UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39
Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasını engelleyerek hükümet krizi
çıkarma girişiminin başarısızlığa uğramasının ardından) Vahideddin’le yaptığı
görüşmeyi konu edinmiştik.
Selanikli, Minber
gazetesinin o zaman haberleştirdiği
gibi, İstanbul’a geldikten iki gün sonra, 15 Kasım 1918 günü, Padişah’la uzun
uzun görüşmüş, bağlılık arzedip “iltifat-ı şahane”ye nail olmuştu.
Dört gün sonra, 19 Kasım’da Tevfik
Paşa hükümeti güvenoyu alınca Padişah’tan tekrar randevu istiyor.
Vahideddin “Ne randevusu lan, burası yolgeçen
hanı mı, hasta bekleyen poliklinik mi, daha dört gün önce uzun uzun konuştuk”
demiyor, üç gün sonraya tekrar randevu veriyor.. Ve (özel muamele görmeyi
isteyecek şekilde şımartılmış olan) Selanikli buna bozuluyor.
Çat kapı görüşebilmesi lazım.
Selanikli’nin, randevu talebinden üç
gün sonra gerçekleşen bu ikinci görüşmeyle ilgili olarak Falih Rıfkı’ya
anlattıklarını bir önceki bölümde aktarmıştık.
Ayrıca, Mareşal Ahmet İzzet Paşa’nın
Selanikli’nin Anadolu’ya gönderilmesi konusundaki açıklamalarına da yer
vermiştik.
*
Selanikli’nin Falih Rıfkı’ya dediğine göre,
Padişah ile başbaşa yaptığı söz konusu görüşme, dışarıda bekleyenlerin hayretini
mucip olmuş, hakkında bir hayli yorum yapılmış.
Eğer Padişah’ın herkesle böyle görüşme huyu olsa,
kimse yorum yapma gereği duymaz..
Bu bir...
İkincisi, Padişah’la zaten görüşmüş olan Selanikli’den,
dört gün sonra yangından mal kaçırıyormuş gibi böyle yeniden “acil” görüşme
talebinde bulunması hususunda makul ve mantıklı bir gerekçe ve mazeret göstermesi beklenir.. İstenir..
Bırakın bir devlet başkanını, dört gün önce görüştüğünüz
samimi bir arkadaşınıza acilen yeniden görüşme çağrısında bulunsanız,
biraraya geldiğinizde ona bir açıklamada bulunma borcunuz oluşur.
Selanikli Padişah’a nasıl bir gerekçe göstermiş
olabilir, bir düşünelim..
“Höngürt, harbiye nazırı olma hayallerim yıkıldı, höngürt
de höngürt, ben harbiye nazırı olacaktııııım” diyemeyeceğine göre, ne
demiş olabilir?
Görüşme talebi için, (Padişah’ı ilgilendirecek ve
kaygılandıracak, Selanikli’nin kendisi ile yeniden alelacele görüşme
talebinde bulunmuş olmasını sadakat alameti olarak görüp memnun olmasını
sağlayacak) bir bahane uydurması, ve bunu (sakladığı) asıl gayesiyle ilişkilendirmesi
lazım.
*
Selanikli, Falih Rıfkı’ya masal anlatırken işin bu
tarafını es geçiyor, bizimle kafa bularak şunu diyor:
“Ben sözüme başlangıç ararken, padişah
beni önledi, dedi ki:
Senin konuşmanı niye önlesin “artiz”, tam aksine, bu
acayip aculluğunun ve sabırsız telaşının nedenini öğrenmek ister.
Üstelik bu, en az bir saatlik bir görüşme..
Sözünü bir kere değil beş kere bile kesse, meramını anlatma fırsatını yine
bulursun.. Bu, ayaküstü yapılmış 20 saniyelik bir görüşme değil ki..
Lafa bakın, sözüne başlangıç arıyormuş.. Randevu
istemişsin, üç gün sonrasına sana randevu verilmiş, ve sen bu (sana uzun gelen)
sürede hazırlık yapmayı ihmal etmiş, görüşme sırasında ne söyleyeceğine “karar”
verememiş, öyle sallapati gitmişsin.
