Malum olduğu üzere, bu ümmetin 73 fırkaya
ayrılacağı, bunlardan sadece birinin kurtulacağı (fırka-yı naciye /
kurtulan grup olduğu) hadîs-i şerîfte bildirilmiştir.
Kurtulacak olanlar (yine hadîse
göre) Hz. Peygamber s.a.s.’in ve ashabının yolu üzere
olanlardır. (Ebû Dâvud, Sünnet, 1; İbn Mâce,
Fiten, 17; Tirmizi, İman, 18)
Dalaletteki (yoldan çıkıp sapıtan)
fırkaların Ehl-i Sünnet ve Cemaat ile her meselede ihtilaf
halinde olduklarını düşünmemek gerekir.
Kimisi kader, kimisi şefaat, kimisi kabir
azabı, kimisi Allahu Teala’nın sıfatları, kimisi
de imamet/hilafet gibi konularda Ehl-i Sünnet ile ihtilafa düşmüşlerdir.
Ancak, Ehl-i Sünnet dışı fırkaların
hepsinin küfre düştüklerini, ebediyen cehennemlik olduklarını da düşünmemek
gerekir.
Konyalı Mehmed Vehbi Efendi bu konuda
şöyle diyor:
“Sapık
fırkaların hepsinin cehennemde olacaklarıyla murat, cehenneme girmeye müstehak
olmalarıdır. Yoksa fiilen cehenneme girecekler manasına değildir. Çünkü
itikadında ifrat veya tefriti sebebiyle cehenneme müstehak olduktan sonra
itikadı küfre yol açmadığından Allah’ın afvıyla veyahut bir şefaatçının
şefaatıyla cehenneme girmemek muhtemeldir. Ama itikadı küfre yol açarsa
ebediyen ateştedir. Çünkü İslamî fırkalardan hariçtir. Ve itikadında küfür icab
etmeyecek bir hatayı işleyen kimseye bid’atçı denir. Ve bid’atçı
olan kimsenin cehenneme girmesinde devamlılık lazım değildir. Zira hadiste
‘Hepsi ateştedir’ hükmü mutlaka-i âmme olduğundan [genel mutlaklık ifade
ettiğinden, devamlılık gibi bir kayıt ve şart ifade etmediğinden] vakitlerden
bir vakitte velev bir dakika olsun cehenneme girmek hadisin doğrulanmasına
kâfidir. Bundan dolayı cehennemde devam lazım gelmez.”
(Mehmed
Vehbi, Akaid-i Hayriyye Tercümesi, İstanbul: Ahmet Kamil
Matbaası, 1340/1921, s. 11.)
*
Evet, Ehl-i Sünnet ile Şia’nın
ihtilaf ettikleri konulardan birini “zamanın imamı” meselesi oluşturuyor.
Şehristanî (ö. 548 h.), el-Milel
ve’n-Nihal’de, İmamiyye Şiası içinde yer
alan İsmailiyye hakkında şunları söylemektedir:
“Onlara
göre arz hiçbir zaman zâhir ve belirli veya bâtın ve mestur (örtülü)
olan, hayatta olup görevini yerine getiren bir imamdan hali kalmaz…
“Onların
mezhebine göre, zamanının imamını bilmeden ölen kimse
cahiliyyet üzere ölmüştür. Keza bir imama biat etmeden ölen
kimse de yine cahiliyyet üzere ölmüştür.”
(Muhammed
Abdülkerim eş-Şehristanî, İslam Mezhepleri, çev. Mustafa Öz,
İstanbul: Ensar, 2005, s. 192-193.)
Aynı şekilde Abdülkahir el-Bağdadî de (ö.
429 h.), el-Fark beyne’l-Fırak adlı eserinde, Batıniyye’den
olan İsmailîler’in “zamanın sahibi olan imam”a gıyapta
biat aldıklarını belirtmektedir. (Abdülkahir el-Bağdadî, Mezhepler
Arasındaki Farklar, çev. Ethem Ruhi Fığlalı, 4. b., Ankara: TDV Y.,
2007, s. 183.)
