HAİN, ATATÜRK'TÜ, İSLAM'A, OSMANLI DEVLETİ'NE VE DALKAVUKLUK YAPTIĞI VAHİDEDDİN'E İHANET ETTİ

 








Birkaç gündür Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın restorasyonu tamamlanan Yıldız Sarayı’nın açılışında yaptığı konuşmada sarfettiği sözler tartışılıyor.

Erdoğan’ın sözleri şöyle:

"Gazi Mustafa Kemal, Bandırma Vapuru'yla yola çıkmadan bir gün önce buraya gelmiş ve Sultan Vahdettin'le görüşmüştür. Gazi Mustafa Kemal, o tarihi görüşmeyi şöyle anlatır: 'Yıldız Sarayı'nın ufak bir salonunda Vahdettin'le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Salonun Boğaziçi'ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu; birbirine paralel hatlar üzerine düşman zırhlıları bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı'na doğrulmuş. Vahdettin hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı. 'Paşa paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir ve tarihe geçmiştir. Bunları unutun, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa paşa, devleti kurtarabilirsin.' Bunun üzerine Gazi Mustafa Kemal, Sultan Vahdettin'e şu cevabı verir; 'Merak buyurmayın efendimiz, nokta-I nazar-ı şahanenizi anladım. İrade-i seniyyeniz olursa hemen hareket edeceğim.' 'Muvaffak ol' hitabına mazhar olduktan sonra huzurdan çıktım, ayaklarımızın patırtısını işittirmeden saraydan uzaklaştık.'"

*

Ulu yalan Atatürk, Samsun’a doğru hareket etmeden önce Padişah Vahideddin‘le yaptığı bu son görüşmeden Nutuk‘unda tek kelime ile bile bahsetmiyor.

Tek kelime ile bile..

Fakat bu, gayet normal.

Bahsetse, nasıl dalkavukluk yapıp yağ çektiğini anlatmak zorunda kalacak.

Vahideddin’e ve Osmanlı Hükümeti‘ne karşı takiyye ve ikiyüzlülük yaptığını, ve “padişah dalkavukluğu” mesleğinin Osmanlı’daki son büyük temsilcisi olduğunu artık kendisine neredeyse tapmaya başlamış olan köle ruhluların huzurunda söylemeyi gururuna yedirememiş olmalı.

Vahideddin’e fırçayı bastım, yumruğumu masaya vurdum, ‘Ülen aşağılık hain, benim vatanı kurtarmama engel olamayacaksın’ filan dedim, kapıyı vurdum çıktım” dese olmaz. Millet güler.

*

Evet, ulu yalan Atatürk, sanki hüda-yı nabit bir otmuş gibi, Samsun’a çıkıştan öncesinin bir önemi bulunmuyormuş, oraya çıkışının bir perde arkası yokmuş gibi “karartma” yapıyor.

Nutuk‘una, “1919 senesi Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım” diyerek başlıyor.

Kim nasıl göndermiş, hangi yetkileri vermiş, Padişah’la niçin görüşmüş, bunlar yok.

Sanki anasından müfettiş doğmuş.

Ve sanki bir müfettişin Padişah’la özel olarak görüşmesi önemsiz ve sıradan birşeymiş gibi, bunu atlıyor.

*

Böyle olmakla birlikte, Vahideddin’le olan söz konusu görüşmesini, belki, içildiğinde şişede durduğu gibi durmayan rakının verdiği cesaretle, “sofra”sının müdavimlerinden Falih Rıfkı‘ya anlatmış, o da Çankaya adlı kitabına almış.

Okuyalım:

“Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Vahdettin’le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında, dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu. Birbirine paralel hatlar üzerine düşman zırhlıları! Bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayına doğrulmuş! Manzarayı görmek için oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek kafi idi. Vahdettin hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:

-Paşa paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti:) tarihe geçmiştir.”

O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükunla dinliyordum:

-Bunları unutun, dedi, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa paşa, devleti kurtarabilirsin!

Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyltemas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu, bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim. Kendisine basit cevaplar verdim: …

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul: Sena Matbaası, 1980, s. 173)

Halbuki olayın evveliyatı var, ve Vahideddin’in böylesi bir görev için çok önceden beri kendisini düşündüğünü gayet iyi biliyor.

Ortada hayreti mucip birşey yok.

Üstelik, İstanbul’daki üst düzey Osmanlı subayları, 1919 yılının Mart ayında, yani Samsun’a hareketten iki ay önce, Erenköy‘de bir evde, Padişah Vahideddin’e ve Osmanlı Hükümeti’ne sunmak üzere, Anadolu’yu örgütlemek için gönderilebilecek isimlerin listesini hazırlamışlardı.

Listenin başında, Enver Paşa’nın kardeşi, günümüzde bile Azerbaycan’da hâlâ bir kahraman olarak anılan Nuri Paşa vardı.

O sırada İstanbul’da Jandarma Genel Komutanı olan Refet Bey (Refet Bele), Nuri Paşa’nın ismini sildirip başa, Vahideddin’in yaveri ve gözde adamı Atatürk‘ün adını yazdırmıştı.

*

Bu Refet Bey Bandırma Vapuru‘nda da Ulu Yalan’ın yanında olacaktı.

Ulu Yalan, Samsun’a ayak basar basmaz, Osmanlı Hükümeti’nden almış olduğu olağanüstü yetkilere dayanarak onu “tam yetkili Samsun valisi” atayacaktı.

Sonraki süreçte İstanbul’un İngiliz güçlerinden savaşsız teslim alınması kahramanlığı da Refet Bele’ye bırakılacaktı.

