CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN'I ŞERİAT AÇIKLAMASINDAN DOLAYI TEBRİK EDİYORUM


"Şeriata düşmanlık esasında dinin bizatihi kendisine husumettir."


(Cumhurbaşkanı Erdoğan böylece Mısır ve Tunus'ta yaptığı hatayı telafi etmiş oldu.. Yanlıştan dönmek, hiç yanlış yapmamaktan daha zordur ve büyük fazilettir.)


"DEM BU DEMDİR..."

 

KAN DA O KAN



Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Cehennem ateşi yetmiş parçaya ayrıldı. Öldürmeyi emreden için altmış dokuz ve öldüren için bir parça vardır.” 

(Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 362). 


(Bazı "siyasî" ya da "ideolojik" cinayetler, üstü örtülmek için sabıkalı ve uyuşturucu müptelası tiplere işletilir.. Öldürülen kişi üzerinden, benzer eylem ve söylem sahiplerine "dolaylı" mesaj verilir.. İlgili kişiler "örtülü" mesajı alır ve "ikinci" olmamak için susarlar.. Bu yöntem, iki gazeteciyi sokak ortasında vurdurup öldürten ve böylece bütün medyayı susturan İttihat ve Terakki'den beri birilerinin rutini..)


AHMAK MI, MÜNAFIK MI?







Abdülaziz Bayındır diye bir “cumhuriyet ilahiyatçısı” profesör var.

Bazen müslümanca, bazen münafıkça, bazen de ahmakça konuşup yazıyor.

Münafıkça ve ahmakça lafları, ‘çarpan’ etkisiyle, müslümanca sözlerini silip süpürüyor.

Sonsuz bile olsa bir sayıyı sıfırla çarparsanız sonuç sıfırdan başka birşey olmaz.

Bu şahsın durumu da böyle..

Son tahlilde ya su katılmamış bir ahmak ya da münafıklıkta maharet kesbetmiş bir sahtekâr olduğunu kabul etmek gerekiyor.

*

Bu ‘aptal’ şahıs (ya da ‘münafık’; ikisinden biri), Zariyat Suresi’nin 47’nci ayetini diline dolamış.

Malum olduğu üzere 100 yıldır astrofizikçiler evrenin hem sınırlı/sonlu olduğunu, hem de genişleyen bir yapıya sahip bulunduğunu kabul ediyorlar.

Böylece, Zariyat Suresi’nin 47’nci ayeti daha iyi anlaşılmış oluyor.

Çünkü ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor:

Göğü el (kudreti) ile bina ettik ve hiç şüphesiz biz genişleticiyiz.

Evet, ayette “genişleticileriz” (mûsi’ûne) kelimesi geçiyor.

Abdülaziz Bayındır (Bayındır yazılır, fakat belki hayındır okunur) ahmağına göre ise, ayette “genişleticileriz” tabiri geçmiyormuş.

Şunu diyor:

“Zariyat 47’de ‘Evren genişliyor’ diye birşey yazmıyor. ‘Gökleri gücümüzle bina ettik, elbette buna gücümüz yeter’ yazıyor.”

Evet, “Evren genişliyor” diye bir ifade yok, fakat “İnnâ le mûsi’ûn”un anlamı, “Buna gücümüz yeter” midir?!

Tevil edersen, “Bununla şu kastediliyor” filan diyerek bunu söylemen belki mümkün olabilir, fakat ibarenin motamot karşılığı bu değil.

Allahu Teala’nın esma-i hüsnasından biri, el-Vâsi’ü.. Aynı kökten türemiş bir kelime.. Şayet ayette bu isim geçseydi, Bayındır’ın lafına itiraz etmek gerekmezdi.. Fakat ayette, fiilin geçişli (müteaddî) yapılmış biçiminden türemiş ism-i fail var.. Burada ibareye, geçişliliği (teaddîyi) yok sayarak anlam veremezsiniz. Verirseniz anlamı tahrif etmiş olursunuz.

