Salih Tuna, yandaş medyanın kalelerinden Sabah‘ta yazıyor..
Ondan
önce Yeni Şafak‘ta yazıyordu.
Bir ara Odatv‘ci Soner Yalçın ile aralarında “Erdoğan’ı
eleştirirdiniz, eleştiremezdiniz” diye boş bir tartışma yaşanmıştı.
Soner Yalçın, Salih Tuna için “… biliriz Erdoğan‘ı
eleştiremezler!” diyor ve ekliyordu:
Biz başka
politik kültürden geliyoruz; bizde “kişiye biat” olmaz! Mahalledeki devrimci
ağabeylerin küçük yaşlarda bize ilk öğrettiği; “eleştiri-özeleştiri”
kavramları ve “politik doğruculuk” oldu.
Eleştiride kişiler ve kişilik amaç olmaz; önemli olan olgunun
kendisidir.
Rehberimiz
kişi/mahalle değil, kitap/teoridir.
*
Bakmayın böyle palavra attığına, onun da biat ettiği biri var: Atatürk.
Onun politik
kültüründe kişiye biat olmazmış.. Öyle diyor.
Öyle angut ki,
kendisinden haberi yok. Vatandaş sen Atatürk’e biat etmiş
durumdasın, farkında değilsin.
Sen özeleştirinin Atatürk konulu olanını yapabilir misin
angut Abidin?
Politik
kültürüymüş, politik doğruculuğuymuş…
Tükürürüm senin
kültürüne de doğruculuğuna da..
*
Eleştiride kişiler ve kişilik amaç olmazmış da; önemli
olan olgunun kendisiymiş de..
Bre angut, o
zaman bırak şu Atatürk putçuluğunu, bir olgu olarak İstiklal Harbi’ni tartış..
Hayır, bunu
yapmazlar, yapamazlar..
Bu palavracı
bir de “Yazarın mahallesine-liderine
değil; ülkesine sorumluluğu vardır” diyor.
Eğer Atatürk’e
değil de bu ülkeye sorumluluğun varsa, Atatürk’e de, muhaliflerine de “olgu” çerçevesinde bak..
*
Evet, Soner
Yalçın, aslında Salih Tuna‘ya yönelttiği
eleştirilerinde haklı..
“Erdoğan’ı
eleştiremezsiniz” diyor..
Haklı..
Fakat kendisi
de Atatürk‘ü eleştiremez.
Aslında yok
birbirlerinden farkları, fakat biri Atatürkçü,
diğeri Erdoğancı..
Ve Salih Tuna,
yüzüne ayna tutan Soner Yalçın‘a güya cevap
veriyor, fakat “Sen de Mustafa Kemal’i eleştiremezsin” demiyor,
diyemiyor.
Böylece, bir bakıma, Selanikli Mustafa Atatürk'ü (sadece Allahu Teala'ya mahsus olan) "lâ yüs'el"lik (sorgulanaamazlık) ve "lâ yuhtî"lik (hata etmezlik) tahtına oturtuyor.
Şunu diyor: “Kurtuluş Savaşı esnasında Mustafa Kemal’i eleştirmek neyse, 2. Kurtuluş Savaşı verdiğimiz bu dönemde Erdoğan’ı eleştirmek de odur.”
Bunu diyerek,
Erdoğancılığını Mustafa Kemalcilik ya da Atatürkçülük ile
taçlandırıyor.
*
Yandaş
medyadaki bu Atatürkçülüğü/Kemalistliği “Yeşil
Kemalizm” ve temsilcilerini de “Yeşil Kemalistler” olarak adlandıranlar
var.
Yeşil
Kemalistlerin, “yeşil olmayan” Kemalistleri “Kamalist” olarak adlandırdıkları görülüyor.
Böylece,
dolaylı olarak kendilerinin “en öz hakiki” Kemalist (veya gerçek Atatatürkçü)
olduklarını söylemiş oluyorlar.
Ancak, Kamalist
olarak adlandırılanlar kendileri için bu tabiri kullanmıyorlar, Kemalist ya da
Atatürkçü olduklarını söylüyorlar.
Onlara da
Kemalist diyeceksek (Ki Kemalizm’in patenti onların elinde olduğu için demek
gerekiyor), berikilere “Yeşil Kemalist” demek uygun olur gibi görünüyor.
