Birkaç gün önce yayınladığımız iki yazıda, Allame Aliyyü’l-Kârî rh. a.'in İbn Arabî hakkındaki bazı ifadelerini aktarmıştık.
Allame rh. a., İbn Arabî savunucularının onun eserlerinin çokluğunu ve kerametlerini delil göstermelerine de
değinmekte, önemli olanın eser çokluğu ve rivayet fazlalığı
değil, dirayet ve tahkik olduğunu söylemektedir.
“Sahih itikad” sahibi olmayan, “istikamet”i
yakalayamamış kişiler hakkında keramet olarak anlatılan hikayeler, uydurma değillerse, istidrac kabul edilirler.
İbn Arabî’ye atfedilen keramet hikayelerine
baktığımızda ise, anlatılanların saçmasapan ve traji-komik rivayetler olduğunu görüyoruz.
Söz konusu keramet hikâyeleri İbn Arabî’de bir “keramet”
bulunduğunu gösterecek nitelikte değil, fakat, bunlara kulak verip önemsenecek
şeyler zannedenlerin “akıl” ve “ilim” bakımından acınası zavallı
ve biçareler olduklarını ispatlamaktadır.
İbn Arabî'yi okumayıp da kulaktan dolma bilgilerle hüsnüzanda bulunanlar mazur görülebilirler, fakat okumuş olanlar, İbn Arabîcilik yapmaları durumunda cehaletlerini, ahmaklık ve salaklıklarını tescil edip belgelemiş olurlar.
Müseccel cahil, ahmak ve salaktırlar.. Sapıklık da bonus..
*
Örnek vermezsek meramımız (en azından o “akıl” ve “ilim”
fukaraları tarafından) tam anlaşılamayabilir. (Nitekim bu akılsız ve cahil
taife, Aliyyü’l-Kârî rh. a. gibi değerli alimlerin İbn Arabî soytarısına
yönelttikleri eleştirileri anlayamıyor.)
Örnek 1:
“İngiliz’in Gözde Şeyhi İbn Arabî” adlı
(internetten okuyup indirebileceğiniz) kitabımızda şunları yazmıştık:
Ona atfedilen kerametler de başlı
başına birer facia niteliği taşımaktadır. Mesela insanlara, “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır” şeklinde
konuştuğu, sonra da, bunu söylerken bulunduğu yerin kazıldığı ve orada define
bulunduğu söylenmektedir.
Halbuki, bu olay çerçevesinde, İbn Arabî’nin hakaret ettiği insanların hepsi hakkında suizanda bulunulmaktadır.
Onlara putperest denilmekte,
Müslümanlar Haricîlere yakışan bir tavırla
açıkça tekfir edilmektedir.
Bu kadarını Vehhabî Suud bile yapmıyor, mesela Türk hacılara,
hatta İranlı hacılara, onları “resmen” müslüman kabul ettiği için Mekke’ye
girme izni veriyor (Müşriklerin Mekke’ye girmeleri Kur’an’ın açık hükmüyle yasaktır).
Üstelik, bu gibi durumlarda sözün
zahirine bakılır.
Bu şahıs bu sözü mecusîlere
söylemiyor, müslümanlara söylüyor. Müslümanlar ise Allah’a taparlar.. Ucu Allahu Teala’ya ulaşan bir sözün bu şekilde söylenmesi keramet
değil, rezalettir.
İbn Arabî’nin lafında böyle
bir açıklık yok ama, gerçekten onların paraya taptıklarını açıkça
söylemiş olsaydı bile, bunu bu şekilde ifade etmesi yine hiçbir şekilde caiz olamazdı.
Böylesi bir durumda ancak, “Siz altına tapıyorsunuz, taptığınız altın, benim
ayağımın altındadır” diyebilirdi, “Sizin taptığınız, benim ayağımın
altındadır” diyemezdi.
Bu durumda Allahu Teala’ya
karşı edepsizlik yapmış olmaktan kurtulurdu.
Ancak, kul hakkı yine de ortadan kalkmazdı, karşısındaki
kişileri bu şekilde yargılama hakkı bulunmadığı için yine çirkin bir hareket sergilemiş olurdu.
Çünkü insanlar, “kalplerinin yarılıp içine bakılması” anlamına gelen
söylemlerle suçlanamazlar. Onlar ancak Şeriat’e açıkça aykırı amel ve
sözleriyle, o amelin ya da sözün iktiza ettiği hüküm çerçevesinde
muaheze olunabilirler.
Bir insanın altına taptığını
söyleyerek “Senin taptığın benim ayağımın altındadır” diyebilmek için, o
kimsenin, Cumhuriyet’in ilk yıllarında birtakım şairlerin Mustafa Kemal için yazdıkları tapınma şiirlerine ya da
Nazım Hikmet’in “kendisini Stalin’in yarattığını”
söylemesine benzer şekilde, altına taptığını ifade eden bir söz sarfetmiş
olması gerekir.