Burada Bayındır, yahudice bir tavır sergiliyor.. Tevrat’ı tahrif eden yahudi bilginleri gibi hareket ediyor.. Onlardan geri kalır bir tarafı yok. Lafzı tahrif edemediği için anlamı tahrif ediyor.. Kıssadaki “Uçsa da, uçmasa da keçi” diyen inatçı adam gibi bile bile hakikati inkâr yolunu seçiyor.

Aynı kökten türemiş kelimeler olmakla birlikte vâsi’un başka, mûsi’un başkadır. İkincisinde geçişlilik var.. Ve bu geçişlilik, ayetin baş tarafında geçen “semâ” (gök) kelimesi ile ilişkilidir.

*

Diyelim ki bir binadan bahsediliyor.

Mesela Cumhurbaşkanlığı Külliyesi..

“Bunu biz yaptık, bunu yapmaya bizim gücümüz yeter” dediklerinde, cümlenin ikinci kısmı sakil durur. Fesahat ve belagat açısından sorunludur.

“Sen yaptıysan, gücün yetmiş ki yapmışşsın, bir de tutup ‘Gücüm yeter’ demenin bir anlamı var mı?! Senin yapmış olduğundan şüphen mi var ki böyle konuşuyorsun?” denilir.

Bu tür ifadeler, geçmiş zaman için kullanılmaz, şimdiki zaman ve gelecek için kullanılır.

Mesela, “İstanbul’da da, Ankara’daki gibi bir külliye yaparız/yapıyoruz/yapacağız, bizim buna gücümüz yeter” denilse, bu, yadırganacak bir ifade olmaz.

Fakat Ankara’daki Külliye için şu söylenebilir: “Bunu biz yaptık ve onu kesinlikle genişletecek, büyüteceğiz.”

*

Bu “mûsi’un” (genişleten, genişletici) kelimesi, Türkçe’de (Osmanlıca’da) kullandığımız ve genişlik anlamına gelen vüs’at ile aynı kökten türemiş bulunuyor.

Mûsi’un (mûsi’), if’âl babından ism-i fail.. Hangi sözlüğe bakarsanız bakın, “vesi’a - yese’u” fiiline “geniş olma” anlamının verildiğini görürsünüz. Mesela Hans Wehr’in Arapça-Almanca sözlüğünde “weit sein” (geniş olmak) ifadesi yer alıyor. Bu sözlüğün İngilizce tercümesinde ise “to be weid” deniliyor. Ve bu fiil, if’âl babında “geçişli” hale geliyor, “genişletme” anlamı kazanıyor.

İmdi, genişlik kelimesi Türkçe’de olduğu gibi Arapça’da da bazen mecazi manada kullanılır.

Mesela Türkçe’de birisi için “eli geniş” denildiği zaman, bundan, o kişinin elinin fizikî anlamda geniş olması anlaşılmaz. Bu, onun maddî/malî/parasal “güc”ünün fazla olmasını ifade eder.

Bu mecazi kullanım, asıl anlamı ortadan kaldırmaz.

Ancak, geçmişte söz konusu ayeti tefsir etmeye, açıklamaya çalışan ulema, yaşadıkları dönemin evren/kâinat anlayışının etkisinde kalarak, burada “genişleticileriz” kelimesine mecazi mana da vermiş durumdalar.

Mesela Kadı Beydavî (ö. 1286) şöyle tefsir etmiş: 

“Musi’ de harcamaya gücü yeten (zengin) demektir ya da göğü yahut onunla yerin arasını veyahut rızkı genişletenleriz, demektir.” (Abdülvehhab Öztürk çevirisi).