Onların
karşısındakilere de “Kızıl Kemalist” mi denir, yoksa “sade suya tirit Kemalist”
mi, onu bilemiyorum.
Bu tür bir Kamalizm karşıtlığı aslında Kemalizm'in emniyet sübabı.. "Tamam, Kemalizm kötü de, hangi Kemalizm.. Kötü olan Kemalizm aslında Kamalizm.. Kemalizm'in kendisi o kadar da fena birşey değil" bilinçaltı mesajını vermiş oluyorlar.
İnsanları "Kamalizm'ın öldürücülüğü"nü göstererek "Kemalizm sıtması"na razı etme taktiği.
*
Mustafa
Kemal’in kimler tarafından hangi yetkilerle Anadolu’ya
gönderildiği malum..
İngilizler’in
vizesiyle gittiği de meçhul değil..
Bu arada İngilizler’in "resmen" Ağustos 1919 başında, "fiilen" ise Haziran 1919 sonlarında Yunanlılar’ı (Milne Hattı ile) Ege’de durdurdukları ve orada beklettikleri biliniyor. Hat, ismini İngiliz generali Milne’den alıyor.
Ve bu “savaşsız” ortamda Mustafa Kemal’in tek yaptığı, kongre toplayıp nutuk atmak, Ankara’da Türkiye
Büyük Millet Meclisi’ni açmak oldu.. Bu zaman zarfında ne cepheye uğradı, ne de
düşmana tek bir mermi sıktı.
Tek derdi yeni bir meclis kurmaktı.
Çünkü,
İstanbul’dan gelirken (riayet edeceğine dair yemin ettiği "gizli görev" çerçevesinde) cebine koyduğu yetki belgesini
yırtıp atabilmek, “Ben Türk milletini temsil
eden TBMM‘nin seçtiği adamım, yetkiyi Padişah’tan (Osmanlı
Devleti’nden) değil, milletten alıyorum. Bu da yeni
bir devlet kurmak demek oluyor” diyebilme imkânına
kavuşmak istiyordu.
*
İngilizler de bu arada boş durmuyor, TBMM’nin önünü açacak, rakipsiz ve alternatifsiz bırakacak şekilde,
Mart 1920’de, yani TBMM’nin açılmasından bir ay kadar önce, İstanbul’daki
meclisi, Meclis-i Mebusan‘ı dağıtıyorlar.
Ayrıca,
Meclis-i Mebusan’ı dağıttıkları gün, Osmanlı Devleti’nin Anadolu’daki mülkî amirlerine ve subay kadrosuna İstanbul’da
başvurabilecekleri merci bırakmayacak, onları Ankara’ya kulak vermek zorunda
bırakacak şekilde, İstanbul’daki Harbiye Nezareti’nin (Milli
Savunma Bakanlığı’nın) ve ona bağlı Erkân-ı Harbiye Dairesi’nin (Genelkurmay Başkanlığı’nın) kapısına
kilit vuruyorlar.
Böyle savaşsız,
Milne Hattı ile Yunan’ın durdurulmuş olduğu bir ortamda Mustafa Kemal, düşmana tek kurşun atmadan başka şeyler yapıyor.
*
Falih Rıfkı
Atay, Çankaya adlı meşhur kitabında Mustafa Kemal’in şu sözünü
aktarır:
“… (Sofrada
bulunan Recep Peker’e dönerek) Hatırlar mısın Recep, yeni gelmiştin, sana da
fikrini sordum, memleketin menfaati bunda ise fedakârlık
etmelisiniz, demiştin. Fakat ben, tarihî bir görevimiz var;
Meclisi açmak! Bu görevi yerine getirelim de sonra düşünürüz,
cevabını verdim ve Meclisin hemen toplanması için tedbir aldım.”
(Falih Rıfkı
Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım
1999, s. 21).
Yani mevzubahis olan yeni bir meclis açıp başına
geçmekse memleketin menfaati ve vatan da teferruattı.
*
Evet, Mustafa
Kemal Samsun’a ayak bastığı 19 Mayıs 1919’dan TBMM’yi açtığı 23 Nisan 1920’ye
kadar, yani 11 ayı aşkın bir süre, yaklaşık bir yıl boyunca, düşmana tek kurşun bile sıkmamıştı.