Vatandaş sanki pikniğe gidiyor..
Şaşkın ördekten farksız olduğunu düşünmemizi istiyor
gibi konuşuyor.. Laflarına bakılırsa, “Fazla vaktinizi almayacağım, size
arzetmek istediğim önemli bir husus var” diyerek söze girmekten bile aciz..
Hayır, Selanikli aslında bizimle kafa buluyor.. Masal
anlatıyor, dalgasını geçiyor.
Bu kadar aptal, beceriksiz, dağınık ve kararsız bir
adam değil.. Kesinlikle değil..
Aptal olan, bunun bu absürt, mantık dışı, beceriksiz yalanlarına
yıllarca sorgusuz sualsiz, kafasının kontağını kapatarak inanan, bu
saçmalıkları “gökten inmiş vahiy” gibi huşu ile dinleyen insanımız..
Aydın, entel, bilim adamı geçinen kabak kafalar..
*
Selanikli’nin, acil görüşme talebini makul ve
mantıklı göstermek için söylemiş olabileceği laflarla ilgili ipuçları,
kendi sözlerinde saklı..
Padişah’ı ordu ile korkutmuş olduğu
anlaşılıyor..
Laflarına bakılırsa, Padişah’a şunu demiş olması
gerekiyor:
“Bilirsiniz ki ordunun zabitleri (subayları) ve
kumandanları beni severler.. Enver Paşacılardan herşey beklenir, fakat sizi
temin ederim ki benim ve arkadaşlarımın sayesinde size hiçbir fenalık
gelmeyecektir.. Fakat bunun için zat-ı şahanelerinin bize güvenmesi, bizi
desteklemesi ve yetkilendirmesi gerekiyor.. Özellikle benim harbiye nazırı (savunma bakanı)
olmam ve yakın arkadaşlarımın hükümette bakan olarak yer alması, zat-ı
şahanelerinin emniyet ve selameti için çok faydalı olacaktır.”
Vahideddin bu sözlerden şaşırmış, onun böyle
konuşuyor olmasının sebebinin ne olduğunu hemen kavrayamamış olmalıdır.
Muhtemelen ona “Paşa, orduya ait bazı malumat
mı var sende?’ diye sormuş ve gözlerini kapatıp düşünceye dalmıştır.
Selanikli de sözlerine esrarengiz bir hava vererek
şunu söylemiş olabilir:
"Gerçi, ben İstanbul'a geleli sadece dokuz
gün oldu. Buradaki vaziyeti tamamıyla bilmiyorum. Fakat dikkatli, ihtiyatlı ve uyanık olmak, ordu kumandan ve
zabitlerinde zat-ı şahanenize karşı bir cereyan başgöstermemesi için gereken
tedbirleri almak gerekir.. Bazı tecrübesiz arkadaşların ileri geri
konuştuklarına şahit olunabiliyor.”
Vahideddin’in buna karşı şöyle birşey demiş olduğunu
düşünebiliriz:
“Ben şahsıma karşı orduda bir cereyan başgöstermesi
için bir neden göremiyorum.. Şunun şurasında padişah olalı beş ayı bile
bulmadı.. İttihatçılar’ın enkazının altında kaldım.. Beni neyle suçlayabilirler?!..
İngilizler’le barış yapmak üzere mütarekeyi (ateşkesi) kabul etmemi de zaten
sizler istediniz.. Ordu ‘Savaşa devam edeceğiz’ demedi.. İngilizler’le barış
yapalım denildi.”
Buna karşı Selanikli “Yalnız bugünden
bahsetmiyorum, bugünden ve yarından” diyerek Padişah’ın kafasını
karıştırmak istemiş olmalıdır.
*
Böyle bir cümlenin Padişah’ı şüpheye düşüreceği
kesindir.
“Demek ki yarın orduda öyle bir cereyan başlayabilir
ki bundan müteessir olabilirim, etkilenebilirim” diye endişelenmesi
beklenir.