Evet merhum Kadı da, mecazi olarak “güç” anlamı vermekle birlikte yine bir “göğü genişleten” kaydı düşmeyi gerekli görmüş.. (Yeri gelmişken belirtelim, Kadı Beydavî, Bakara Suresi’nin 22’nci ayetini tefsir ederken Dünya’nın küre şeklinde olduğunu, fakat hacminin büyüklüğü yüzünden düz gibi göründüğünü söylüyor.)

*

Geçmişte ulemanın bu tür fazladan “tevil”ler yapmış olmaları anlaşılabilir bir durum.. Fakat, şu anda böylesi bir tevile gerek yok.

Ancak, geçmiş ulema hep tevil etmiş, asıl anlamı atlamış diye birşey de yok.. Bazısı, tevil kapısını da açık tutmakla birlikte asıl anlamı vermiş.. 

Kadı Beydavî'nin yaptığı gibi..

Ebussuud Efendi için de aynı durum geçerli.

Şöyle diyor:

“Şu göğü de kendi ellerimizle biz kurduk ve biz hiç şüphesiz onu genişletmekteyiz (ona [genişletmeye] kadiriz).”

Yani biz, göğü, yahut gök ile yer arasını, yahut rızkı genişletmekteyiz. (Ali Akın çevirisi)

Arapça orijinale baktığımızda bu çevirinin Arapça karşılığının aynen böyle olduğunu görüyoruz:

“… le mûsi’ûne’s-Semâe ev mâ beynehâ ve beyne’l-Arzi evi’r-rizki.”

Şimdi bu Bayındır’a gel de şöyle seslenme:

“Ulan öküz, Kadı Beydavî ve Ebussuud Efendi, hiç kimsenin bilim adına kâinatın genişlediğini söylemediği bir zamanda, sırf Kelamullah’ın lafzına sadakat için bunu yazmışlar; sana ne oluyor da bugün (modern bilim de doğruladığı, çağdaş bilim adamları da ayette bildirilen hususun doğruluğuna şahitlik ettikleri halde), Kelamullah’ın lafzına itiraz ediyorsun, tahrifat yapıyorsun?”

Beydavî 1200’lü yıllarda, Ebussuud Efendi de 1500’lü yıllarda modern bilimden etkilenip de mi bunu yazmış?!

“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Kur’an’dan başka mucizesi yoktur” diyerek ortaya çıktınız, şimdi de “Kur’an, mucize değildir” demek, diyebilmek için kendinizi paralıyorsunuz.

*

İmdi, “bilim”in etkisi altında kalma bakımından moderninin etkisinde kalma ile eskisinin etkisi altında kalma arasında bir fark bulunmadığını bilmek gerekiyor.

İkisi de aynı kapıya çıkıyor.

En büyük alimlerimizin bile kitaplarında antik/eski bilimin etkisinin bulunduğu görülebiliyor..

Mesela İmam Gazalî, İhya’da, “müminlere cennette şu kadar dünya genişliğinde yer verilecek” şeklindeki haberleri “tevil” ediyor.

Bunun, “keyfiyeti/kalitesi bakımından böyle olması gerektiğini, göğün büyüklüğü dikkate alınırsa, büyüklüğü onunki kadar olan Cennet’te maddî anlamda bu kadar geniş yer olamayacağını” söylüyor.

Bugün yaşıyor olsaydı, böylesi bir tevile gerek olmadığını, Cennet’te boş yer bile kalacağını anlardı. (Ki hadîslere göre, kalacak.)

*

İmdi, bu Abdülaziz gibi ahmakların (veya münafıkların, bilemem), geçmişte yaşayan ulemaya “isabet ettikleri” hususlarda muhalefet etmelerini, hatalı (veya lüzumsuz) tevillerinde ise onları baş tacı yapmalarını nasıl yorumlamak gerekir?

Bunun ardındaki temel etken nedir, eşek inadıyla beslenen ahmaklık, eblehlik ve budalalık mı, yoksa İblis fitneciliğiyle yeşeren sinsi münafıklık mı?


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...