Acelesi yoktu,
vatanı kurtarması, düşmana silah sıkması gerekmiyordu.
İngilizler’in “Milne Hattı” sayesinde..
Yunan
Ege’de, Aydın civarında durmuş bekliyordu; Maraş, Antep ve Urfa‘yı ise milletin kendisi Fransız’dan temizlemişti.
Ancak bu arada
bazı yerlerde birileri, “Mustafa Kemal Padişah’a
ihanet etmiş, kendi kendine kongreler, toplantılar filan yapıyor, bir
meclis toplayarak Osmanlı Devleti yerine başka bir
devlet kurmak istiyormuş. Biz sadece devleti,
Padişah’ı, Halife’yi tanırız, Mustafa Kemal diye biri bize emir veremez” şeklinde
konuşmaya başlamış bulunuyorlardı.
İşte Mustafa
Kemal, Yunan’a değil fakat bunlara kurşun sıkmış,
üzerlerine hışımla yürümüştü.
*
Söylediğine
göre, aslında o Padişah’a bağlıydı, zaten TBMM’yi de Padişah’a sadakat yemini ile açmışlardı.
Mustafa
Kemal, yeminini çiğneyecek adam değildi:
Falih Rıfkı
şunları yazmaktadır:
“Buhari-i Şerifler, minarelerde sala ve ‘sevgili padişahımıza sadakat’ yeminleri ile aynı
tören yapılmıştır. Meclis toplanır
toplanmaz ‘ilk ve son sözü padişah ve halifeye bağlılık’ olduğuna yemin edilmiştir! ‘Cenab-ı
Hak ve Resul-i Ekrem’i namına yemin ederiz ki padişaha ve
halifeye isyan sözü yalandan ibarettir’.”
“Mustafa
Kemal ilk amacına ermiştir. Bir Millet Meclisi vardır.
Onun başbakanı ve hükûmeti vardır. ”
(Atay, Çankaya III, s. 22.)
Mustafa Kemal, “Sevgili
Padişahımız’a sadakat” yemini
ettiğine, ilk ve son sözü Padişah ve
Halife’ye bağlılık olduğuna, üstelik yemini Cenab-ı Hak
ve Resul-i Ekrem’in ismi üzerine yaptığına göre, Padişah’a ve Halife’ye asla isyan etmediğine, bu bir yalandan ibaret olduğuna göre, kendisine isyan edenleri
ezebilirdi.
*
Ancak, Mustafa
Kemal’in sadık adamlarından Mazhar
Müfit Kansu, çok sonraları yazdığı kitabında Mustafa Kemal’in “profesyonel bir yalancı” olduğunu ilan
edecekti:
“Erzurum Kongresi’nin bittiği, 7 Ağustos 1919 gecesi
Mustafa Kemal Paşa, Süreyya Bey (Yiğit) ile dertleşmesini sürdürürken, aniden
beni uyandırıp yanına çağırdı. Bir süre, sonra aramızda şöyle bir konuşma
geçti:
“- Mazhar not defterin yanında mı?
“- Hayır Paşam!
“- Zahmet
olacak, ama bir merdiven inip alacaksın. Hadi al gel!
“… Hemen
aşağıya indim.… Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını bir kaç nefes üst üste
çektikten sonra; ‘Ama, defterin bu yaprağını hiç kimseye göstermeyeceksin.
Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir de sen bileceksin !
Şartım bu!’ dedi. Süreyya da, ben de; ‘Buna emin olabilirsiniz Paşam!’ dedik….
‘Pekâlâ, yaz! Zaferden sonra şekl-i hükümet (hükümetin
şekli) Cumhuriyet olacaktır!… Bu bir. İki!; Padişah ve Hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele
yapılacaktır. Üç!; Tesettür (örtünme) kalkacaktır!