Evet, has adamı Refet Bele’yi tam yetkili Samsun valisi atayabilmesinin de gösterdiği gibi, vatandaşın yetkileri müfettişlikle ilgisiz.

Yetkileri, olağanüstü nitelikte.

Çünkü Vahideddin ve Osmanlı Hükümeti, ondan (bir müfettiş için) olağan dışı şeyler başarmasını bekliyorlar.

*

Böyle olduğu için de “yalanların efendisi” ulu yalan Atatürk’e olağan dışı, fevkalâde, süper yetkiler veriyorlar.

Lafa gelince adı müfettiş, fakat resmen Anadolu genel valisi oluyor.

Bundan dolayı, bir müfettiş için hiçbir zaman düzenlenmeyecek bir merasimle Padişah’ın huzurunda yemin ediyor.

Padişah’a sadakatle hizmet edeceğine dair yemin..

Tabiî bu yemininden hiçbir yerde söz etmiyor. Nutuk‘unda anlatmadığı gibi, Falih Rıfkı’dan bile saklamış..

Çünkü anlatsa, pekçok yalanının dikişleri patlayacak, ayıp yerleri görünecek.

*

O yüzden, bu yemin merasiminden kamuoyunun haberinin olması için 90 yıl beklemek gerekti.

Ne zaman ki Osman ÖndeşVahdeddin’in Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor” isimli hatıratı yayınladı, yan yatmış takke düştü, kel baş, kabak gibi iyice ortaya çıktı.

Avni Paşa’nın anlattığına göre, Yıldız Camii’ne gelen Mustafa Kemal, cuma selamında, 15 Mayıs 1919’da, Kuran-ı Kerim’e el basıp yemin ediyor.

Avni Paşa’nın ifadeleri şöyle:

Sadrazam Paşa, Yaver Paşa [Naci Paşa] padişahın iki tarafında birer adım gerisinde idiler. Mustafa Kemal Paşa askeri duruşuna dini bir edâ dahi vererek ilerledi ve sağ elini Kuran-ı Kerim’in üzerine koyarak şu yemini eyledi. “Heyet-i Vükelaca (Bakanlar Kurulu’nca) tanzim olunup Padişah Hazretlerinin iradesine sunulan yirmi bir maddelik özel talimatta bana verilen yetkiler doğrultusunda padişah hazretlerimizin Anadolu vilayetlerindeki bütün mülki ve askeri memurlar üzerindeki teftiş ve tedkikat görevimi, padişah hazretlerinin müsaadeleri doğrultusunda iftiharla ve sahip olduğum yetkiler doğrultusunda tüm sadakatimle yapmaya gayret edeceğime vallâh billâhi.”

Ulu Yalan, Falih Rıfkı’ya işin bu tarafından hiç bahsetmiyor.

Adam, öyle böyle değil, büyük yalancı.

Güya Padişah “Paşa paşa, devleti kurtarabilirsin!” deyince bu sözlerden hayrete düşmüşmüş.

“Dinî bir eda ile” yemin edecek kadar iyi rol yapan adamın Falih Rıfkı’ya yalanlarını ballandıra ballandıra anlatmasındaki (sahne sanatçılarına gıpta ile parmak ısırtacak) performansa hayret etmemek mümkün değil.

Yalanların Efendisi’nin “yalan rüzgârı” filminde seslendirdiği repliği hatırlayalım:

“Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyltemas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordubütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim. Kendisine basit cevaplar verdim: …”

(Atay, a.y.)

Tehlikeli addetmişmiş..

Neyin tehlikesiyse?

Basit cevaplar vermişmiş.

“Basit” cevabı şöyle:

“-Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz.”

(Atay, a.y.)

Bu itaatkâr, munis, edepli, sadık, vefalı, şükredici, vaatkâr, zarif, kibar ve de dokunaklı cümleler, ulu yalan Atatürk’ün başrol oyuncusu olarak arz-ı endam ettiği Türk usulü komedi filminde söylenmiş olduğu için, aptal seyircilere, “Bakın burada bir espri var, gülmeniz gerekiyor” diye açıklama yapmak icab etmiş.

O yüzden, ulu yalan Atatürk, lafını (aslında sahtekâr bir takiyyeci, ihanetini dalkavuklukla örten bir fırıldak olduğunu ortaya koyan) şu açıklamasıyla sürdürüyor:

“Söylerken, kafamdaki muammayı da halletmeye uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında, bütün his ve fikirlerini, temayüllerini tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekleyebilirdim? Memleketi kurtarmak lazımdır, istersem bunu yapabilirmişim. Nasıl? Hemen hüküm verdim: Vahdettin demek istiyordu ki hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek mesnedimiz İstanbul’a hakim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikayet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri uslandırırsam, Vahdettin’ in arzularını yerine getirmiş olacaktım.

-“Merak buyurmayın efendimiz, dedim, nokta-i nazar-ı şahanenizi anladım İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım.”

-“Muvaffak ol!” hitab-ı şahanesine mazhar olduktan sonra, huzurundan çıktım.

Naci Paşa, padişahın yaveri, fakat benim hocam, derhal benimle buluştu. Elinde ufak muhafaza içinde bir şey tutuyordu. “Zat-ı şahanenin ufak bir hatırası” dedi. Kapağının üzerine Vahdettin’in inisiyalleri işlenmiş bir saatti: “Peki, teşekkür ederim” dedim.

“Sonra, sanki Yıldız Sarayı’ndan çıktığımızı ve hareket etmek üzere olduğumuzu gizlemek, saklamak ister gibi bir ihtiyatla, ayaklarımızın patırtısını işittirmekten korkarak, saraydan uzaklaştık.”

