“İSLAM DEVLETİ” OLARAK CEMAAT

 



Cemaat kelimesinin Arapça’daki sözlük anlamına (gündelik dildeki kullanımına) yabancı değiliz.

TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Cemaat” maddesinin ilk paragrafı, bildiğimiz manaları ortaya koyuyor:

“Toplamak, bir araya getirmek” anlamındaki cem‘ masdarından türeyen Arapça bir isim olup sözlükte “insan topluluğu” mânasına gelir. Fıkıh terimi olarak namazı imamla birlikte kılan topluluğu ifade etmek için kullanılır.

(Ferdinand Tönnies adlı Alman sosyoloğunun Gemeinschaft-Gesellschaft ayrımını cemaat-cemiyet kelimeleriyle Türkçeleştirme işgüzârlığı yaparak cemaat kavramının kolunu kanadını budadığında kendisini “aydın” olmuş zanneden “montaj kültür endüstrisi” ithalatçılarının “taklitçi” ukalalıkları konumuzun dışında.)

Camiye gitmeyip kenardaki kahvehanede dedikodu ile vakit öldüren topluluk da aslında (sözlük anlamı itibariyle) cemaattir, fakat kelimenin fıkıh alanındaki anlamı bakımından cemaat değildirler.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in bazı hadîslerinde geçtiği şekliyle ise cemaat, çok daha özel bir anlam kazanmakta, sadece fıkıh terimi değil, aynı zamanda itikad/akaid terimi haline gelmektedir.

Ehl-i Sünnet ve Cemaat tabirindeki cemaat, bu şekilde ıstılahî/terimsel bir anlama sahiptir.

*

Araplar’ın cemaat kelimesinin sözlük anlamını bildikleri halde hadîslerde sözü edilen cemaatin ne olduğuna dair ulemaya sorular yöneltmiş olmaları nedensiz değildir.

Buna bağlı olarak ulema, hadîslerde geçtiği şekliyle cemaatin hangi manalara gelebileceği konusunda farklı değerlendirmeler yapmışlardır.

Nitekim TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Ehl-Sünnet” maddesinde şöyle deniliyor:

Sözlükte “mânevî alanda çizilen yolu benimseyenler” anlamına gelen ehl-i sünnet (ehlü’s-sünne) tamlaması ehlü’s-sünne ve’l-cemâa (ehl-i sünnet ve’l-cemâat) ifadesinin kısaltılmış şeklidir. Buradaki sünnetten maksat, dini tebliğ ve beyan etmekle görevli bulunan Hz. Peygamber’in İslâm’ın temel konularını anlama ve benimseme tarzıdır. Cemaat kavramı, her devirdeki müslümanların büyük ekseriyeti (sevâd-ı a‘zam) ve müctehid âlimler gibi farklı şekillerde yorumlanmışsa da …

Bu şekilde iki ayrı görüş ya da yorum dile getirildikten sonra üçüncü bir yorum, İmam Şatıbî’ye atfen “tercih edilen görüş” olarak aktarılıyor.

… yorumlanmışsa da vahyin ilk muhatapları olup inanç, ibadet, hukuk ve ahlâk cepheleriyle İslâm’ı bir bütün olarak sonraki nesillere aktaran ashap cemaati anlamına geldiği yolundaki görüş tercih edilmiştir (Şâtıbî, II, 258-265).

*

Bu yorumlar etrafında düşünülürse, hadîslerde belirtilen “cemaati terk” olgusu ya “Müslümanların büyük ekseriyetini (sevâd-ı a‘zam)” terk, ya müctehid âlimlere sırt çevirme, ya da “ashabı değersiz görme” anlamına gelecektir.

Bu yorumların her birinde bir hakikat payı varsa da, bunlar, “cemaati terk” olgusunu tek başlarına tam bir açıklıkla izaha yetmemektedir.

Mesela bir müslümanın günümüzde cemaat diye adlandırılan halihazırdaki gruplardan (fırkalardan, hiziplerden, sivil toplum hareketlerinden) ya da siyasal hareketlerden birine katılıyor olmasını bile “Müslümanların büyük çoğunluğu”na sırt çevirme olarak yorumlamak mümkündür.

Çünkü bu cemaatçiklerin hiçbiri, sevâd-azam değildir. Ayrı birer “atomik” teşekkül olarak ortaya çıkmaları itibariyle de sevâd-ı azamla aralarına mesafe koymuş olmaktadırlar.

Ancak, “cemaat” kavramı “müslümanların siyasal birliği”ni yansıtan İslam devleti olarak alındığında, böylesi grupların hiç biri (devlet otoritesini ve Şeriat’i tanımazlık etmedikleri sürece) cemaatten ayrılmakla suçlanamazlar.

*

Cemaatin müctehid âlimler olarak yorumlanması durumunda cemaat, bir mezhebe mensubiyet (ya da mensubiyet iddiası) anlamına gelecektir.

Bu durumda cemaati terk, mezhepsizlik ya da mezhep tanımazlık olur.

Bu yorum da gerçeğin sadece bir yönünü ifade etmektedir, tek başına yeterli değildir.