Dört!; Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir!’ Bu anda, gayri
ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu bakış,
gözlerin bir takılışta birbirlerine çok şey anlatan konuşmasıydı. Paşa ile
zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim. ‘Neden durakladın?’ deyince,
‘Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var.’ dedim. Gülerek;
‘Bunu zaman tayin eder. Sen yaz!’ dedi. Yazmaya devam ettim: ‘Beş!; Lâtin (Avrupa) hurufu (harfleri) kabul edilecek!”
deyince ‘Paşam, kâfi, kâfi’ dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir
insanın edasıyla, ‘Cumhuriyetin ilânına kadar muvaffak olalım da üst tarafı
yeter!’ diyerek defterimi kapadım, koltuğumun altına sıkıştırdım ve inanmayan
bir adamın tavrı ile; ‘Paşam, sabah oldu! Siz oturmaya devam edecekseniz bana
müsaade edin!’ diyerek yanlarından ayrıldım.”
(Mazhar Müfit
Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C. 1, Ankara, 1966, s. 131 vd.)
*
Evet,
kafasındaki “gizli gündem” bu olan Mustafa Kemal, İngilizler’in “Milne Hattı“nın sağladığı güllük gülistanlık savaşsız
ortamda hedefine doğru emin adımlarla yürüyordu.
Verdiği sözlere,
ettiği yeminlere inanmayan,
kendisini sorgulayan ve yalancı olduğunu
düşünenlere karşı acımasızdı.
TBMM‘nin açılışından sadece altı gün sonra, yani 29 Nisan
1920 günü Hıyanet-i Vataniye Kanunu‘nu
çıkaracaktı.
Kanun, TBMM’ye
yönelik her türlü sözlü ve yazılı muhalefeti ya da sorgulamayı vatana
ihanet sayıyor, bu suçları işleyenlerin idamla cezalandırılmasını, yani öldürülmesini hükme
bağlıyordu.
Kısacası, TBMM’ye iman etmemenin, Mustafa Kemal’in sözlerine ve yeminine inanmamanın cezası idamdı.
Ölümdü.
*
Bu arada İngilizler de Meclis-i Mebusan’ı kapatarak “Ya hu İstanbul’da bir millet meclisi varken
Ankara’da ikincisine ne lüzum vardı?” diyecek olanları
susturmuş durumdaydılar.
İngilizler
ayrıca İstanbul’daki Harbiye Nezareti ile Genelkurmay Başkanlığı‘nı
da kapatarak, Ankara’da bunların yerine ikame edilecek kurumların
oluşturulmasının da önünü açmış bulunuyorlardı.
Böylece,
Anadolu’daki mülkî amirlerin ve subayların Mustafa Kemal’e, “Tamam sen geniş yetkilerle gönderildin, Padişah’a/Halifeye/devlete
sadakat yemini de ettin, fakat sana hangi noktaya kadar itaat
edeceğimize İstanbul’dan, başkentten gelen emirler çerçevesinde karar veririz” demelerinin
de önü kesilmiş oluyordu.
İngiliz
orkestrasının enstrümanlarının çaldığı parça ile Selanikli Mustafa Atatürk’ün
seslendirdiği uzun hava arasında acayip bir uyum vardı. Beste ve güfte birbirini
eşsiz bir ahenkle tamamlıyordu.
*
Böylece sıra,
Mustafa Kemal’in vatanı kurtarmasına gelmiş
durumdaydı.
Yine Falih
Rıfkı’nın yazdığına göre, Selanikli meclisini kurup Anadolu’da otoritesini
tesis ettikten sonra İngilizler devreye girmiş, Mustafa Atatürk ile
Yunanlılar’ı herhangi bir savaşa girmeden barıştırmak istemişlerdi.
Mustafa Kemal’in “yeni devlet”ini kurmasına imkân verecek
şekilde Yunanlılar’a
Milne Hattı dayatmasında bulunan İngilizler, onun Yunan karşısında
uğrayabileceği muhtemel bir yenilgiyi önlemek istiyorlardı.
Falih Rıfkı’yı
dinleyelim:
“Haziranda
İngiliz nazırları [bakanları], Türk – Yunan harbinde tarafsız kalacaklarını ilân etmişler, İstanbul
bölgesine bir Yunan saldırısı yaptırılmayacağı için de
teminat vermişlerdir. Daha ileri giderek, Yunanlıların işi artık müttefiklere emanet etmesi lâzım
geldiğini söylemişlerse de Yunanlılar bu teklifi reddettiler.”