Muhammed Ebu Zehra,
İsmailîler hakkında şu bilgileri veriyor:
…
bunlar, imamların gizli-saklı da olabileceğine ve ona itaat
etmenin yine vacip olduğuna inanırlar. Yani, bu gizlilik onların
imametine engel olmamaktadır….
“Bunlara
“Bâtınî” denilmesinin sebeplerinden bir tanesi de, bunların çoğu zamanlarda
“İmam gizlidir” demiş olmasıdır….
İsmailîlerin
… görüşleri üç temel üzerinde kurulmuştur….
Bir:
İlahi feyiz, Allah’ın imamlara lütfettiği marifetin
bir parçasıdır.
İki: İmamın açık
ve bilinen bir kişi olması gerekmez. Gizli ve örtülü bir
kişi de olabilir. Bununla beraber, ona itaat etmek vaciptir….
Üç: İmam
hiçbir insana karşı sorumlu değildir….
(Muhammed
Ebu Zehra, İslam’da Siyasî, İtikadî ve Fıkhî Mezhepler Tarihi,
çev. Sıbğatullah Kaya, İstanbul: Birim Y., 1993, s. 61-62.)
*
Ehl-i Sünnet uleması arasında,
Batınîler’in/İsmailîler’in bütün bu konularda haktan sapmış oldukları
konusunda ittifak vardır.
Öyle ki, sırf bunların imamet
anlayışlarının Müslümanlar’ın itikadını bozmakta olduğunu gördükleri için,
müteahhirîn uleması imamet/hilafet meselesini itikad kitaplarına
almayı gerekli görmüşlerdir.
Günümüzde bazılarının bir yandan İsmailî/Batınî
grupların dalaletten ibaret bu görüşlerini savundukları, diğer yandan
da sözde Ehl-i Sünnet’i müdafaa davası güttükleri görülmektedir.
Bunların takiyye yapan
şiî mi oldukları, veya Ehl-i Sünnet’in imamet/hilafet anlayışı konusunda koyu
bir bilgisizlik içinde mi bulundukları belli değil.
Belki tutarlı ve mantıklı düşünmeyi
başaramayacak kadar dağınık bir zihne sahipler, veya belki hakkı kabul etmeyi
gururlarına yediremedikleri için bile bile yanlışta inat eden,
dertleri hak ve hakikat olmayan "din yolu haramileri" durumundalar.
İçyüzlerini Allahu Teala bilir.
Açık olan husus, imamet/hilafet konusunda
Ehl-i Sünnet akidesini terk etmiş olan bu tür kimselerin Ehl-i Sünnet’i savunma
adına ortaya attıkları fikirler konusunda dikkatli olmak gerektiğidir.
Çünkü bilerek veya bilmeyerek, dalalet
ehli fırkaların görüşlerini Ehl-i Sünnet’e aitmiş gibi gösterebilmektedirler.
*
Bu Ehl-i Sünnet sabotajcılarının önde
gelenlerinden biri, Özel Harb’in İslamî kesimdeki ağır toplarından Mehmet
Şevket Eygi idi..
Millî Gazete’deki
köşesinde yıllarca “zamanın imamı” edebiyatı yaptı durdu.
Vird-i zebanı olan tek hurafesi de bu
değildi.
Sözde Ehl-i Sünnet savunucusuydu, özde ise
İsmailiyye propagandacısıydı.
Ehl-i Sünnet savunucusu geçinen bu
"zamanın imamı" tutkunu, bir yazısında şöyle diyordu:
Bazı
okuyucularım, “Zamanındaki İmam’a (Emîre) biat etmeden ölen kimse sanki
cahiliyet ölümüyle ölmüş olur” hadîsi ile ilgili yazım üzerine, benden
zamanın İmamının ismini soruyor. İçlerinden biri mesajında, bize isim ve adres
vermezsen vebali senin üzerine olur diye yazmış.