Cemaatin ashab topluluğu olduğu yönündeki görüş (fırka-i naciye / kurtulan fırka hadisinden dolayı) buna göre daha tutarlı ve ikna edici olmakla birlikte, “cemaati terk” olgusunu salt “ashab aleyhinde konuşmama” haline getirmeye müsait olduğu için, yeterli bir açıklama olmaktan uzaktır.

Cemaatten olmak için bu gereklidir, fakat yeterli değildir.

*

Asıl temel sorun ise şu:

Müslümanlar müctehid imamlara saygı duyup onlardan herhangi birinin mezhebine tabi olmakla İslam’ı doğru anlayıp yaşama yönünde isabetli bir adım atmış olmakla birlikte, salt böyle yapmalarından hareketle (mesela Ahmet’in Hanefî, Mehmet’in Şafiî mezheb olmasıyla) cemaat haline gelmiş, bir cemaat teşkil etmiş olmazlar.

Aynı şekilde, Müslüman bireylerin ashabı hayırla yâd ediyor, onlardan kalan bilgi birikimini esas alıyor olmaları, cemaat kavramının içini tek başına doldurmaya yetecek bir nitelikte değildir.

Ayrıca bu durumda cemaat vasfını kazanmaya elverişli tek topluluğun (en azından söylem düzeyinde) Selefîler olduğunu (onlardaki ashab vurgusu nedeniyle) söylemek gerekecektir.

*

Bu üçü içinde en tutarlı yorum sevâd-ı azam olarak gözükmektedir.

Çünkü sevâd-ı azam tabiri, insan topluluğuna işaret ediyor olması hasebiyle, meseleyi salt zihniyet sorunu (fikir akımı, düşünce tarzı) olmaktan çıkarıp sosyolojik bir zemine taşıyor.

Ayrıca bu kavram, diğer yorumları geçersiz ya da gereksiz hale de getirmiyor.

Ancak burada önümüze şöyle bir soru gelmektedir: Sevâd-ı azam’ı tayinde/belirlemede ölçümüz ne olacaktır?

İnsanların ırkı m, rengi mi, dili mi, mezhebi mi, malı mülkü mü, ne olacaktır?

Mesela “Hanefîler çoğunlukta, yani bunlar sevâd-ı azam (büyük karaltı, büyük topluluk), dolayısıyla hepimiz Hanefî olmalıyız, aksi takdirde cemaati terk etmiş oluruz” mu diyeceğiz?

Ya da, sözgelimi “En kalabalık müslüman kavim Endonezyalılar, o halde Endonezyalılar’a tabi olmalıyız” gibisinden çıkarımlarda mı bulunacağız?

*

TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Ehl-Sünnet” maddesinin ilerleyen satırlarında yer alan şu ifade bu noktada bize ışık tutuyor:

Bu hususlar dikkate alınarak Ehl-i sünnet ve’l-cemâat tabirinde yer alan “sünnet” ashabın yaygın telakkisi, “cemaat” de çoğunluğun siyasî temayülü şeklinde yorumlanmıştır.

Çoğunluğun siyasî temayülü tabirinde geçen çoğunluk, sevâd-ı azam’a karşılık geliyor.

Buradaki siyasî temayül ifadesi, cemaatin ashab topluluğu”na ve “müctehid âlimler”e tabi olma şeklindeki yorumlarını geçersiz hale getirecek tarzda anlaşılamaz.

Yani Ehl-i Sünnet ve Cemaat’ten olmak, siyasî temayül (eğilim) bakımından ashabın yolunu takip etmeyi ve müctehid âlimlerin siyasal konulardaki fetvalarına göre hareket etmeyi (kısacası Şeriat’i benimsemeyi) tazammun eder.

Ancak topluluğun siyasî temayülü denilince anlaşılması gereken, sadece bunlar değildir, belirli bir zamandaki sevâd-ı azam’ın (yaşayan insan topluluğunun) siyasî hareketidir.

Yani sevâd-ı azam’a ait (ümmetin büyük çoğunluğunun tasvibine mazhar olan) İslam (Şeriat) devletidir.

Böylesi bir devlet, sadece sevâd-ı azam’ın desteğini almış olması nedeniyle değil, aynı zamanda ashabın yolunu takip etmesi ve müctehid âlimlerin fetvalarıyla amel etmesi (Şeriat’i uygulaması) itibariyle cemaattir.

*

Eğer cemaat salt ashabın yoluna değer verme, müctehid imamlara saygı duyup tabi olma ya da siyasal eğilim sahibi olma meselesi olsaydı, yani cemaatin “devlet” anlamına gelen sosyo-politik yönü bulunmasaydı, ümmet için “cemaatsiz” bir dönemden söz etmek mümkün olmazdı.

Halbuki, Huzeyfe r. a.’in rivayet ettiği bir hadis “cemaat”siz dönemden söz etmektedir.

Bu cemaatsiz dönem, Müslümanların halifesi tarafından idare edilen İslam devletinin bulunmadığı zamanları ifade etmektedir.

Bu noktaya ilerde tekrar döneceğiz inşaallah.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...