(Atay, s. 173-4.)

Bu sözlerde, Vahideddin’in ulu yalan Atatürk’e ne çok güvenmiş, ne kadar samimi davranmış olduğunun itirafı var.

Çünkü vatandaş, Vahideddin için, “Ben de onu herkes kadar tanıyordum. Sonradan, beni aldatmaya çalışmış olduğunu acı bir şekilde anlayacaktım” gibi birşey demiyor, ondan, “çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında, bütün his ve fikirlerini, temayüllerini tanıdığım adam” diye söz ediyor.

Bütün his (duygu), fikir (düşünce) ve temayüllerini (eğilimlerini) bildiği adam..

Bütün ömrü birlikte geçmiş öz kardeşi olsa insan belki ancak bu kadar tanıyabilir..

Bunu diyor, ve ardından utanmadan iftira atıyor.

Bu melodramda, “Sonradan, beni aldatmış olduğunu acı bir şekilde anladım. İş işten geçtikten sonra ne yazık ki” deme ıstırap ve utancı Vahideddin’e düştü.

*

Bir insanın “bütün his, fikir ve temayüllerini” biliyorsanız, o kişinin sizi aldatma şansı olamaz.

Çünkü, sahtecilik, yalancılık, aldatma, hile, takiyye, yüze gülüp arkadan kuyu kazma, döneklik, fırıldaklık gibi temayülleri varsa, bunları biliyorsunuzdur ve ona göre hareket edersiniz.

Evet, bir insanın “bütün his, fikir ve temayüllerini” biliyorsanız, o takdirde “Sözlerinden hayrete düştüm” de demezsiniz.

“Huyu kurusun, hep böyle inanmadığı şeyleri söyler.. Sanki gerçek duygularını ve düşüncelerini bilmiyoruz düzenbaz sahtekârın” diye düşünür, bıyık altından gülersiniz..

Hayrete düşmezsiniz, güleceğiniz tutar.

Bir insanın “bütün his, fikir ve temayüllerini” biliyorsanız, “Acaba benimle samimi mi konuşuyor?” sorusunu kendinize sormazsınız. Samimi konuşmadığını bilirsiniz.

Nerde kaldı ki hayrete düşesiniz.

Ulu yalan Atatürk gerçekten muazzam bir yalancı..

Böylesi bin yılda bir zor yetişir.

*

Araplar’ın şöyle bir atasözü var: el-Hâinu hâifun; hain, korkaktır.

Böyle bir durumda Saray’dan ayrılırken adamın ayaklarının patırtısını bile işittirmekten korkması iyiye alâmet değil.

Hain duruş, daha Yıldız Sarayı’nın kapasında başlamış.

Her neyse… Biz bunu bırakıp ulu yalan Atatürk’ün sözlerindeki, dinleyenleri aptal yerine koyan çelişkilere bakalım.

Padişah ona şunu demişmiş: Memleketi kurtarmak lazımdır, istersen bunu yapabilirsin.

*

Tabiî Falih Rıfkı, Ulu Yalan’a, “Bana bak Ali Rıza’nın oğlu, sen kime maval anlatıyorsun, adam sana olağanüstü yetkiler vermiş, böyle bir durumda olayı senin keyfine bırakıp ‘İstersen’ diye konuşur mu?! Tamam atıyorsun da bu kadar da büyük atılmaz ki, yalanın bile bir haysiyeti vardır” demiyor.

Diyemez.

Şunu hiç diyemez:

“Selanik’in sivri zekâsı, adam sana ne diyor, sen ne anlıyorsun! Adam sana memleketi kurtarabilirsin diyor, sen de ‘Demek istiyor ki…” diyerek demediği şeyleri bize kakalamaya çalışıyorsun..

Yüzüme iyi bak, yaklaş yaklaş, ne görüyorsun, aptal mı yazıyor suratımda, adam onu demek istese onları aynen diyemez mi, senden mi korkacak?! Uyanıkspor’un mavi gözlü forveti, “Demek istiyor ki…” diye bana kakalamaya çalıştığın palavraları bizzat sen kendin Minber ve Vakit gazetelerine verdiğin beyanatlarda söylemedin mi?! Benim adım Falih Rıfkı, bana Külyutmaz Rıfkı derler, sen o demeçleri verdiğin sırada ben İstanbul’da gazetecilik yapıyordum, n’aber! Laflarını okumadım mı sanıyorsun, ya da ben, okuduğunu anlamayacak geri zekâlılardan mıyım?!

Padişah onu demek istese, sana, Seni İngiliz muhibbi seni, seni İngiliz’in has dostu, gazetelerdeki beyanatların hoşuma gitti, bunları bir tek sen böyle uluorta söyleyebildin, İngiliz dostlarımızla alışverişi aynen dediğin gibi götürmen için seni görevlendiriyorum, haydi marş marş!” diyemez miydi?!

Dememiş, sana memleketi kurtarma vazifesi vermiş, sen de tutup kendi ağzından çıkan lafları ona yamıyorsun.

Yani bak, hayatımda beni salak yerine koyarak konuşan çok kişiyle karşılaştım, fakat senin gibisi olmadı.. 17 Kasım 1918 tarihli Minber gazetesinde ne dediğin hâlâ aklımda: “İngilizlerin Osmanlı milletinin hürrryetine ve devletimizin istiklâline riayette gösterdikleri hürmet ve insaniyet karşısında, yalnız benim değil, bütün Osmanlı milletinin, İngilizlerden daha hayırhah (hayrımızı isteyen) bir dost olamayacağı kanaatiyle mütehassis olmaları pek tabiidir.”