Bundan
yıllarca önce, Şeriata sımsıkı bağlı muhterem bir şeyh efendiye sormuştum:
Zamanın İmamını bilmiyoruz. Ona nasıl biat edeceğiz? Şu cevabı vermişti:
“Gıyabında biat edersiniz…” Yani “Ben zamanın İmamını bilmiyorum. Binaenaleyh o
zat kim ise, neredeyse kendisine biat ediyorum…” diyerek biat
etmek gerekir.”
(Millî
Gazete, 14 Ekim 2008)
Vatandaşın delili, “Şeriate
sımsıkı bağlı muhterem bir şeyh efendi” imiş.
Adı?
Adı yok..
*
Sözde adalet dağıtan "Şeriat dışı
hukuk sistemi tiyatro kumpanyaları"nın “gizli şahit” komedyası türünden
bir “Şeriate sımsıkı bağlı muhteremlik”..
Muhtemelen bu Şeriat’e
sımsıkı bağlı muhterem şeyhi, Adnan Oktar’la birlikte yanında poz
verdiği Kıbrıslı Nazım’dı..
Kıbrıslı Nazım, İngiltere’nin
yeni kralı Charles’ın müslümanlığının propagandasını yapmasıyla
tanınıyordu.
Türkiye’den de Adnan
Oktar’ın şefaatçısıydı.
Nazım ile Adnan'ın
arasından su sızmadığı için, bir ara Adnan, zamanın başbakanı Erdoğan''ın
Nazım'a ulaşmak için kendisini aradığını, "Şeyh efendi"nin telefonunu
istediğini söylemişti.
*
Öncelikle, vatandaşın muhterem şeyh
efendisinin kanaatinin şer’î açıdan hiçbir değerinin
bulunmadığını söylemek gerekiyor.
Çünkü bu muhteremliği meçhul şeyhin
lafı, zayıf hadîs kadar bile itimada şayan değildir, fıkhî bir
hükme medar olacak bir delil olmaktan uzaktır.
Fıkıh usulünün sadece "u"sunu
bile bilen, İslamî ilimlere bu kadarcık olsun vukufu bulunan biri, bu tür
üfürükçü hokus pokuslarına itibar etmez.
Çünkü "muhterem şeyh"in bu
"sallama" fetvası, usulüne uygun olarak yapılmış bir içtihat da
değildir.
*
Gıyapta biatmiş...
Böyle biri var mı yok
mu, bilmiyorsun, fakat "Belki vardır" diye belki biat ediyorsun.
Demek ki maskaralık ve
mantıksızlık alanında da rekor kırılabiliyormuş.
Böyle bir imam var mı,
yok mu, bilmediğin gibi, varsa kimdir bu imam, Ali midir, Veli midir, onu da
bilmiyorsun, fakat "Ya tutarsa" diyerek göle maya çalıyor, belki biat
ediyorsun.
"Ali'yse Ali'ye
biat ettim, Veli'yse biatim Veli'ye sayılsın" diyorsun.
Mesela cumhurbaşkanlığı
seçiminde "hayırlı aday"ın kim olduğunu bilmediğin için sandığa
gitmeden meseleyi hallediyor, diyorsun ki: "Ben gaybı bilmem, o yüzden
adayların kim olduklarını bile öğrenmedim, adlarını bile bilmiyorum, oyum hayırlı
olana, gıyapta ona oy veriyorum, oyum hayırlı olanadır, artık o kimse onu Allah
biliyor, oyum ona sayılsın".
Bu soytarılığa demokrat
kargalar bile güler.
Ayette geçen
"dinlerini oyun ve eğlence edinen" taife bu tür "fetva"lar
üreten soytarılar değilse kimlerdir?
*
Özel Harb'çi geveze yazar, (“Şöyle
yapsanız da caiz olur” dercesine izin verir gibi konuşan) muhterem şeyh
efendisinin durduğu yerde de durmuyor, bir adım daha ileri giderek, “Binaenaleyh …
diyerek biat etmek gerekir” fetvasını veriyor.
Gerekirlik, vücub demektir.
Meçhul bir şahsın, delilsiz, senetsiz
sepetsiz, kafadan atma bir lafını şer’î konularda delil olarak
ileri süren bir kimse ne şer’î delillerin ne demek olduğunu anlamıştır, ne
de Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolunu..