Üstelik İbn Arabî’nin, söz konusu
lafı bir kişiye de değil, bir topluluğa karşı söylediği
iddia edilmektedir. Gerçekte bu olay çerçevesinde İbn Arabî’ye çok çirkin bir edep hatası isnad edilirken bunun
bir keramet gibi anlatılması ayrı bir tuhaflıktır.
*
Bu örnek kâfi gelmedi mi?
İyi, o zaman bir başka örnek verelim.
Yine aynı kitabımızdan:
Örnek 2:
Cübbeli’nin medh ü senaları bitti mi?.. Hayır!..
“Fütuhât-ı Mekkiyye isimli o hacimci ve
değerli eserini Allâh-u Teâlâ’nın kabul edip etmediğini ortaya çıkarmak için
yazma eserin tamamını bir sene boyunca Kâbe-i Muazzama’nın tavanında bıraktığı
halde o kadar rüzgarlar ve yağmurlara rağmen kitabının bir yaprağı dahi bozulmayan” bir İbn Arabî’den bahsediyor..
Bu ifadeler de, nerden baksanız facia.. Bir defa, bu
şahsın böyle yapması, yazdığı eserin ilâhî bir
işaretle (rahmanî rüya sonucu) vs. yazılmış olması iddiasının yalan olduğunu, kendisinin, kitabını yazdığı sırada, yaptığı işin doğru mu yanlış
mı olduğu konusunda bir fikrinin bulunmadığını gösterir.
İkincisi, bu ifadeler de yine “kendinden menkul keramet” durumunda.. Bozacının şahidi yine
kendisi..
Üçüncüsü, bir insanın, eserini Allahu Teala’nın kabul
edip etmediğini anlamasının, yukarıda anlatılan türden bir
yolu yoktur. Bunu yapan insanın herşeyden önce aklından şüphe edilir.
Dördüncüsü, bir insan bir eser yazmışsa, ve bu eserini
yayıp yaymama konusunda mütereddit ise, yapması gereken şey, istişare ve istihareye başvurmasıdır. Eserin
içerdiği konuların uzmanı olan kişilerle istişare edilir, fikirleri alınır;
insan yine de mutmain olamıyorsa, istihare yapar. Şeriat’e (Sünnet’e) uygun
olan budur.
Yukarıdaki örnekte ise, adam bir kitap yazıyor, sonra
da yaptığı işin Allahu Teala’nın rızasına uygun olup olmadığını anlamak
için hurafe ve bid’at kabilinden bir yol icat ediyor.
Senin yazdığın kitap çürüse ne olur, çürümese ne
olur!..
*
İbn Arabî efsane ve hurafesiyle kafası dumanlanmış olanlara
bu örnek de kâfi gelmemiş olabilir.
Aynı kitabımızdan bir başka örnek aktaralım..
(Bu defa Cübbeli Zahmet’ten değil, Yeni Şafak
gazetesi yazarı Ömer Lekesiz’den alıntı yapacağız..
Ortada şöyle bir manzara var:
Sanki, parası bol olduğu için dünya kadar masrafa
girip The Ibn Arabi Society’yi kuran, uluslararası sempozyumlar
düzenleyerek İslam dünyasındaki bazı akademisyen ve araştırmacıları “yemleyen”,
dergi çıkaran, kitaplar basan İngiliz’in yerli-milli acentası gibi çalışmakta
olan bir odak, birtakım “paravan” ya da “angaje” yayınevleri ve editörler
vasıtasıyla İbn Arabî’nin kitaplarının tercümelerini yayınlatıyor.
Kıt kanaat geçinen akademisyen ve mütercimleri paraya
boğup bu virüslü paçavraları matah birşeymiş gibi allayıp pulluyorlar.
Ve de Ömer Lekesiz gibi adamları, tribünleri
heyecanlandırıp gaza getirmek için amigo kontenjanından istihdam ediyorlar..
Sanki böyle bir “işbölümü” var.
Ben ne yapayım, dışarıdan bakıldığında manzara böyle
görünüyorsa benim mi suçum?!
Manzara ortada..
Her neyse, örneğimize geçelim.)
*
Örnek 3:
Yeni Şafak‘ın İbn
Arabî’den sorumlu yazarı Ömer Lekesiz’in bir yazısı şu cümle ile başlıyor:
“İbnü’l-Arabî’nin İbnü’r-Rüşd’le görüşmesinde, “evet ve hayır” kelimelerini aynı durum içinde peşpeşe kullanmasının nedeni,
oldum olası merak edilegelmiştir.”
