BİR MESLEK VE GEÇİM KAPISI VE BİR SUÇ DOKUNULMAZLIK ZIRHI OLARAK VATANSEVERLİKÇİLİK

 





Osmanlı’nın son sadrazamlarından Said Halim Paşa Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce bilirdi. Birçok makalesini Fransızca ve İngilizce dillerinde kaleme almış bulunuyor.

Buhranlı bir dönemde, 1913-1916 yılları arasında sadrazamlık yapmıştır ve yazdığı Buhranlarımız adlı kitabı değerlidir.

Bu kitabında, 1876 yılında Birinci Meşrutiyet’i ilan edenlerin bir anayasa hazırlamak suretiyle milletin hak ve hürriyetlerini değil, kendilerinin menfaatlerini garanti altına almak istediklerini belirtir.

Aynı durum aslında İkinci Meşrutiyet için de fazlasıyla söz konusu.

Selanikli Mustafa Atatürk’ün Ankara’da TBMM adıyla topladığı meclis ile, takiyyesini konuşturarak hazırlattığı "dindar, Şeriatçı" anayasa için de benzer şeyleri söylemek mümkün.

Nitekim, Nutuk’unda, cumhuriyetin (yani kendisinin cumhurbaşkanlığının) ilanı için nasıl sinsi bir politika izlediğini, muhaliflerini aldattığını ve takiyye yaptığını açıkça itiraf etmiş bulunuyor.

*

Yani anayasanın öneminden bahsedip meşrutiyet, cumhuriyet, vatan millet Sakarya edebiyatı yapanların laflarına hemen inanmamak gerekiyor.

Asıl maksat, memur taifesinin (silahlı ve silahsız bürokratların, siyasetçilerin) ya da onların arasındaki "fırsatçı, haris, ahlâksız, sarhoş, menfaat düşkünü, muhteris ve sefih" tiplerin menfaat şatolarını sağlam temeller üzerine bina etmek istemeleri olabilir.

Nitekim Said Halim Paşa, söz konusu kitabında, Osmanlı başkentindeki casus (dış güç işbirlikçisi) ve rüşvetçilerin kendilerini hürriyet yanlısı, müceddit (yenilikçi, yenileyici) ve vatanperver gösterdiklerini belirtiyor.

Casuslukta/ajanlıkta en mahir olanlar kendilerini en vatansever gösteriyorlar. (Casusluğun doğasında/fıtratında bu var: Kendini kamufle etmek için, olduğunun tam zıddı gibi görünmek.)

Paşa ayrıca, elinden doğru dürüst iş gelmeyen beceriksiz memurların ateşli politikacı kesilmelerinden yakınıyor. (Siyaset, memurun istikbalinin sigortasıdır; kolay yoldan terfi almanın, ve de zahmetsizce "taraftar kitlesi" edinmenin yollarından biridir.. Memur, kendisi olarak tek başına kalmaktan, yalnız hareket etmekten korkar, illa bir gruba, kliğe, cemaate ya da partiye yamanacaktır.. "Çağdaş sentetik aşiret"lerden birine kapılanacak, bir "ağa"ya biat edecektir.)

Doğal olarak bu memurların sadaklarındaki en keskin ok, vatanseverlik durumunda.. Keskin ve zehirli ok.

Evet bunların en büyük meziyetleri sarsılmaz vatanseverlikleridir.. Vatan, dillerinden hiç düşmez.. Vatanseverlik onların tekelindedir.. Hiç kimse onlar kadar vatansever olamaz.

Bütün menfaat hesaplarını "mevzubahis olan vatansa" çuvalına doldurur sonra da geriye kalan herşeyi teferruat ilan ederler.

Teferruatın en başında da din ve namus gelir.. Selanikli deccal (çok yalancı) Mustafa Atatürk'ün Kâzım Karabekir Paşa'ya dediği gibi.

*

Paşa, devlet memurluğu için şu tespitleri yapıyor:

Memur olmak (devlet hizmetinde “emir kulu” haline gelmek); (hak ve hakikate) kayıtsızlığı, tevekkülü (Allahu Teala’ya değil devletlu amirlere tevekkülü), teslimiyeti (düzene/rejime teslimiyeti) ve mes’uliyetten (sorumluluk almaktan) kaçınmak şeklindeki ruh haletini körüklüyor.

