nde gösterdiğini belirten I. B.
Neumann ve J. M. Welsh, “öteki”nin “kimliği”nin başta gelen özelliği olarak “barbarlığın”
(uygarlıktan uzaklığın ya da geri kalmışlık ve ilkelliğin) gösterildiğine
dikkat çekmektedirler. Onlara göre Avrupalı kimliğin inşası “Avrupalılığın
‘barbarlıktan’ dışsal farklılaşmasına bağlı”dır. (Keyman, s. 85-86.)
Kullanılan kavramlar farklı olsa da, temeldeki mantık
aynıdır: Bir dizi iki kutupluluk aracılığıyla çözümleme yapma denemesi.. Böylece
önümüze uygar-barbar, ileri-geri, modern-geleneksel, Doğu-Batı, merkez-çevre
gibi karşıt kutuplar gelmektedir.
Ancak bu kutuplaştırıcı yaklaşım, incelenen bloklar
arasındaki farklılıkların (elma ile armudu toplama kabilinden) gözardı
edilmesi sonucunu vermektedir. Keyman’ın ifadesiyle “Birinci ve İkinci Dünyalar
kendi özellikleriyle tanımlanırken, Üçüncü Dünya, kendisini oluşturan
toplumların kültürel ve tarihsel yapılarına hiçbir göndermede
bulunulmadan, dışardan bir bakışla tanımlanır”. (Keyman, s. 101.)
*
Gerçekte bu kutuplar arasında var olduğu öne sürülen
farklılıklar da, onların her birinin kendi içinde yekparelik taşıdığı düşüncesi
de büyük ölçüde kurgu ürünüdür, realitenin/olgunun kendisi değildir. Eric
Hobsbawm “geleneğin icadı”ndan söz ederken bu kurgusallığa dikkat
çekmektedir. (Burke, s. 2.)
Benzer şekilde Mazzini de uygarlık kelimesinin
“geçen yüzyılın Fransız zihniyeti tarafından yaratılmış” olduğuna dikkat
çekmiştir (Bkz. Lucien Febvre, Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalistler,
çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 1995, s. 12).
Dolayısıyla uygarlık, Fransız zihniyetinde somutlaşan
Batılı anlayışın tekelinde olan birşeydir.. Aynı şekilde (kerameti ve
tartışılmaz yüceliği kendisinden menkul olan) demokrasi ve insan hakları söylemleri
de “Fransız zihniyeti”nin tapulu malıdır. Modernlik de aynı durumdadır:
“Sonuçta yapılan yalnızca modern olmayan toplumlar
arasındaki farklılıkların tipolojik bir yapı olarak geleneksel olana
indirgenmeleri değil, geleneksel olanın var oluş koşullarının da modern
olana göre belirlenmesidir.” (Keyman, s. 86.)
*
Bu
kutuplaştırma şablonu, objektif/nesnel bir değerlendirme yapılmasını imkânsız
hale getirmektedir.
Mesela bir
ülkedeki bir politik kararın demokratikliğinin temel ölçütü, onun hangi
coğrafyada gerçekleşmiş olduğu ya da kimler tarafından gerçekleştirildiği
hususu olabilmektedir.
Somutlaştırmak
gerekirse, belirli bir karar ABD, İngiltere ya da İsrail’de alınmışsa, o, “tanım”
gereği demokratiktir.
Yine, ABD
liderliğindeki NATO’nun Afganistan’da yaptıkları da “tanım” gereği
demokrasi ile çelişmez.. İsrail’in Gazze’de yaptıkları için de
aynısı geçerlidir.
Fakat benzer
şeyleri Saddam ya da Kaddafi gibi biri yaparsa, daha küçük çapta
bile olsalar, onlar demokrasi ile çelişirler.
*
Böylece
“dil” ile oynanmakta, kelimelere amaca göre ve eylemi meşrulaştıracak şekilde
anlam yüklenmekte ve duruma göre kavram icat edilmektedir.
Mesela,
Chomsky’nin belirttiği gibi, İsrail’in Filistinliler’e karşı yaptıkları
“misilleme, karşı-terörizm veya negatif geri-besleme”,
Filistinliler’in işgalci İsrail’e karşı yaptıkları ise “terör”dür. (Noam
Chomsky, Korsanlar ve İmparatorlar - Gerçek Dünyada Uluslararası Terörizm,
çev. Fatma Ünsal, İstanbul: Akademi Yayınları, 1991, s. 109.)
Chomsky şunu da söylemektedir:
“İsrailliler’in Filistin’de yaptıkları terörizmin
‘misilleme’, bazen “önleyici taarruz”, çok nadiren de olsa ‘herhangi bir
ülkenin bu tür sıkıntılı şartlarda düşebileceği nadir zorbalıklarda
bulunması’ olarak değerlendirilebilmesi için bir yeni dil ve tarih
uydurulmuştur.” (Chomsky, s. 34.)
*
Bunun devletler hukukuyla ilgili bir örneğini, Cynthia
Weber’in dikkat çektiği üzere, “egemenlik” ile ”müdahale”
kavramları arasındaki karşıtlık ilişkisinin, (tanımlar üzerinde oynanarak)
yeniden düzenlenmesi oluşturmaktadır.
Weber, ABD Başkan Wilson’ın bir tasarrufunu örnek
gösterir. O, bir yandan (halkların kendi “kader”ini belirlemesi ilkesi
çerçevesinde) herhangi bir ülkeye dışardan müdahale edilmesini reddederken, diğer
yandan, savaş halinde olmayan Meksika’ya asker gönderebilmiştir.
Weber, bu eylemin meşrulaştırılması için yapılan
şeyin, müdahale kavramının yeniden tanımlanması olduğunu
belirtir.