Fakat kendisini “Binaenaleyh gerekir” diye fetva verecek
konumda görüyor.
Delili sağlam: İsmi meçhul (Belli
de olsa kıymeti yok da, adamın cismini geçtik, ismi bile ortada yok) bir
muhterem şeyh efendinin senetsiz sepetsiz bir üfürüğü.
*
Bu Mehmet Şevket Eygi, 1 Nisan 2013 tarihli Millî Gazete‘de
yayınlanan “Ümmet ve İmamet” başlıklı yazısında
ise şöyle diyordu:
“Resulullah
Efendimiz (Salat ve selam olsun ona) ‘Zamanındaki İmam’a biat etmeden
ölen kimse sanki cahiliyet ölümüyle ölmüş olur’ buyurarak Müslümanları
uyarmıştır.”
Konuyla ilgili tek hadîs
bu değil. (Hadîsler konusuna ileride döneceğiz inşaallah.)
Eğer yaşadığın zamanda
Müslümanların böyle bir imamı varsa, yani İslam ümmetinin tümünün lideri olan
bir halife mevcutsa, ona biat etersin.
Peki, böyle bir imam
yoksa?
Yoksa, İmam
Nevevî'nin belirttiği gibi, biat etmen diye bir şey de söz konusu
olmaz.
Üzerinden bu
mükellefiyet kalkar.
(Nitekim konuyla ilgili
Huzeyfe r. a. hadisi bunu ortaya koyuyor. Bu noktaya ileride döneceğiz
inşaallah.)
*
Ancak Mehmet Şevket
Eygi, cahil bir müçtehit taslağı olarak içtihat ve fetva hizmetini
bu noktada da bırakmamış, dinde reform anlamına gelen bir
"güncelleme" ile maneviyat soytarılığı alanında yeni bir çığır
açmıştı.
Söz konusu yazısından üç
gün sonraki, yani 4 Nisan 2013 tarihli yazısında aynen şu ifadeler yer
alıyordu:
“Biliyorum
İslam’da din ve dünya ayrımı yoktur. İmam-ı Kebir’in aynı zamanda dünya
işlerini de idare ve tanzim etmesi gerekir ama bugünkü şartlar altında
böyle bir liderin olması çok zordur. Binaenaleyh geçici olarak ruhani
bir lider de olabilir.”
Böylece dinde reform
anlamını taşıyan, laikliğin de (siyasal dinsizliğin de)
hatırını kırmayan bir fetva vermiş oluyordu.
İslam’da halife
sadece dünya için, dünya siyaseti için gerekliyken, Allahu
Teala ile ümmet arasında papalar ve papazlar gibi ruhanî
aracılara ihtiyaç yokken, bu vatandaş tutup ruhanî bir zamanın imamı icat
etmişti.
İslam'da yapılmış, hem
laikleri (siyasal dinsizlik savunucularını) hem de Hristiyanları memnun edecek
bir güncelleme..
Laikleri Şeriat'i
uygulayacak bir halifeden kurtarıyor..
Sadece ruhlar âleminde
hüküm süren bir İslam'a laikler dünden razılar, baştan beri kabul ettirmeye
çalıştıkları şey zaten bu..
Mehmet Şevket'in
güncellemesinde Hristiyanlar da unutulmamış..
Onlar da, "Hah işte
din dediğin böyle olur, papasız, papazsız, ruhanî lidersiz din mi olurmuş,
dönüp dolaşıp bizim çizgimize geldiniz işte" diyerek mutlu olabilirler.
Tamam, laikler için iyi,
Hristiyan için de güzel.. Peki ya Müslümanlar?
Mehmet Şevket'in dünya
işlerinde esamisi okunmayan bu ruhanî lideri müslümanlar açısından ne
işe yarayacak, ne iş yapacak?
Daha dünyadayken
cennetten arsa kapatılmasını mı sağlayacak, milletin günahlarını affederek
"Hadi bakalım afvolundunuz, günah işlemekten korkmayın, ben buradayım,
afvederim, babanız/papanız olarak afvedicilik benim en önemli hasletim" mi
diyecek?