Bu yüzden, Selanikli’ye şöyle birşey demiş olmalıdır:
“Siz akıllı bir kumandansınız. Tecrübesiz
arkadaşlarınızı tenvir edeceğinizden (aydınlatacağınızdan) eminim.. İzzet
Paşa’yı değil de Tevfik Paşa’yı sadrazam yapmamın nedeni, onun
çekirdekten yetişme tecrübeli bir diplomat, bir hariciyeci (eski bir Dışişleri
Bakanlığı personeli) olması, yurtdışı görevlerinde bulunarak yabancıları ve dış
dünyayı tanımış, dünyanın ahvaline vakıf olmuş bulunması.. Yabancıların
dilinden o anlar, sulh müzakerelerinde (barış görüşmelerinde) Tevfik Paşa’ya
ihtiyacımız var… Lütfen bu işlerden anlamayan tecrübesiz arkadaşlarınıza
durumu anlatınız.. Onlardan savaşta hizmet bekliyorduk, barış görüşmelerinde
değil. Birtakım tecrübesiz ve cahil kışkırtıcıların laflarına kanarak
sorun çıkarmasınlar, bilmedikleri işlere burunlarını sokmasınlar, başımıza yeni
gaileler açmasınlar.. Birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz şu kara
günümüzde dışarıya karşı parçalanmışlık görüntüsü vermemize neden olmasınlar."
Selanikli’nin Padişah’la olan bu görüşmesinden
istediği neticeyi alamadığı, hayalkırıklığına uğradığı kesin..
Vahideddin’i ordu ile korkutmuş, çare olarak
kendisinin harbiye nazırlığını göstermiş olduğu anlaşılıyor.
Fakat, Vahideddin'i korkutmayı başaramamış.
*
Selanikli’nin telefon edip acil randevu talep
etmesinin nedeni, Meclis’te çevirdiği entrika ve dalaverelerden bir
sonuç alamamış olması.
Fakat, “Padişah, beni aldatarak, aracılığımla vatansever subay ve
komutanlardan emin olmak istiyor” diyor.. Falih Rıfkı'ya dediğine göre, Vahideddin’in sözlerinden bu
sonucu çıkarmışmış..
Bre köftehor, ortada, seni aldatıp kullanmak isteyen, böyle bir plan
yapan, bunun için seni palaspandıras, alelacele huzuruna çağırtan bir padişah
yok..
Yalvar yakar görüşmek isteyen, küçük hesapların için onu kullanmaya çalışan sensin.. Gidip yağ çekiyor, adamı ordu ile korkutup aldatmaya çalışıyor, sonra da
utanmadan mantıksız masallar anlatıyorsun.
*
Bu siyasete “cahil ve tecrübesiz asker” müdahalesi, Türk
siyasetinin, Osmanlı’nın ilk dönemlerinden beri var olan, Cumhuriyet döneminde
de devam eden bir gerçeği..
Padişahların, cumhurbaşkanlarının, başbakanların bu
cahillerin gazabına uğraması için vatana ihanet içinde olmaları
her zaman gerekmiyor.. Memleketteki kliklerden, hiziplerden, derin çetelerden
birinin nasırına basmaları yeterli olabiliyor..
Bazen de, bu vatanperestler, 28 Şubat’ta
olduğu gibi, İsrail ile ABD’nin "içerideki acenta"sı gibi hareket ediyor,
dış güçlerle işbirliği yaparak “gerçek vatanseverler”e kan kusturuyorlar.
(Vatanperestlik ile vatanperverlik/vatanseverlik
farklı şeylerdir.. Vatanperestlik, vatan putçuluğudur, vatan tapınmacılığıdır..
Vatan putçuları, vatan kavramının ardına saklanarak vatanda imtiyazlı/ayrıcalıklı
bir konuma sahip olur, sonra da ahmakları bu vatan istismarcılığı ile kendi
ayrıcalık düzeneğine/düzenine hizmet ettirirler.)