Böyle diyerek İngiliz dalkavukluğu yapan sen miydin, yoksa Padişah mıydı? Konuşsana, dilini mi yuttun!

Yine, 18 Kasım tarihli Vakit‘te şunu demedin mi: “Hükümetimizle mütareke akdeden (ateşkes yapan) devletlerin ve bu devletler namına mütareke şartnamesini yapan Britanya (İngiltere) hükümetinin Osmanlılara karşı olan hüsnüniyetlerinden şüphe etmek istemem. Eğer mezkur şartname ahkamının tatbikatında suitefehhümü mucip olacak (hükümlerinin uygulanmasında yanlış anlamayı gerektirecek) cihet görülüyorsa bunun sebebini derhal anlamak ve muhatablarımızla anlaşmak lazımdır. Bittabi bu vazife (görev) hükümetlere terettüb eder (düşer). Benim bildiğime göre hükümetimiz bu babda icab eden teşebbüsatta (girişimlerde) bulunmuş ve bulunmaktadır.”

Bunu diyen Padişah mıydı, sen miydin? Susma, konuş!

O zaman basına konuşup “Muhataplarımızla (yani İngilizler’le) anlaşmak lazımdır” demişsin, şimdi de utanmadan bu laflarını “Padişah demek istiyordu ki…” diyerek zavallı Vahideddin’in sırtına yüklemeye çalışıyorsun.

Demek isteseydi derdi, İngiliz maşası Selanik paşası! Sen rahatça uluorta demişsin, diyebilmişsin işte.. O da öyle düşünseydi, kapalı kapılar ardında sana haydi haydi derdi.. Dememiş.

Bu konuları, rakı içmediğin, ayık kafayla usturuplu yalan uydurabildiğin bir vakitte konuşmaya ne dersin.. Belki “Muhataplarımızla (yani İngilizler’le) anlaşmak lazımdır” sözünün Fransızca’sını da söylersin. Ama ben öz Türkçe’sini söyleyeyim: “İngiliz ne derse yapalım, İngiliz keferesinin uşağı olalım.”

Utanmadan “Muhataplarımızla (yani İngilizler’le) anlaşmak lazımdır” demişsin, şimdi de zavallı Vahideddin için “Demek istiyordu ki, kem küm, estek köstek..” Selanikli, vallahi büyük dolandırıcısın, vallahi billahi.

*

Falih Rıfkı, Ulu Yalan’a, yalanların efendisi Atatürk’e bunları diyemezdi.

Deseydi, tam yedi kez (rakamla 7) beleşten milletvekili olamazdı.

Ulu Yalan’ın her akşam kurulan çilingir sofrasında milletin kesesinden tıkınamazdı.

Bu sofracık, efendiler, ki -iltikama muntazır (yutulmayı bekliyor)
Huzurunuzda titriyor- şu milletin hayatıdır;

Şu milletin ki muztarib, şu milletin ki muhtazır,
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun, hapır hapır.

Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!

*

Ulu yalan Atatürk’e Osmanlı Hükümeti tarafından Padişah’ın onayı ile verilen yetkiler nelerdi?

Genelkurmay Başkanlığı’nın (Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Dairesi’nin) bu göreve ilişkin 6 Mayıs 1919 tarihli (19 Mayıs’tan 13 gün öncesine ait) talimatnamesi öncelikle “işbu müfettişlikteki yüce görevleri (vezaif-i âlileri), yalnız askerî olmayıp müfettişliğin ihtiva eylediği mıntıka dahilinde aynı zamanda da mülkîdir (idarîdir, yönetseldir)” kaydına yer veriyor.

Daha sonra, “Üçüncü ve Onbeşinci Kolordular, müfettişlik emrine verilmiştir” deniliyor.

Resmen komutanlık.

Buna bağlı olarak, “Tümen (fırka) veyahut bölge (mıntıka) kumandanlığı veya bir özel göreve (vazife-i hususiyeye) tayin edilecek subayların atama ve değiştirilmeleri müfettişliğin onay ve talebiyle olacaktır” talimatı veriliyor.

*

Peki, müfettişliğin (yani ulu yalan Atatürk’ün) yetki alanı sadece Samsun muydu?

Hayır!

Van’dan Sivas’a kadar uzanıyor.

Talimatnamede “Müfettişlik mıntıkası Trabzon, Erzurum, Sivas, Van vilâyetleri ile Erzincan ve Canik müstakil livalarını (sancak) kapsadığından” müfettişliğin bütün talimatlarının bu vilayetlerde doğrudan doğruya yerine getirileceği belirtiliyor.

Bu kadarla kalsa iyi..

Talimatnamede ayrıca Diyarbakır, Bitlis, Elazğı, Ankara, Kastamonu vilâyetleri ile kolordu kumandanlıklarının da “müfettişliğin re’sen vâki olacak müracaatlarını nazar-ı dikkate alacakları” bildiriliyor.

Oldu mu yetki alanı Van’dan Ankara’ya!..

*

Sözde ulu yalan Atatürk, İngilizler‘in Samsun havalisindeki asayiş olaylarından şikâyetçi olmaları ve buna müdahale edilmesini istemeleri üzerine buraya teftiş (denetim) için gidiyor.

Lafta böyle.

Verilen yetkiler ise, Van’dan Ankara’ya uzanan bir genel valilik.

Peki bunun sebeb-i hikmeti ne?

Şu: Ulu yalan Atatürk’ün Van’dan Ankara’ya uzanan coğrafyadaki mülkî/idarî ve askerî makamları, işgalci güçlerin kontrolü dışında organize ederek, elde kalan son toprak parçalarını korumak üzere direniş hattı oluşturması..