*
Bir müslüman hoşuna
gitmeyen bir ayet ya da hadis okuduğunda hemen “Sen fetva veremezsin, hani
icazetin, hangi medreseden icazet aldın? Sen ayet ve hadislerden hüküm
çıkaramazsın” diyerek itiraz etme kurnazlığını adet edinmiş olan bu Özel
Harp kurmayı, böylece, cahil müçtehitlik alanında bir inkılap yaparak
laikliğin (siyasal dinsizliğin) arayıp da bulamayacağı bir Martin Luther
kopyası olmayı başarmış bulunuyordu.
Yaptığı şey, “Zaman dine
uymuyor, o halde dini zamana uyduralım, Hristiyanları örnek alarak ruhanî bir
imamet/halifelik icat edelim, zaten Avrupa laikliği de böylesi bir ruhanîliği
laikliğe aykırı kabul etmiyor, benimsiyor” demek gibi bir şey.
Ancak, bu zırvaları seslendirmiş olan şahıs, laflarının ictihatta bulunma
ve fetva verme anlamına geldiğini anlamayacak
kadar ya kendisinden habersizdi ya da takiyye yaparak insanları aptal yerine koyuyordu.
Neymiş, “bugünkü şartlar
altında” bu iş olmuyormuş, o halde geçici olarak “ruhanî bir lider de olabilir”miş..
Böyle bir ifadeyi
kullanan kişinin, eğer (herhangi bir mezhebe tabi olmayan) bağımsız müctehid ise, bize delillerini
göstermesi gerekirdi.
Şayet müctehid
olmadığını kabul ediyorsa ve bir mezhebin müntesibi ise
(mezhepsiz değilse), mezhebinin imamının ve önde gelen âlimlerinin bu yöndeki
bir ictihad ya da fetvasını göstermeliydi.
*
Aslında, bu mezhepsiz (sözde mezhepçi, özde mezhepsiz) şahsın ictihad yöntemi, “zamanın imamı” uydurmasındaki tavrı ile uyumluydu..
Geçici ruhanîlik düşüncesi insana Şia'nın mut’a nikâhını (geçici evlilik)
hatırlatıyordu.
Yaptığı iş, “Biliyorum, İslam’da yarım saat sonra ayrılma koşuluyla evlilik
olmaz. Ama bugünkü şartlar altında Aliler, Veliler için
böylesi bir evlilik zor. Binaenaleyh geçici olarak ‘süreli’
bir evlilik de olabilir” demek gibi birşeydi.
Evet, yeni sorunlar için
yeri geldiğinde ictihad yapılabilir. Ancak ictihad böyle “bugünkü şartlar”, “binaenaleyh” vs.
gibi artistik laflarla yapılmaz.
Bunun bir usûlü vardır.
Tahkîkü’l-menât,
tenkîhü’l-menât ve tahrîcü’l-menât kavramlarını bile bilmediği kendi
laflarından anlaşılan, kıyasın şartlarından
habersiz olan biri, “bugünkü şartlar”, “binaenaleyh” filan
tekerlemeleriyle ictihad yapıyor..
Fesubhanallah!.. La
havle ve la kuvvete illa billah!..
Merhum Ahmed
Davudoğlu’nun kitabının adı neydi: Dini Tamir Davasında Din
Tahripçileri.
Sağ olsaydı, yukarıda
ictihadını aktardığım soytarı ve benzerleri hakkında acaba şu adla bir kitap
yazar mıydı:
Ehl-i Sünnet-i Savunma Davasında Ehl-i
Sünnet Tahripçileri.
*
Bu örnekten de anlaşılabileceği gibi,
Türkiye, kendisini “en hakiki Ehl-i Sünnet” savunucusu zanneden (veya öyle
pazarlayan) Batınîler ve İsmailîler ile dolmuş durumda.
Bunlar belki kripto şiî, belki
değiller.
Bu, çok önemli de değil.. Yanlış yolda
olduktan sonra ha "kendin" olmuşsun, ha kripto, ne fark eder?!
*
Konuya devam edeceğiz inşaallah.