Lekesiz,“Söz konusu görüşmenin doğru
şeklini, (Ekrem Demirli çevirisiyle) bizzat İbnü’l-Arabî’nin kendisinden
aktaralım önce” diyor:
“Bir gün Kurtuba’da şehrin kadısı Ebu’l-velîd İbn Rüşd’ün huzuruna girdim. Halvetimde, Allah’ın bana
açmış olduğu şeyleri duyup öğrendiği için benimle karşılaşmak istiyordu.
Duyduklarından dolayı şaşkınlığını izah [izhar] ediyordu. Babamın
arkadaşlarından birisi olduğu için babam beni İbn Rüşd’ün arzusu üzerine,
benimle bir araya gelsin diye bir vesileyle beni ona gönderdi. O esnada
bıyıkları henüz terlememiş bir delikanlıydım.”
Bu vatandaş, 15 yaşlarında halvete girmişmiş..
İddiasına göre, Allahu Teala halvetinde ona bazı şeyleri açmış.. Biz buna keşf (feth) diyelim.
O da yememiş içmemiş bunların reklamını yapmaya
başlamış.
Anlattıkları, şehrin meşhur kadısının kulağına kadar
gitmiş.
O da, bu anlatılanlardan şaşkınlığa kapılmışmış..
Halvette açılan bu şeyler soyut fikirler olsa, bu şekilde aracılar
vasıtasıyla nakledilemez. Duyan kişi de şaşkınlığa kapılmaz. Demek ki burada,
insanların birbirine hikaye edebileceği
birşeyler var.
İbn Arabî, sözlerini şöyle sürdürüyormuş:
“Huzuruna girdiğimde sevgi ve saygıyla kalkıp beni
kucakladı ve şöyle dedi:
“— Evet!
“Ben de cevap verdim:
“— Evet!
“Söylediğini anladığım için sevinci arttı. Sonra
sevincinin sebebinin farkına vardım ve ona ‘hayır’ dedim. Bunun üzerine
üzüldü, rengi değişti ve sahip olduğu şeye karşı kuşku duydu. Bana şöyle dedi:
“— Keşif ve ilahî feyizde, işin nasıl olduğunu
gördün? Acaba teorik düşüncenin bize verdiği gibi midir?”
İbn Rüşd’ün “evet”ini anlamış ve “evet”le
cevap vermişmiş..
Ancak, İbn Rüşd sevinmişmiş.. O da sevincinin
sebebinin farkına vardığı için “hayır” demişmiş..
Bu durumda, “evet” diye karşılık verdiğin zaman,
onu anlamamışsın demektir.
Bu bıyıksız sakalsız tüysüz çocuksu tip “hayır”
deyince İbn Rüşd üzülmüşmüş, rengi değişmişmiş ve de sahip olduğu şeye karşı
kuşku duymuşmuş..
Sonra da şu soruyu yöneltmişmiş:
“Keşif ve ilahî feyizde,
işin nasıl olduğunu gördün? Acaba teorik düşüncenin
bize verdiği gibi midir?”
İşte burası, zurnanın zırt dediği yer..
İbn Rüşd, böyle bir soru sormuş olamaz.
Hele de, bir halvete girdi diye ortalığı velveleye
veren bıyıkları yeni terlemiş tüysüz toy bir geveze çaylağa hiç sormuş olamaz.
*
Sormuş olamaz, çünkü İbn Rüşd böyle
bir soruyu ancak zır cahil ve som ahmak bir adamın sorabileceğini bilir.
Ekrem Demirli’nin teorik düşünce diye
çevirdiği ifadenin aslının nazar olması
gerekiyor.
Buradaki nazar, fikrî bakış ya
da akıl yürütme demektir.
Ve nazar, teori kavramı
çerçevesinde anlaşılabilecek (kesinliği bulunmayan) teorik düşünceden daha fazla birşeydir, akıl yürütme sonucunda varılan kesin hükümleri
de kapsar.
*
Endülüs’te bıyığı yeni terlemiş bir tüysüz çaylak
halvete giriyor, sonra da keşf ve ilahî feyz alma
iddiasıyla ortalığı velveleye veriyor.
Mucizeyle desteklenmiş bir
peygamber olan Resulullah s.a.s.’in sahip olduğu keşf ve ilahî feyzin doğruluğu kesindir, peki, bırakın ilim sahibi bir kadıyı, aklı
başında sıradan bir insan, 15 yaşındaki bir tüysüz çaylağın keşf ve ilahî feyz
iddiasına önem ve değer verip de Kur’an ve
Sünnet vasıtasıyla edindiği kesin/kat’î bilgiyi
o çaylağın gevezelikleri çerçevesinde değerlendirmeye kalkışabilir mi?!