(Atay, Çankaya III, s. 82.)
Evet Yunan
tarafı barış teklifini kabul etmemişti.
Nedeni,
Yunanistan’da siyaset rüzgârlarının yön değiştirmiş olmasıydı.
İngilizler’in,
Almanya yanlısı olduğu için 1917 yılında tehdit edip oğlu lehine tahttan
feragat etmesini sağladıkları Kral Konstantin
tekrar devletin başına geçmiş, İngilizler’in adamı Venizelos başbakanlık
koltuğunu kaybetmişti.
Konstantin
İngilizler’i takmıyordu. Böylece, Selanikli’nin sağlıklı yaşam sigortası “Milne Hattı” yerle yeksan hale gelmiş oldu.
Anadolu içlerine yürümeye başlayan Yunan, Venizelos zamanında “Dostlar
alışverişte görsün” kabilinden göstermelik harekatlar yaparken, Konstantin’le
birlikte iş ciddiye binmişti.
Venizelos Yunan siyasetinin dümeninde kalmaya devam etseydi, ufak çaplı
çatışmalarla Selanikli vatanı kurtarmış olacaktı. Konstantin işi çıkmaza soktu.
*
Ankara’ya doğru acelesiz ve istikrarlı bir biçimde ilerleyen Yunan
ordusu, 10 Temmuz 1921
ile 24 Temmuz 1921 tarihleri arasında
cereyan eden Kütahya-Eskişehir Muharebeleri’nde 70 bin kişilik Türk ordusunu yenilgiye uğrattı. Mağlup ordudan geriye
sadece 30 bin kişilik bir kuvvet kalmıştı ve onlar da geriye çekilip Sakarya’nın doğusunda mevzilenmişlerdi
(Atay, Çankaya III, s. 492-3).
Evet, 40 bin
kişi kayıptı.
Mustafa Kemal
için kara günler başlamıştı: “Yine kara günler geldi.
İlk çarpışmalarda ordumuzu yendiler. Eskişehir düştü.” (Atay, Çankaya III, s. 83.)
Evet, Yunan yönünden durum buydu, fakat Mustafa Kemal’in şansı İngilizler yönünden açıktı:
T.C. Eskişehir
Valiliği’nin resmî sitesinde verilen
bilgilere göre, 20 Mart 1920’de, Milli Alay’a komuta etmekte olan 20. Kolordu
komutan vekili Mahmut Bey, Eskişehir’deki işgal kuvvetlerine (İngilizler’e)
bir uyarı yapmış ve Eskişehir’i bir saat içinde
terk etmelerini istemişti. Aynı gün, sürenin uzatılması istekleri
reddedilen İngiliz kuvvetleri, çok sayıda araç gereç ve
mühimmat bırakarak Eskişehir’i terk etmişlerdi. (http://www.eskisehir.gov.tr/tr/?option=com_content&view=article&id=114&Itemid=321)
Yani bir
anlamda, Ankara Hükümeti’ne çok sayıda araç gereç ve mühimmat yardımı yapmış
durumdaydılar.
*
İngilizler’in
Mustafa Kemal liderliğindeki Ankara’ya dolaylı yardımları bununla
da sınırlı değildi.
Yine Eskişehir Valiliği’nin resmî sitesinde verilen
bilgilere göre, İngilizler, Eskişehir’den çekilmeden altı ay kadar önce,
İsmail Hakkı Bey komutasındaki bir müfreze Kütahya’ya giderek, İngiliz
kuvvetlerinin Eskişehir’e doğru çekilmelerini sağlamış bulunuyordu.
Kütahya’da
bulunan İngiliz kuvvetlerinin Eskişehir’e çekilmelerinden sonra, Türk
birlikleri Eskişehir-Kütahya Demiryolu üzerinde bulunan Alayunt köprüsünü
yıkarak, İngilizler’in Kütahya’ya dönmesi ihtimalini ortadan kaldırmak
istemişlerdi.