Evet, bu toprakların tarihi, menfaatperest ve yolsuz
siyasetçiler kadar, bir çıkar grubu ya da çete gibi hareket ederek ellerindeki
silahı millete doğrultan şımarık askerler bakımından da zengin.. Vaka-yı
Hayriye’yi (ve öncesini) hatırlayalım.
Falih Rıfkı’nın aktardığı gibi, masalcı nine
formatındaki masalcı yaver Selanikli, “Demek yarın padişah
öyle bir hareket yapabilir ki ordunun vatanını seven kumanda ve zabit
(subay) heyeti bundan müteessir olabilir (rahatsızlık duyabilir)”
diyerek, illüzyonist el çabukluğu ve göz boyamacılığı ile “vatanını
sevme” imtiyazını bir hamlede (potansiyel darbeci) subayların gelir
hanesine kaydediyor, onların tapulu malı haline getiriyor, tekeline veriyor.
Garibim Padişah’ın payına düşen ise “vatanını
sevmemek”.
*
İzzet Paşa istifa etmiş, Padişah da Tevfik Paşa’ya
“Yeni hükümeti kur” demiş, Selanikli de, kendisine bir bakanlık koltuğu kapmak
için, Vahideddin’in pişirdiği aşa su katmaya, hükümet krizi çıkarmaya
çalışıyor..
Yeni bir kabine (bakanlar kurulu) listesi bile
hazırlamış.
Hevesi kursağında kalınca da, hemen Saray’a
koşturuyor.
Ne isteyeceği belli.. Hükümet krizini (kendisinin
büyük ihtiraslarının hatırı için) Padişah’ın çıkarması, Tevfik Paşa
kabinesinin görevden alınması, İzzet Paşa’nın hükümeti kurmakla görevlendirilmesi..
Böylece, kendisinin harbiye nazırlığı (savunma bakanlığı koltuğuna kurulması) garantilenmiş olacak..
Savaş bitmiş, mütareke (ateşkes) antlaşması imzalanmış,
sulh müzakereleri (barış görüşmeleri) başlamış ya, artık harbiye nazırı (savaş işleri
bakanı) olması lazım.
“Şu mektepler (okullar) olmasa Maarif’i (Milli Eğitim
Bakanlığı’nı) ne güzel idare ederdim” diyen nüktedan şahıs espri yapıyordu,
savaş sırasında “behemahal barış” isteyen Selanikli’nin savaşsız zamanda
harp (savaş) işleri bakanı olmak istemesi ise karakterine yakışan bir muziplik.
Daha doğrusu, oynadığı satranç çerçevesinde iyi
düşünülmüş bir hamle..
*
Açalım..
İngiliz gazeteci Ward Price vasıtasıyla temas kurduğu İngiliz yetkililere, onların sömürge valisi olmayı teklif etmiş bulunduğu bilgisi, Price’ın hatıratında yer alıyor.
Bu iddiayı doğru kabul edersek (Ki kişisel olarak
kesinlikle doğru olduğu kanaatini taşıyorum), harbiye nazırı sıfatıyla “barış
antlaşması” sonrası Türkiye’de söz konusu valiliği çantada keklik hale
getirmeyi planlamış olduğunu düşünebiliriz.
Ancak, İngilizler ona daha iyisini teklif ettiler..
Ve, İsmet İnönü’nün açıkladığı gibi, gereken desteği eksiksiz biçimde
verdiler:
"İstiklal
mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve
diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.”
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli
sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,
İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)
Bu istiklal mücadelesi, özü itibariyle Osmanlı
Devleti’ne karşı verilmiş bir mücadele..
Selanikli’nin Osmanlı’dan “istiklaliyet”i
mücadelesi..
Selanikli, bunu (gizli ajandasını) Erzurum Kongresi gecelerinden
birinde hempaları Mazhar Müfit ile Süreyya Yiğit’e açıklamış
bulunuyordu.
Tabiî kimseye söylenmemesi kaydıyla.