Yunan’ın Ege’yi işgaline izin vererek Mütareke (ateşkes) hükümlerini çiğneyen İngiltere ile müttefiklerine, İstanbul Hükümeti’nin, “Anadolu’yu zaptedemiyoruz, sizin nasıl Yunan’a sözünüz geçmiyorsa, biz de galeyana gelen Anadolu’yu yatıştıramıyoruz, Yunan’ı denize dökmeden durmazlar” demesini sağlaması.

Adamdan beklenen bu..

Verilen yetkiler de ona göre.. Gerektiğinde hem mülkî/idarî hem de askerî makamlara emir vererek bir savaşı sürdürmesine imkân verecek şekilde.

*

Peki bu beyzade ne yapıyor?

İngilizler’in baskısıyla kendisine (dostlar alışverişte görsün, İngiliz’e sus payı olsun diye) İstanbul’a dönme çağrısında bulunan İstanbul Hükümeti’ne, daha önce anlaşmış oldukları şekilde, “Burada millet galeyan halinde.. Ben de onlar gibi düşünüyorum. Ya Yunan defolup gider, ve devletimizle İngiliz-Fransız-İtalyan bloğu arasında adil bir anlaşma yapılır, ya da ben burada, milletle birlikte kanımın son damlasına kadar savaşırım. Ya istiklâl ya ölüm!” demek yerine, işi yokuşa sürmeye, kıvırmaya başlıyor, “Askerlikten istifa ediyorum.. Kongreler düzenleyeceğim.. Sonra bir meclis toplayacağım.. Milletin nabzını tutacağam, bakalım ne diyorlar. Millet savaşalım derse, ben de herhalde savaşırım” diyerek ipe un seriyor.

Bir taraftan da bu kongrelerde, ve de açtığı Meclis’te, “Gayemiz esir Padişah’ı kurtarmaktır” diye masal anlatıyor. Bu doğrultuda yeminler ediyor.

Ve de, Hükümet’in İngiliz baskısıyla (laf olsun, İngiliz torbası dolsun kabilinden öylesine yaptığı) “İstanbul’a dön!”” çağrısını “Bakın bunlar hain, bağımsızlığımızı engellemeye çalışan İngiliz işbirlikçileri” diyerek kullanmanın hazırlıklarını yapıyor.

*

Halbuki, asıl gayesi, İngilizler’den aldığı talimat doğrultusunda mevcut devleti yıkmak, Osmanlı Devleti’ni öldürüp gömmek…

Batı uydusu, Avrupa güdümlü, bağımsız dış politika üretme yeteneği olmayan topal, kanadı kırık, beyni özürlü, vicdanı sakat, tek gözü kör, maneviyattan mahrum, kendi milletinin tarihine, kültürüne, manevî mirasına, mukaddesatına düşman yeni bir devlet kurmak.

İstanbul Hükümeti ile bir danışıklı dövüşü sürdürerek İngilizler ile hempalarının oyununu bozmaya çalışmak yerine, İngiliz’le danışıklı dövüş yaparak, onunla birlikte Osmanlı Devleti’nin köküne kibrit suyu döküyor.

Padişah ve Osmanlı Hükümeti, önce, ulu yalan Atatürk’ün kendileriyle gerçekten (İstanbul Hükümeti İngilizler’i oyalayabilsin diye) danışıklı dövüş yaptığını zannediyorlar, fakat sonra, Yalanların Efendisi’nin aslında “Yalancıktan vuruyorum” diyerek kendilerini sahiden öldüresiye dövdüğünü, gözünü kan bürümüş bir cani olduğunu anlıyorlar.

*

Zaten adam, daha Erzurum Kongresi sırasında, gerçek ajandasını Mazhar Müfit ile Süreyya gibi sahtekâr yoldaşlarına açıklamış.

Gündüz dilinde Allah, Peygamber, din, iman, hilafet; gece de zihninde İngiliz iblisinin verdiği ev ödevi:

İngiliz efendilerim nasıl bir ev ödevi vermişlerdi: Tesettür kalkacak, Osmanlı Devleti yerle yeksan olacak, cumhuriyet ilan edilecek, Latin harfleri alınacak, şapka giyilecek, ezan yasaklanacak, medrese ve dergâhlar kapanacak, opera ve bale gelecek.. Başka ne vardı? Dans da var mıydı? Dans da olsun, ben danssız yapamam. Türk müziği yasaklanıp Batı müziği alınacak mıydı? Başka?.. Tüh, yine şaşırdım. Ezberleyemedim gitti şu inkılapları.. Dur bir daha sayayım: Şapka giyilecek, tesettür kalkacak… Böyle miydi, sırayı şaşırdım galiba… Yeniden başlayalım: Tesettür kalkacak, balo düzenlenecek, dans edilecek….”

Adamın asıl gündemi, asıl derdi bunlar: Tesettür, şapka, harfler vs. vs…. İngiliz’miş, Yunan’mış, Maraş’a kadar gelen Fransız’mış, Antalya’ya göz koyan İtalyan’mış, elden giden vatanmış.. Bunlar adamın umurunda bile değil..

Rahat.. Çünkü İngiliz’in verdiği sözlere güveniyor.

Fakat İngiliz, Yunan’dan bile korkan kahramana (Ki Sakarya Savaşı’na ayağını sürüyerek, binbir naz ve niyazla zoraki gidecektir) “Sen Ankara’da Meclis’ini toplamaya, bir hükümet kurmaya bak, o zaman devreye girer, Yunan’ı anlaşmaya razı ederiz. Sen de hemen cumhuriyet ilan eder, yardakçılarına kendini cumhurbaşkanı seçtirirsin” demiş olsa da, Venizelos’tan bayrağı devralan Yunan kralı Konstantin hırsa kapılıp açgözlülük yapacağı için verdikleri sözde duramayacaklar ve defolu kahramanın korktuğu şey başına gelecek, bir Türk-Yunan savaşı patlak verecek.