Bu durum,
Eskişehir’de bulunan İstanbul Hükümeti (Osmanlı Devleti) yanlılarını
rahatsız etmiş ve (devletin mülkî yetkilisi) Mutasarrıf Hilmi Bey,
İngilizler’den yardım istemişti. Ancak İngilizler, bu çatışmaların Osmanlı İmparatorluğu’nun iç sorunu olduğunu
belirterek, Mutasarrıf Hilmi’ye destek vermekten kaçınmışlardı. (http://www.eskisehir.gov.tr/tr/?option=com_content&view=article&id=114&Itemid=321)
Yani aslında,
İngilizler’in, pratikte, Ankara’ya karşı Osmanlı Devleti’ne yardım etmesi gibi
bir durum söz konusu değildi.
Aynı şekilde,
Yunanistan Kralı Konstantin’e de ciddî bir yardımları olmamıştı.
Tam aksine,
yine Falih Rıfkı’nın ifade ettiği gibi, İngilizler, Türk-Yunan harbinde tarafsız kalacaklarını ilan etmiş
bulunuyorlardı (Atay, Çankaya III, s.
82).
*
Evet, Yunan
ordusu İngilizler gibi davranmıyordu, onların bırakıp gittiği Eskişehir‘i işgal etmiş durumdaydılar.
Durum kritikti,
ama olsundu.. Mustafa Kemal neden Samsun‘a çıkmış,
Anadolu’ya gelmişti?..
Mevzubahis olan
vatansa Mustafa Kemal’in canı da teferruattı, hemen düşmanın
üstüne yürürdü..
Ama Mustafa
Kemal bizim gibi düşünmemişti..
Cepheye gitmek
yerine, başka birşeyi düşünmeye başlamıştı: Ankara’yı “bir hafta içinde”
boşaltıp, TBMM’yi Kayseri’ye taşımak.
Bu bir kaçış, bir ricat değildi, stratejik bir çekilmeydi.
Falih Rıfkı
durumu şöyle özetlemektedir:
“… Vekiller
Heyeti (Bakanlar Kurulu) ve Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak) bir gün gizli oturum istedi. Rengi uçmuş, traşsız,
kim bilir kaç gündür uykusuz, milletvekillerine:
” ‘Arkadaşlar,’ dedi, ‘tarihi günler
yaşıyoruz. Yunanlıların çok üstün kuvvetlerle yaptıkları
taarruza karşı askerlerimiz kahramanca dövüştüler. Ağır kayıplara
uğradık…. Hükümetimiz adına Ankara’yı bir hafta içinde boşaltmıya,
merkezi Kayseri’ye götürmeye karar verdik. Şimdiden hazırlığa
başlanmasını rica ediyoruz.’
“Bir kıyamettir
koptu. Kürsüden inen çıkana idi. Milletvekilleri iki noktada
birleşiyorlardı:
“1-
Ankara’yı harpsiz bırakmamak,
“2- Bozguna
sebep olanları şiddetle cezalandırmak.
“…
“Bu arada bazı
milletvekillerinin hatırlarına Mustafa Kemal’i başkomutan
yapmak fikri geldi….”
(Atay, Çankaya III, s. 93.)
*
Bu fikir, Falih
Rıfkı’nın belirttiği gibi, Mustafa Kemal’i öfkelendirmişti.
İşler, Mustafa
Kemal’in istediği gibi gitmiyordu.
Söz konusu
yenilginin ardından, Falih Rıfkı’nın ifadesiyle, “Eğer Mustafa Kemal de bir yenilmeye uğrarsa ortada
hiçbir otorite kalmıyacağını düşünen ve onun cepheye
gitmesini doğru bulmayan birkaç arkadaşı müstesna, dostu da düşmanı da
Mustafa Kemal’i ordunun başına geçirmek ister”. (Atay, Çankaya III, s. 85.)
Yani, Mustafa
Kemal’in “birkaç arkadaşı”na göre, yenilgiler başkalarının payına düşmeliydi,
Mustafa Kemal yenilmemeliydi.
Cepheye gitmesi
doğru değildi. Cepheye gitmemeliydi.
Bir
bakıma, mevzubahis olan Mustafa Kemal’in karizması, imajı ve
otoritesiydiyse, vatan da teferruattı.
Falih Rıfkı,
şunları yazmaktadır:
“Bu sırada bazı
milletvekillerinin hatırlarına Mustafa Kemal’i başkomutan yapmak
fikri geldi. Bunlar Meclise tekliflerini verdiler. Teklif üzerine bir gizli
oturumda görüşmeler iki gün sürdü. Vatanın son tepesine kadar savaş kararında
olan Mustafa Kemal herhangi bir çarpışmanın doğrudan sorumluluğunu üstüne almak istemiyordu.”