Bundan egemenlik kavramı da payını almış, egemenlik Meksika
devleti ya da yönetimi ile değil, Meksika halkı ile
özdeşleştirilmiştir. (Bkz. Necati Polat, “Post-Yapısalcı Yaklaşımlar”, Oryantalizm,
Hegemonya ve Kültürel Fark, s. 278-279.)
Bundan dolayı Weber şu soruyu yöneltir:
“Kendinden, ya da işlev itibariyle, bir gönderilenden [kastedilen
şeyden, açık bir anlamdan] yoksun oldukları düşünülürse, [bir devlete ait] egemenlik
ile [o devlete yönelik dış] müdahale arasındaki sınır ortadan kaldırılabilir
mi?” (Polat, s. 280.)
*
Bu kavram kargaşasının ardındaki etkeni, Ashley ve
Walker’a göre, egemenlik sözcüğünün ideolojik kullanımı oluşturmaktadır.
Egemenlik doğrudan devlet kurumuyla ilişkili olduğu
için Weber, ideolojik (ya da siyasal) nitelikteki bu anlam kaymasını dikkate
alarak, “Devlet, gönderileni (referent) bulunmayan bir im’dir”
demek gerektiğini öne sürmüştür. (Polat,
s. 277.).
Bu, devlet kelimesinin de kavram kargaşasına kurban
gitmesi, devletten neyin anlaşılması gerektiği konusunda “efradını cami,
ağyarını mani” bir tanımın kalmaması anlamına gelmektir.
Ancak, devlet diye bir oluşum ya da kurum var olduğuna
göre, bir “im” mevcut demektir. Eralp’a göre, “Doğru olan, devleti gönderileni
bulunmayan değil, sürekli değişen ve yenilenen dinamik bir im olarak görmektir”:
“Nitekim D. Campbell’e göre, devletin ontolojik bir
statüsü bulunmamaktadır ve statüsü zamansal ve mekansal olarak dış
politika pratikleriyle kurulmaktadır.”
(Atila Eralp, “Uluslarası
İlişkiler Disiplininin Oluşumu: İdealizm- Realizm Tartışması”, Oryantalizm,
Hegemonya ve Kültürel Fark, s. 256.)
*
Bu, devletin “itibarî” bir kavram olmasından
kaynaklanmaktadır.
Realitede devlet diye birşey mevcut değildir, mevcut
olan, yönetici sınıf, ülke ve halktır.
Buna karşılık. modernlik eleştirisini yine
modernitenin (daha doğrusu Batı’nın) ürettiği modern-geleneksel karşıtlığı
içinde geleneksel (ya da “modernlik karşıtı”) olarak tanımlanmayı kabullenerek
sürdürenler, bunu yapmakla “kendilerini ötekileştirmek”te olmaları nedeniyle,
bir yandan modern söylemin (kendileri üzerindeki) egemenliğini kurarken, diğer
yandan da modern devleti mutlak bir veri ve olgu haline getirmektedirler.
Bunun tipik örneği Ali Bulaç’ın modern ulus-devleti
tanımlamasında kendisini göstermektedir.
Ona göre, “Modern devlet bireyin iç dünyasını olduğu kadar, toplumsal
bütün alanları da fethetme başarısını gösterdi”. (Ali Bulaç, Modern Ulus
Devlet, İstanbul: İz Yayıncılık, 1995, s. 22.)
*
Batı’yla mücadelenin asıl eksenini onun zihniyeti ve söylemleriyle
mücadele oluşturur.
Askerî, siyasal ve ekonomik mücadele ancak bu temel üzerinde yükselmesi
durumunda bir anlam ifade eder.
Aksi takdirde Türkiye’nin İstiklal Harbi sonrasında
yaşadığı savrulmaya benzer bir şaşkınlığın tekerrür etmesi ve Stockholm
sendromunun uluslararası versiyonunun tekrar tekrar yaşanması
engellenemez.
Aynı şey demokrasi ve insan hakları gibi kavramlar için de
geçerlidir.
*
Bunları külliyen bir tarafa atıp görmezden gelmek ve (saf ve pür)
İslamî bir dil kullanmak, Şeriat’i merkeze alan bir söylem inşa etmek
gerekir.
Ne var ki günümüzde böylesi bir ilkeli ve tutarlı tavrı benimseyenler
(Ki uluslararası siyaset alanında bunu bugün Afganistan İslam Emirliği sergilemektedir)
sayıca çok azlar.
Genelde postmodernist söylemin, ve buna bağlı olarak bazen de,
septisizmden (şüphecilikten) başka bir şey olmayan agnostisizmin
(bilinemezciliğin) tuzağına düşülmektedir.
Demokrasi, ataerkillik, erkek egemenliği, toplumsal cinsiyet,
kadın-erkek eşitliği, özgürlük, insan hakları vs. türünden ithal kavram ve
kuramlar etrafında geliştirilen söylemler, Türkiye’de özellikle kendisini
dindar kabul eden kesimin zihniyet dünyasını tarumar hatta zîr ü zeber eylemiş
durumdadır.
Bunun siyasal alandaki uç örneğini (diğer partiler de onu pek
aratmamakla birlikte) AK Parti adlı seyyar kıbleli siyasal hareket oluşturuyor.
Gelecekte tarihçiler AK Partililerin neyi savunduğunu ortaya koymak
istediklerinde muhtemelen işin içinden çıkamayacaklar, ve “Bunlar, Erdoğan’ın
birbirini tutmayan lafları yüzünden sürekli çark etmek zorunda kaldıkları için
zihinsel omurgaları zarar görüp çarpıklaşmış bir topluluktu” demek zorunda
kalacaklar.