SEFER- ZAFER EDEBİYATI (YOLDA OLMAK MI, HEDEFE VARMAK MI?)

 




Son zamanlarda klavye kahramanlarının çok tekrarladığı sözlerden biri şu: “Seferle emrolunduk, zaferle değil.

Bazı “artist”ler de “Amacımız bir yere ulaşmak değil, yolda olmak” filan gibi laflar ediyorlar.

Doğru diyorlar, fakat bu sözleri tekrarlayan “artist”lerin (özellikle de çok tekrarlayanların) yanlış yerde durduklarını görüyoruz.

Böyle konuşuyorlar fakat tavır ve hareketlerine bakıldığında tek dertlerinin “sefersiz, yolsuz, kestirmeden zafer” olduğu anlaşılıyor.

Bir başka deyişle, “yolu terk ederek zafer kazanma” derdindeler: Yolsuz, yolsuzlukla malul zafer.

Davranış ve tutumları, sözlerini yalanlıyor.

*

Açalım..

Bizim yapmamız gereken, İslamî hakikatleri açık ve net bir şekilde duyurmak olmalıdır.

Tebliğle, gücümüz ölçüsünde “iyilikle emredip kötülükten men etmek"le sorumluyuz, hidayet vericiler değiliz.. Şayet hakkı ve hakikati olduğu gibi dosdoğru söylemiyor, lafı eğip büküyorsak, hidayet yolundan sapmışız demektir.

İslamî gruplardaki sapmaların çoğunun nedeni, tebliğ ve davet faaliyetinde bulundukları çevrelere İslam’ı sözde sevdirmek için bazı hakikatleri saklamaları ve “sulandırma”larıdır.

Halbuki onlar için gerekli olan, hakikatleri söyleyip vebalden kurtulmaktan ibarettir.

Fakat onlar, “yolda olma”yı değil, hedefe ulaşmayı (tebliğ adını verdikleri faaliyetin başarısını ve zaferini) önemsiyorlar.

Bir süre sonra, anlattıkları eksik gedik ve güdük İslam, onların “dava”larının (davetlerinin) esası haline geliyor.

Ve bu çarpık davaları uğruna İslam’ı “tam” anlatanları hedef almaya başlıyorlar.

“Allah dileseydi onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bir koruyucu (muhafaza edici) kılmadık. Sen onların (onları savunup kurtarma konumunda olan) vekili de değilsin.” (En’am, 6/107)

“Seninle tartışmaya girişirlerse, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte kendi özümü Allah’a teslim ettim.’ Ve yine, kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: 'Siz de İslâm’ı kabul ettiniz mi?' Eğer İslâm’a girerlerse hidayete ermiş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse sana düşen, ancak tebliğdir. Allah, kullarını hakkıyla görendir.” (Âl-i İmran, 3/20)

*

Biraz daha açalım..

“Efendim falancalar devletçi, filancalar Türkçü, feşmekanlar Kürtçü, beriki demokrat, öteki Atatürkçü, diğeri laikçi, o yüzden bunların da hoşuna gidecek şeyler söylemeliyiz, rahatsız olacakları hakikatleri dile getirmekten kaçınmalıyız” diyorsan “ana yol”u (sırat-ı müstekîmi) terk etmiş, kestirme bir yan (batıl) yola sapmışsındır.

Derdin böyleleri tarafından “dışlanmamak”, onlara şirin görünmek ise varmak istediğin hedefin “kişisel, kliksel (grupsal/çetesel) kazanımlar sağlamak” olduğu anlaşılır.

Doğruyu ve gerçeği yerine göre kavl-i leyyin (yumuşak söz) ile ifade etmek başka şey (Ki yerine göre kılıç devreye girer), doğrulara yanlışları da eklemek (hakkı batıla karıştırmak) ve hakikati (yanlış yorumlanmaya açık biçimde) zemininden kaydırarak dile getirmek başka şeydir.

İslam’a davette önceliği, Allahu Teala’ya iman ve O’na şirk koşulmaması hususu oluşturur.

Şirk koşulmaması, birey, topluluk (mesela devlet) ve nesnelere (mesela vatan) “Allah’a bağlanır gibi” bağlanmamak, onları “vazgeçilmez” olarak görmemek demektir. (Hz. İbrahim aleyhisselam vatanını da, ulusunu da, devletini de terk etti.)

Allahu Teala’nın, peygamberi Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem vasıtasıyla bildirdiği ilkeler (ve Hz. Peygamber s.a.s.’in yaptığı inkılaplar) ile Ali Rıza oğlu Mustafa’nın (şu kendisine “Türkler’in atası” anlamında Atatürk soyadını layık gören şahsın) ilke ve inkılapları çatıştığı ve çeliştiğinde ikincisini tercih edenler, müşriktirler, şirk koşmaktadırlar.

“İkisini bir arada beraber götürmeye, aralarında bir denge kurmaya çalışalım” diyenler de müşriktir.

Ortak koşmak zaten bu uzlaşı ve paylaşımdan ibarettir.

*

Evet, “yolda olma” edebiyatı yapmak kolay da, “yolda olmak ve kalmak” azim ve sebat istiyor.