(Atay, Çankaya III, s. 94.)
*
Sorumluluk başkalarının üstünde olmalıydı. Mustafa Kemal
sadece yetki sahibi olmalı, karar almalıydı.
Falih Rıfkı,
sözlerini şöyle sürdürüyor:
“… İki gün süren tartışmalardan sonra Mustafa Kemal
kürsüye geldi:
“- Bu tekliften maksat nedir? dedi. Eğer işin başında benim bulunmaklığım ise, esasen işin içindeyim.
Durumu yakından takip ediyorum. Genelkurmay Başkanı (Fevzi Paşa) ile benim
karargâhımız Ankara’dadır. Lâzım gelen tedbirleri buradan alıyoruz. Bu
teklif beni Ankara’dan uzaklaştırmaktan başka mana taşımaz.
“Öfkeli idi….”
(Atay, Çankaya III, s. 94.)
Mustafa
Kemal’in Ankara’dan uzaklaşmaması, cephede düşmanı karşılamasından, vatanı savunmasından daha
önemli idi.
Mevzubahis olan Mustafa Kemal’in Ankara’daki
konumu idiyse, bir bakıma, vatan da, vatan savunması da
teferruattı.
*
Aslında, Falih
Rıfkı’nın yazdıklarına bakılırsa, asıl anlamsız olan, Mustafa Kemal’in bu öfkesiydi, çünkü “… teklif sahipleri Sakarya
zaferinin ancak onun cephe başında bulunması ile mümkün olacağı inancında
idiler” (Atay, Çankaya III, s.
83).
Teklif
sahipleri ile Mustafa Kemal’in dertlerinin başka olduğu
anlaşılıyordu..
Mustafa Kemal,
sonunda, teklifi kabul edip başkomutan olarak cephenin başına geçmeyi kabul
eder.
Etmek zorunda
kalır.
Falih Rıfkı,
nasıl kabul ettiğini şöyle anlatmaktadır:
“… Meclisin bütün yetkileri üç ay müddetle kendisine
verilmek şartı ile, Başkomutanlığı kabul edeceğini bildiren bir takrir
verdi…. İki gün de bu tartışma devam etti. Bunun üzerine
Mustafa Kemal Sakarya’da bir bozgun olsa da durumu elinde
tutabilmesine elverişli yetki ile 5 Ağustos 1921’de
başkomutanlığa geldi.”
(Atay, Çankaya III, s. 94.)
Vatanı
kurtarmak için 19 Mayıs 1919’da Samsun’da doğan Güneş, tam iki yıl, iki ay, iki hafta, üç gün sonra, nihayet
düşmana, cephede bizzat karşı koymayı kabul etmiş bulunuyordu.
Tam dört gün boyunca tartıştıktan sonra…
Bozgun halinde
bile “durumu elinde tutabilmesine elverişli yetki”yi yan
cebine koyarak…
İstanbul’dan
gelirken de “Anadolu’da durumu elinde tutabilmesine
elverişli yetki“yi alıp cebine koymayı ihmal etmemişti.
“Mevzubahis olan
vatansa yetki de teferruattır” dememişti.
*
Bütün bunlardan
sonra “sorumluluk” alıyor, lutfedip özveride bulunuyor, “başkomutan” olarak
cepheye gitmeyi kabul ediyordu.
Vatanı kurtarmak için
19 Mayıs 1919’da Samsun’da doğan Güneş, madem ki
sorumluluk alma fedakârlığında bulunuyordu, o halde, TBMM’nin bütün yetkisi de, millet iradesi de,
kayıtsız şartsız ona devredilmeliydi.
Madem ki
o sorumluluk alıyordu, sorumluluk alma özverisinde
bulunuyordu, TBMM de, bir anlamda kendisini inkâr etmeli, Mustafa Kemal
karşısında kendisini hiçe indirgemeli, yok saymalıydı.
“Biz milletin
iradesini temsil ediyoruz. Hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir” demekten
vazgeçmeliydi.