Bu bıyıkları yeni terlemiş tüysüz çaylağın keşf ve
ilahî feyz adını verdiği şeylerin şeytanî vesvese, varidat ve
halüsinasyonlar olmadığını, kendisinin cinlerin oyununa gelmiş bir nadan
durumunda bulunmadığını nerden bileceğiz?
Ya da olağanüstü zeki ve uyanık bir “maneviyat çiftlikbankı tosuncuğu” olarak insanların
saflığından yararlanan bir sahtekâr olmadığından nasıl emin olacağız?
*
Üstelik burada aptalca ve eblehçe bir çelişki var.
Çünkü, İbn Arabî şarlatanının
dediğine göre, İbn Rüşd, Allahu Teala’nın ona halvette açmış olduğu şeyleri duymuşmuş.
Duymuş olduğuna göre, onların “teorik düşüncesinin kendisine verdiği şeyler“le uyumlu
olup olmadığını da anlamış olması lâzım.
Ve de, yolunmuş tavuk suratlı tüysüz bir çaylağa, yeni
yetme bir çocuğa “Keşif ve ilahî feyizde, işin nasıl
olduğunu gördün. Acaba teorik düşüncenin bize verdiği gibi midir?” diye
sormaması gerekiyor.
Ama, İbn Arabî şarlatanının söylediğine göre, sormuş..
Sormuşsa, onun (bence palavradan ibaret)
halvetteki keşf ve ilahî feyz saçmalıkları
hakkında önceden hiçbir şey duymamış olması lâzım gelir.
*
İbn Rüşd, 15 yaşındaki tüysüz çaylağın keşf
ve ilahî feyz iddiasından etkilenmişmiş de, onunla görüşmek istemişmiş de,
ona “Keşif ve ilahî feyizde, işin nasıl olduğunu gördün? Acaba teorik
düşüncenin bize verdiği gibi midir?” diye sormuşmuş da…
Hangi aklı başında insan böylesi palavralara itibar
edebilir?!
Ve de, ilmi rivayet olmanın
ötesine geçip dirayet haline gelmiş hangi
ilim sahibi bu zırvalardan tiksinti duymaz?!
İlim sahibi, aklı başında birinin yapacağı şey şudur:
Önce, böylesi iddialarda bulunan toy ve çocuk denilebilecek yaştaki
kişinin akıl sağlığının yerinde olup olmadığını anlamaya
çalışır.
Sonra, onun anlattıklarına bakar, Kur’an ve Sünnet’e aykırı şeyler bulursa, ona
nasihatte bulunur, maneviyat yolunda mesafe katetmek istiyorsa önce itikadını tashih etmesi ve ilmihalini öğrenmesi gerektiğini, ve halvet gibi uygulamaları da ancak gerçek bir mürşid-i kâmilin tavsiyesi
ve gözetimi çerçevesinde yapabileceğini, aksi takdirde Şeytan’ın ve nefsinin oyununa geleceğini söyler.
Gelince ne olur, Mehdi’lik, peygamberlik vs.
taslamaya başlar..
Ki İbn Arabî’de bu tür zırvalar hiç de az değildir..
Altın tuğla, gümüş kerpiç bilmem ne saçmalıkları mı dersin, kendisini “evliyanın sonuncusu” ilan etmesi mi dersin!…
Rezalet ve beyinsizlik adına ne ararsan var..
*
Hikâyenin devamı da var..
Bu bıyıkları yeni terlemiş tüysüz şarlatan, Kadı İbn Rüşd‘ün “Keşif ve ilahî feyizde, işin
nasıl olduğunu gördün? Acaba teorik düşüncenin bize verdiği gibi midir?” şeklindeki
talebevari sorusuna (sanki "teorik düşüncenin verdiklerini" de o yaşta külliyen hatmetmiş, yalayıp yutmuş, dibine kadar öğrenmiş gibi) mütebahhir bir muallim edasıyla cevap da vermiş.
Şöyle diyor:
“Şöyle cevap verdim:
“— Evet ve hayır! ‘Evet ile hayır’ arasında ruhlar
maddelerinden, boyunlar bedenlerinden uçar.
“Bunun üzerine rengi sarardı ve kendisini sıkıntı
bastı, bağdaş kurup oturdu ve işaret ettiğim şeyi anladı.”
İyi haltetmişsin..
“Evet ve hayır”mış..
Ya evettir ya da hayır.. “Evet ve hayır” demen
durumunda da akılsızlığını ortaya koymuş
olursun.
Adama şunu demek gerekiyor, “Ulan kendini beğenmiş
övünme meraklısı hadsiz, senin bu evetin ile hayırın arasında hangi
ruhlar maddelerinden, hangi boyunlar bedenlerinden uçtu?”
Hiçbiri olmadı, senin (bu uydurma menkıbendeki) evetin
ile hayırın arasında kendi akıl, fikir, edep ve izanın uçup gitti..