*

Osmanlı, Anadolu’ya müfettiş maskesi altında olağanüstü yetkilere sahip bir genel vali göndermekle, vatan topraklarında oynanan satrançta bir kale ya da fili öne sürmüş oluyordu.

Daha doğrusu, öyle zannediyordu.

Ve İngilizler’den karşı hamle geldi: Ulu yalan Atatürk‘ün askerlik görevinden istifa ettirilmesi.

Ettirilmese, birilerini Erzurum‘da toplayıp onlara günler boyu (16 gün; yani 2 hafta 2 gün) vatan, millet, Sakarya edebiyatı yaptırması sakîl kaçacak.

Çünkü, “Konuşacak ne var?! Ne yapman gerektiğini bilmiyor musun?! Bilmiyor muyuz?!. Van’dan Ankara’ya kadar herkes senin emrinde.. Yetki sende.. Boş edebiyat ve laf ebeliğiyle vakit öldürme! Emir ver, olsun bitsin!” denilecek.

Böylece, ulu yalan defolu Tarzan zor duruma düşmüş olacak..

*

Çünkü, tutup bir kere de Sivas’ta kongre ayaklarıyla edebiyat yapması (Bu defa sekiz gün.. Bir hafta, bir gün) saçmalık olacağı gibi, Ankara’da TBMM diye yeni bir meclis açmaya çalışması, milleti oyalama ve vakit öldürme kabul edilecek.

Ulu Yalan’ın askerlikten istifa etmesi durumunda ise, (Erzurum’da Mazhar Müfit ile Süreyya’ya anlattığı gerçek ajandasının aksine) şunu demesi, minareye gösterişli ve şaşaalı bir kılıf uydurması mümkün olacak:

Dış dünyaya karşı milletin hakimiyetinden, irade-i milliyeden söz etmek zorundayız. Bunun için de kongreler toplamamız ve Anadolu’da bir millet meclisi oluşturmamız gerekiyor. Böylece Amerikan Başkanı Woodrow Wilson‘un 8 Ocak 1918 tarihinde açıkladığı ve Wilson Prensipleri diye bilinen ilkelere göre hareket ettiğimizi söyleyebilecek, uluslararası arenada meşruiyet kazanacağız. Bu prensiplerin 12’ncisinde “Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınmalı” kaydı yer aldığına göre, Amerika Birleşik Devletleri bile bunu kabul ettiğine göre, işte biz de “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletindir” diyerek yola çıkacağız.

*

Başa dönelim..

Ulu Yalan’ın, Yıldız Sarayı’nda kendisine “Paşa paşa, devleti kurtarabilirsin! diyen Padişah Vahideddin’in bu sözleri için “Bu son sözlerden hayrete düştüm” demiş olduğunu görmüştük.

Halbuki ulu yalan Tarzan, o görüşmeden 10 gün önce Osmanlı Genelkurmayı’ndan Anadolu genel valiliği anlamına gelecek yetkileri müfettişlik maskesi altında almış durumda.

Bu yetkilerin niçin verildiğini de elbette biliyor.

Ayrıca, bu görev için kendisinin seçilmesinin temel sebebinin, sadık ve vefalı bir yağdanlık görüntüsü altında sürekli dalkavukluk yaptığı Vahideddin’in kendisine olan sınırsız (ve de ihtiyatsız) güveni olduğunun farkında.

Vahideddin’in ilkesel olmasa bile öznel kişisel nedenlerle (mesela insan doğasındaki bencilliğin ve çıkarcılığın bir sonucu olarak) hakimiyet/egemenlik alanının geniş olmasını, dolayısıyla memleketin kurtulmasını (ahlâkî bir temele dayanmasa, salt riyaset / başkanlık / baş olma sevdasının bir sonucu olsa bile) isteyeceğini de anlamaması imkânsız.

*

Buna rağmen, Falih Rıfkı’yı iflah olmaz bir salak kabul ederek “Vahideddin’in bu son sözlerinden hayrete düştüm diyebiliyor. (Ve, bu da, ajan Atatürk’ün dalkavuğu olmayı çıkarına uygun gördüğü için salak rolü oynuyor. Kendisini rolüne öyle kaptırmış ki, tutup salaklığını tescil etmek için kitaplar yazmış.)

Ve de, kendisinin altı ay (sadece altı ay) önce Minber ve Vakit gazetelerinde kamuoyuna açıklamış olduğu işbirlikçilik zihniyetinin kirli çamurunu “Demek istiyordu ki…” iftirasıyla zavallı Vahideddin’in yüzüne sıvamaya çalışıyor.

Büyük yalancı.. Öyle böyle değil..

Böylece, dürüstlüğü geçtik, yalancılığın bile şeref ve haysiyetiyle oynamış durumda. Yalancılığın bile cılkını çıkartmış.

*

Evet, ulu yalan Atatürk’ün Vahideddin’in sözlerinden şaşkınlığa kapılması için bir neden yok, fakat adamın asıl sanatı yalancılık olduğu için kendisini tutamıyor ve bu şekilde yalanın dozunu kaçırabiliyor.

Vahideddin’i ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle temas aramakla suçlamasına gelince..

Bunu yapan bizzat kendisi..

İngiliz İstihbarat Teşkilatı’nın (gizli servisinin) İstanbul şefi Robert Frew ile İstanbul’da defalarca başbaşa gizli görüşme yapıp anlaşan o.