Falih Rıfkı’nın
dediği gibi, “Mecliste bozguncu takımının fesatlarını
durdurmak lâzımdı” (Atay, Çankaya III, s. 29).
TBMM, Mustafa Kemal’in arzusu yönünde hareket ederse millet iradesi oluyordu, başka şeyler
düşünürse bozguncu takımı..
*
Timur'la ilgili şöyle bir olay anlatılır:
Nasıl olup da her savaşı kazandığını soran birine (Bazıları bunun Yıldırım Bayezid olduğunu yazıyor) "Birer parmağımızı aynı anda karşılıklı ısıralım, bakalım kim daha fazla dayanacak" demiş. Bir süre sonra karşısındaki kişi ağzını açıp feryat etmiş, böylece Timur'un parmağı kurtulmuş. Timur da "Zafere sabırla ulaşılır" anlamına gelen birşey söylemiş.
Tarihte yaşanan savaşlarda bunun örnekleri çok..
Tuhaf gelecek ama, savaşan iki ordunun aynı anda ricat ettikleri bile var.. Bazen de bir taraf ricat kararı almışken bir aksilik yüzünden biraz beklemeleri gerekmiş ve o arada karşıdaki düşman ricat etmiştir.
Yine bazen bir ordunun, karşısındaki düşmanın ricatini bir tuzak olarak değerlendirip yerinde beklediği de olmuştur. Mesela Kösedağ Savaşı'nda Selçuklu ordusunun karşısında Moğollar'ın durumu buydu.
*
Bunlara benzer ilginç bir olay Sakarya Savaşı'nda da yaşanmış durumda. Bu, 22 gün ve gece süren, 100 kilometre uzunluğundaki bir alanda cereyan eden yıpratıcı ve zorlu bir savaştı. Nitekim orada Türk ordusu 5 bin 713 şehit verdi. Yaralı sayısı 18 bin 480'di.
Kayıp 14 bin 268 askerin ise akıbetinin ne olduğu tespit edilemedi.
Evet, bu savaşın son safhasında Selanikli Mustafa Atatürk umutsuzluğa kapılıp geri çekilme emri vermiş, fakat sahadaki tabloyu iyi okuyan Fevzi Çakmak, Yunan ordusunun durumunun da parlak olmadığını değerlendirerek bu emri icra safhasına geçirmemiş ve orduya duyurmamıştı. Ve o arada Yunan'ın hissettirmemeye çalışarak geri çekilmeye başladığı anlaşılmıştı.
Yunan'ın geri çekilmeye başlamasının nedeni, yaşadıkları lojistik sorunundan dolayı iaşede zorluk yaşamaları, askerin aç kalması, ishal ve salgın hastalık başgöstermiş olmasıydı. Mareşal İshal, General Açlık ve Albay Salgın Hastalık Yunanlılar'ı perişan etmiş, canlarından bezdirmişti.
Selanikli Atatürk'ün ricat emri emri ve Çakmak'ın bir rezalet ve felaketi önlemiş olması gerçeği, bir sır olarak kaldı.. Yazabilen sadece iki kişi çıktı..
Biri, olayı bizzat Fevzi Çakmak'tan duyan Kâzım Karabekir Paşa'ydı..
Diğeri de, Selanikli'nin bir zamanlar yakın dostlarından ve cumhuriyet hükümetlerindeki ilk bakanlarından olan Dr. Rıza Nur'du.
Selanikli, zahiren çok şanslı bir bedbahttı.
*
Türkiye'nin, cumhuriyet diye adlandırılan idarenin kurulmasıyla neticelenen istiklal mücadelesi, matruşka türü bilmecemsi bir entrika ve hileler yumağıdır.
Onu hiç kimse, Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı, Atatürk’ün sağ kolu,
başbakanı, İstiklal Harbi’nin Batı Cephesi Komutanı Orgeneral İsmet
İnönü kadar veciz, açık, net ve anlaşılır biçimde özetlemeyi ve en kalın çizgileriyle tasvir etmeyi başaramadı.
1973
yılında, cumhuriyetin ilanının 50’nci yıldönümü vesilesiyle verdiği demecinde aynen
şunu demişti:
"İstiklâl
mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve
diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur."
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli
sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,
İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)