Fakat milletin önünde takiyye yapılıyor, yalan söyleniyor, yüce Hilafet makamının
kurtarılması ve “Osmanlı Devleti’nin bekası” için çalışıldığı iddia ve ilan ediliyordu.
Reklamlarda söylenen,
devletin kurtarılması.. Teslimat ise, devletin öldürülüp tarih
mezarlığındaki bir çukura atılması..
*
Evet, Selanikli, İsmet İnönü’nün açıkladığı gibi, dış
güçlerle, işgalci düşmanlarla işbirliği yaparak, onların desteğini alarak Osmanlı Devleti’ni yıktı..
Türkiye Cumhuriyeti Devleti açısından bakıldığında "kurucu
devlet başkanı”, Osmanlı Devleti açısından bakıldığında ise bozguncu bir
ajan, yıkıcı bir hain..
Bu “istiklal
mücadelesi”ndeki beklenmeyen öğe, Alman yanlısı Kral Konstantin’in Yunanistan’da
tahta geçerek Venizelos’un İngilizler’e vermiş olduğu sözlerin hilafına
olarak (Milne Hattı’nı geçersiz sayıp) Ankara üzerine yürümüş olmasıydı.
Yunan ordusu
Eskişehir’de Türk ordusunu yenip Polatlı’ya kadar geldi.. Ve
Selanikli, Filistin’de olduğu gibi topukları yağlamaya karar verdi..
TBMM’deki “Ya istiklal ya ölüm” nutukları için seçtiği yeni yer Kayseri’ydi..
Fakat, TBMM
buna isyan etti.. O yüzden Selanikli (diktatörlük yetkileri alarak, ve “hesap
vermezlik” imtiyazı devşirerek) cepheye gitmeyi, Sakarya Savaşı’nda
bulunmayı kabul etti.
Kabul etmek zorunda kaldı.. Çünkü TBMM’siz (vasıfsız ve salahiyetsiz) Kayseri’ye gitmesi, kurduğu bütün oyunu bozacak, “millet iradesi”ne dayanma iddiası tuzla buz olacaktı.
(Kâzım Karabekir ile Rıza Nur’un beyanına
göre, Sakarya’da da boş durmadı, ricat emri verdi, fakat Fevzi Çakmak’ın
bu emrin orduya tebliğini ertelemesi sonucu anlaşıldı ki, erzak kıtlığı yaşayan, üstüne üstlük ishal salgınıyla cebelleşen Yunan
da geri çekilme kararı almış.)
Yunan’ın bu
oyun bozanlığı başlangıçta Selanikli’nin canını sıktı, moralinin bozulmasına
neden oldu, hayalleri konusunda karamsarlığa kapıldı, fakat sonu sevindirici
oldu.
Çünkü Yunan’ın
bu saldırısı, gerçekte Osmanlı Devleti’ne karşı yürüttüğü “istiklal
mücadelesi”nin Yunan’a (ve sözde onu destekleyen İngiltere ile
müttefiklerine) karşı verilmiş bir mücadele gibi görünmesini sağladı.
Selanikli
şanslı adamdı vesselam.. Kadir gecesi değilse bile herhalde Noel gecesi doğmuş
olmalıydı..
Vatan
kurtaran aslan asker Selanikli olarak, memleketi artık rahatça (ilkçağ
irticasının vazgeçilmezi tanrı-kral heykellerini hatırlatan) heykelleriyle
doldurabilirdi.
Ona düşen
heykellerini yaptırmak, millete düşen de (ilkçağ putperestliğinin puta
tapınma seremonisini hatırlatır şekilde) bu heykellerin önünde “saygı duruşu”
yapmaktı.
*
Falih Rıfkı’nın söz konusu Vahideddin-Selanikli
görüşmesiyle ilgili anlatımını (rivayetini) bir önceki bölümde aktarmıştık..
Aynı konuda bir de İsmet Bozdağ rivayeti var.
Bir sonraki yazıda onu da aktaralım ve ikisini
karşılaştıralım inşaallah.