Öyle böyle değil, büyük yalancı.

*

Evet, kendisine “Paşa paşa, memleketi kurtarabilirsin!” diyen Padişah’ın bu sözleri üzerine içinden şöyle düşünmüşmüş:

“Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyltemas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordubütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim. Kendisine basit cevaplar verdim: …”

(Atay,  s. 173)

Vahideddin için, “Bütün yaptıklarından pişman mı idi?” diyor.

Neydi bütün yaptıkları, İngiliz’le mütareke (ateşkes) yapmak mıydı?

Halbuki, Suriye cehpesinde İngiliz’in önünden ardına bakmadan kaçarak Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı açısından yenilgiyle sonuçlanmasına neden olan defolu kahraman ulu yalan Atatürk, bu firarının ardından (veliahtlığından beri samimiyet kurduğu, yaveri olduğu) yeni padişah Vahideddin’e telgraf göndererek İngiliz’le barış yapılmasını (yani İnrgiliz’in karşısında teslim bayrağı çekilmesini) istemiş durumdaydı.

Telgrafın metnini aktaran, samimi arkadaşı Rauf Orbay.. Okuyalım:

Seryaver Hazret-i Şehriyarî Naci Beyefendi’ye [Padişah hazretlerinin başyaveri Naci Beyefendi’ye]

(Gayet mahremdir)

“Talat Paşa Kabinesi’nin [bakanlar kurulunun] mefluç bir halde, Tevfik Paşa Hazretleri’nin de muayyen bir kabine teşkilinde müşkülata maruz bulunmakta olduğunu haber alıyorum. Ordular [savaşma] muharebe kudretinden mahrum ve zaten mevcut kuvvetler müdafaadan aciz bir hale getirilmiştir. Düşman hergün daha müsait ve ezici şartlar ihraz etmektedir. Müttefıkan [Almanlar’la birlikte] olmadığı takdirde münferiden [Osmanlı Devleti olarak tek başına] ve behemehal sulhu takarrur ettirmek [her ne olursa olsun barışı sağlamak] lazımdır. Bunun için fevt olunacak bir an dahi kalmamıştır. … Muhterem Padişahımıza olan sadakat ve merbutiyetim [bağlılığım] ve vatanımın temin-i selameti itibariyle arzederim ki, sadaretin Tevfik Paşa Hazretlerine tevcihi ve müşarünileyhin de esası Fethi [Okyar], Tahsin, Rauf [Orbay], [İsmail]Canbolat, Azmi, Şeyhül’islam Hayri ve acizlerinden [yani Mustafa Kemal] mürekkep bir kabine [oluşan bir bakanlar kurulu] teşkil etmesi zaruridir. … Münasip ise bu zevatın Şevket-meap Efendimize [bu kişilerin Padişah efendimize] arzını rica ederim.”

15 Ekim, 1918

Fahrî Yaver-i Hazret-i Şehriyarî [Padişah hazretlerinin onursal yaveri]

Mustafa Kemal

(Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni -Siyasî Hatıralarım-, C. 1, İstanbul: Emre Y., 1993, s. 71-2.)

Telgrafı 15 Ekim 1918 tarihinde (Samsun’a çıkıştan yedi, evet sadece yedi ay önce) çekmiş..

O sırada Vahideddin, sadece üç (rakamla 3) aylık (yıl değil) padişahtır.

Vahideddin’in “bütün yaptıkları” bu muydu? 

Ulu yalan defolu kahraman Atatürk‘ün “N’olur İngiliz’e teslim olalım, canımıza tak etti, dayanamıyoruz, şimdi ağlayıp zırlayacağım, höngürt de höngürt” makamından çektiği telgrafına göre hareket etmesi miydi?

*

Evet, utanmaz adam, “Bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı?” diye güya kendisine sormuşmuş..

Bunu diyen adam, Kasım 1918’de Minber ve Vakit gazetelerinde, “İngilizler’in her istediğini yapalım, onlarla mutlaka anlaşalım, bizim için onlardan daha hayırhah (hayrımızı isteyen) dost yoktur” şeklinde demeçleri yayınlanmış adam:

“İngilizlerin Osmanlı milletinin hürrryetine ve devletimizin istiklâline riayette gösterdikleri hürmet ve insaniyet karşısında, yalnız benim değil, bütün Osmanlı milletinin, İngilizlerden daha hayırhah (hayrımızı isteyen) bir dost olamayacağı kanaatiyle mütehassis olmaları (duygulanmaları) pek tabiidir.” (Minber, 17 Kasım 1918)

İngilizler söz konusu olduğunda çok “duygulu” adam vesselam..

Dost canlısı..

“Hükümetimizle mütareke akdeden (ateşkes yapan) devletlerin ve bu devletler namına mütareke şartnamesini yapan Britanya (İngiltere) hükümetinin Osmanlılara karşı olan hüsnüniyetlerinden (iyi niyetlerinden) şüphe etmek istemem. Eğer mezkur şartname ahkamının tatbikatında suitefehhümü mucip olacak (hükümlerinin uygulanmasında yanlış anlamayı gerektirecek) cihet görülüyorsa bunun sebebini derhal anlamak ve muhatablarımızla (İngilizler’le ve müttefikleriyle) anlaşmak lazımdır. Bittabi bu vazife (görev) hükümetlere terettüb eder (düşer). Benim bildiğime göre hükümetimiz bu babda icab eden teşebbüsatta (girişimlerde) bulunmuş ve bulunmaktadır.” (Vakit, 18 Kasım 1918)

Vahideddin’in “bütün yaptıklarından” bahseden adam (Kendisi gibi bir İngiliz ajanına bu derece güvenmek dışında ne yapmış idiyse?), bunları diyen utanmaz..