Siyasetten örnek verelim: İktidar olmak ya da iktidarda kalabilmek, “düzenin nimetleri”nden tepe tepe yararlanabilmek için Atatürkçülük yapmak, (İslamî açıdan) “sefersiz-yolsuz zafer” peşinde olmaktır.

"Yol"u terk etmektir.

Bir başka deyişle dünya için ahireti satmaktır.

Bunun bir adım sonrası, “yoldan sapmayan”lar ile uğraşmak, onların kendileri gibi yoldan çıkması için seferber olmaktır.

Sırat-ı müstekîm” (doğru yol) üzere olmak, (Fatiha Suresi’nde belirtildiği gibi) “kendilerine gazap olunanlar (Yahudiler) ile dalalete düşenlerin (Hristiyanlar’ın)” sıratı üzerinde olmamak, “Allahu Teala’nın (hidayetle) nimetlendirdiği” peygamberlerin (şirksiz, hak olan) sıratı (yolu) üzerinde olmaktır.

Yahudi ve Hristiyanlar’ın yoluna “çağdaş uygarlık düzeyi” (muasır medeniyet seviyesi) adını verip onların peşinden gidiyorsan, yoldan çıkmışsın demektir.

 Evet, “muasır medeniyet” diyerek Yahudi ve Hristiyanlar’ın yolunu (şapkasına kadar) örnek alan Atatürkçülük de yoldan çıkmak demektir.

İslam açısından durum budur. İslamcı (İslam taraftarı, müslüman) olmayanlar bu sözlerimizi üzerlerine alınmasınlar.

*

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şöyle bir açıklaması oldu:

"Cumhuriyeti balo salonlarına hapsedenlere, cumhuriyet adına bu ülkede yıllarca cumhur karşıtlığı yapanlara, velhasıl cumhuriyeti tapulu mülkü gibi görenlere bu tarihi yıl dönümünün nasıl idrak edilmesi gerektiğini gösterdik. Gazinin mirasına sahip çıkanlar millete efendilik taslayanlar değil 85 milyonun tamamına hizmetkarlık yapanlardır. Biz işte bunu başardık. Kadro Atatürkçüleri yıllarca bu ülkeyi ikinci sınıf demokrasi ve ekonomiye mahkum etmişlerdir."

(https://m.t24.com.tr/haber/kabine-toplantisi-sona-erdi,1136752)

İslam’ın doğru yolu (sırat-ı müstekîmi) açısından bakıldığında bu sözler sağlam bir duruşa karşılık gelmiyor.

Muasır medeniyet”ten (çağdaş uygarlıktan) söz ederek Batıcılık (Ki yahudi-hristiyan uygarlığı demek oluyor) yapan, onları “şapka”larına kadar taklit edip bu taklitçiliğini millete dayatan “Gazi’nin mirası”nın, “Allahu Teala’nın nimet verdiklerinin yolu” ile bir ilgisi yok.

*

Yeri gelmişken, Gazze ile ilgili açıklaması çerçevesinde takdir ve teşekkürü hak ettiğini söylediğimiz Bahçeli’nin de “yol” meselesinde tekdir ve teessüfü hak ettiğini belirtelim.

Haber7.com’un haberine göre Bahçeli TBMM’deki grup toplantısında parmağındaki “yüzüncü yıl yüzüğü”nün tanıtımını yapmış. (https://www.haber7.com/guncel/haber/3363889-mhp-lideri-bahcelinin-100-yila-ozel-yuzuk-ve-rozeti-dikkat-cekti)

"Devletin adı Turan'dır, Göktürk'ler var, kurt var, Orta Asya var, her şey var" demiş.

Herşey var da, İslam yok.

İslam, atalarla övünmeyi, cahiliye dönemini (İslam öncesi dönemi) yüceltmeyi yasaklamıştır.

Cahiliye dönemi sadece Araplar’a özgü değil.. Türk’ün, Kürt’ün, İranlı’nın İslam’dan önceki dönemleri de cahiliyedir.

Bu cahiliyede, “gazaba uğrayan, gadap olunan” Yahudiler’e özgü “üstün ırk” davası da bir nebze var.

Damarlardaki asil kan edebiyatı buna karşılık geliyor.

Hiç kimsenin kanının diğerine üstünlüğü yok, hepsi ortak babamız Hz. Adem’e dayanıyor.

Fakat Yahudiler, İsrail’in (Hz. İbrahim oğlu İshak a.s.’ın oğlu Yakub a.s.’ın) torunları olma hasebiyle kendilerini üstün ve asil görüyorlar.

Gazaba uğramalarında ve bugünkü azgınlık, taşkınlık ve zulümlerinde bu (enaniyet ve kibirden ibaret) asalet davasının da rolü var.

Evet, ırk (soy sop) davası, hadîs-i şerîflerde de belirtildiği gibi, cahiliye kalıntısıdır.

Kurtçuluğa gelince.. Kurt, bir totemdir.. 

Kurtlar, "Allahu Teala'nın nimetlendirdiği" ve yolları üzerinde olmamızı istediği bir topluluk değil.

Allahu Teala'nın ahsen-i takvîm üzere yarattığı, (melekleri bile secde ettirdiği) Adem a.s.'ın soyundan gelen, eşref-i mahlukat olan "insan"a "kurtçuluk" yakışmaz.

İslamlık yakışır. 


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...