İngiliz’le savaşmayalım, ille de barış yapalım diye yırtınan, “Onlarla anlaşmak lâzımdır” diyen şahıs..

(Bu yaptıklarının namussuzluk olduğunu düşünüyor olacak ki, sonradan Kâzım Karabekir’e “Namussuz olalım” diyecektir: Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar! … Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz.” Bkz. Uğur Mumcu, Kâzım Karabekir Anlatıyor, İstanbul: UM:AG Araştırmacı Gazetecilik Vakfı, 1999, s. 84.)

*

Vahideddin buna “Paşa paşa, memleketi kurtarabilirsin!” diyor, bunun için de Van’dan Ankara’ya kadar memlekette istediği gibi at koşturabileceği şekilde olağanüstü yetkiler veriyor, onu adı konulmamış Anadolu genel valisi yapıyor, bu da, Vahideddin’in sözleriyle, içinden (Falih Rıfkı’nın naklettiğine göre) “Memleketi kurtarmak lazımdır, istersem bunu yapabilirmişim” diyerek dalga geçiyor.

Evet, biri, medyaya “Muhataplarımızla (İngilizler ve müttefikleriyle) anlaşmak lâzımdır” diyor.

Diğeri “Memleketi kurtarmak lâzımdır” diyerek planlar yapıyor, adam görevlendiriyor.

Sonuç şu: İngilizler’le onların istihbarat şefi Robert Frew vasıtasıyla anlaşan ulu yalan Atatürk, bizzat İngilizler’in eliyle Vahideddin’i vatandan süpürüp attı.

*

Mareşal Ahmet İzzet Paşa olayı şöyle yorumluyor:

“M. Kemal Paşa, istediği kadar Padişah’ın özel memuru olarak bu işe başlamış olduğunu inkâra savaşsın. Benim bu hususta kanaatim sağlamdır. Çünkü kendisine verilen yetki, şimdiye kadar hiçbir faniye nasip olmamış bir genişlikteydi. Kendi teftiş dairesindeki askeri kıt’alardan başka komşu kolordulara ve bütün Anadolu vilayetlerine emri geçerli olacak, memurları istediği gibi görevinden alacak veya tayin edecektir.

Benim bildiğim Babıali (Başbakanlık) bu gibi işlerde, özellikle askerlerin yöneticileri hükmü altına alması meselesinde çok kıskançtır. Hele gurur ve kıskançlığı delilik derecesinde olan (Damat) Ferit Paşa’nın Sadaret (sadrazamlık/başbakanlık) makamında (bile) olmayan yetkileri başkasına bahşetmek istemesi, doğal olmayan bir durumdur. Bu tarihlerde eski politikasının ilkelerini değiştirerek güya halka hoş görünmek ve güven vermek için, Tevfik Paşa’yla benim kabinelerimizin (bakanlar kurulumuzun) seçtiği ve tayin ettirdiği on iki nezaretsiz (bakanlıksız) bakanın katılmasıyla oluşturulan kabinenin içinde ben de vardım. Mustafa Kemal Paşa’nın müfettişliğe tayinini içine alan ve yetkilerini belirleyen belge görüşülüp tasdik olunmak üzere Vükela Meclisi’ne (Bakanlar Kurulu’na) verildiği tarihten bir hafta on gün önce Paşa fermanını, yetki mektubunu taşıyarak hareket etmiş bulunuyordu.

Bu haller açıkça gösterir ki bu memuriyet resmî hükümetin değil, Padişah‘ın düşüncesinin ürünü ve tedbirinin eseridir. Babıali ve Harbiye Nezareti (Savunma Bakanlığı) Saray’dan aldıkları işaretle bunu uygulamaya koymuşlardır.

Fakat bu gerçeğin gizlenmesi, M. Kemal Paşa’ca olduğu kadar, sinsi Padişah’ca da gerekliydi. (Mustafa Kemal) Paşa, büründüğü esrarlı kisveye, gelecek için beslediği emeller ve hayallere uymaması yönünden (yüzünden) Saray’a bağlılığını gizlemek, memur ve mensubu olduğu hükümdara karşı işlediği iğfal (aldatma), sözünden cayma, küfran-ı nimet gibi basitlikleri halkın gözünden saklamak, hiç olmazsa hafifletmek istiyor, Padişah da ne şekilde olursa olsun, bir kimse tarafından aldatılmış olmayı (aldatıldığını itiraf etmeyi) kibrine yediremiyor, bir yandan da yabancılarca el altından [onlara] oyun yapmak istediğinin anlaşılmasından korkuyordu.

(Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, C. 2, İstanbul: Nehir Y., 1993, s. 214.)

Mareşal, ulu yalan Atatürk’ün manevî fotoğrafını çok güzel çekmiş:

Gizli gündem ile, takiyye ile gelecek için emeller ve hayaller kurmak..

Saray tarafından görevlendirildiğini gizlemek için lafları eğip bükerek kıvırmak..

Padişah’ı iğfal edip (gaflete düşürüp) aldatmak..

Sözünden caymak.. (İngilizler’e verdiği sözlerden, onlardan tırstığı için caymadı, cayamadı.)

Küfran-ı nimet.. (Sadece Padişah’a karşı olsa neyse, kendisini Ali Rıza ile Zübeyde’nin çocuğu olarak yaratan Allahu Teala’ya karşı küfran-ı nimette bulundu.)


DÜZELTME VE ÖZÜR

  "Sen Utanmazlığın ve Karaktersizliğin Resmini Yapabilir misin Abidin?" başlıklı yazımız şu satırlarla başlıyordu:  MİT’i (Milli ...