Memurlar, üstlerinin gözüne girebilmek, yükselebilmek, ve kendilerini muhtemel eleştirilerden korumak için her türlü fedakârlık ve şahsî teşebbüs (kişisel girişim ve inisiyatif) duygularından uzaklaşıyor, adeta ruhsuz ve vicdansız bir robot gibi çalışmayı yeğliyorlar.

Medenî cesaret ve girişimcilik ruhunu istikbal hesapları için riskli ve tehlikeli görüyorlar.

Amirlerine tam teslimiyet (vefa, sadakat) göstermeyi, doğru düşünceleri samimi bir şekilde dile getirmek yerine üst konumdakilerin hoşuna gidecek açıklamalar yapmayı alışkanlık haline getiriyorlar. (Ancak, amirler düştüğü zaman "Gelen ağam, giden paşam" türküsü "çığırılır".. Falanın filanın değil "devletin memuru" olmaktan bahsedilir, "Devlette devamlılık vardır" diye konuşulur.)

*

Evet, Paşa, devlet memurları için “meslekleri icabı olarak memleketin zararına çalışan bir alay hükûmet memuru” nitelemesini yapıyor.. Lafını esirgememiş, dobra mı dobra.

Ancak o memurlara sorarsanız onlar en vatansever vatandaşlardır, vatanseverliğin şampiyonları, mücessem heykelleridirler.. Damarlarını kesseniz kan yerine vatanseverlik akar.. Kalpleri hep vatan diyerek atmaktadır.

Aslında sevdikleri şey, meslekleridir ve maaş bordrolarındaki rakamlardır.. Meslekleri “vatanda hakim olan, kayıtsız şartsız hakimiyetin sahibi bulunan devlet”in memurluğu olduğu için, meslek icabı hem devletçi hem de vatanseverdirler.

Böylece otorite dalkavukluğuna ve düzene teslimiyetçiliğe vatanseverlik etiketi yapıştırılır.

Merhum vali Recep Yazıcıoğlu gibi istisnalar elbette vardır, fakat azınlık durumundadırlar.

*

Paşa’nın sözlerinin (bizim yorumlarımız ile karışmadan tam onun kastettiği şekilde) anlaşılması için, orijinal haliyle aktarılmasında yarar var:

“… O halde 93 senesi [1876 yılı] mücedditlerinin [meşrûtî/anayasal yönetim isteyen yenilikçilerin] takip ettikleri hareket tarzının sebep ve hikmeti ne idi? Herhalde şu idi ki, onlar, Kanun-u Esasî [anayasa] gereği olarak kendisine yüklenen vazifeleri milletin yerine getirmekteki aczi sayesinde, bu hak ve hürriyetlerden daha bir çok seneler, milletin değil, kendilerinin istifade edeceklerine kanaat getirmiş bulunuyorlardı. …

“Milliyet mücadeleleri (milliyetçi hareketler), ırk rekabetleri gitgide artarak Osmanlılar arasında bir ülkü birliği bırakmadıDünkü casus ve rüşvetçiler başımıza hürriyetçi, müceddit ve vatanperver kesildiler. İşsiz, geveze ve âdi bir avukat, halkın haklarının şiddetli müdâfii oldu. Aciz ve rüşvet yiyici memurlar ateşli politikacı kesildi….

“Batı toplumlarında pek büyük bir rol oynayan “tarihî asalet” [aristokrasi, derebeyler] Osmanlı toplumunda bilinmez. Osmanlılık âleminde, “burjuva” denilen halk, tamamiyle ehemmiyetsiz bir içtimâî âmildir. Halbuki Avrupa toplumlarında, milletin mukadderatı üzerinde pek büyük bir hüküm ve nüfuza sahiptir.

“Buna karşılık Osmanlı cemiyetlerinde “memurlar” en faal ve münevver bir unsur teşkil ederler. Bu vazife pek parlak ve çekici olduğundan zamanımızda bile her aydın Osmanlının ideali, hükûmet memuru olmaktır.

“Halbuki memurluğa has olan kayıtsızlık, tevekkül, teslimiyet ve mes’uliyetten kaçınmak şeklindeki ruh haleti, memurları her türlü fedakârlık ve şahsî teşebbüs hislerinden mahrum kılmaktadır [Genelde güç sahibi âmirlerine tam teslimiyet gösterir, doğru düşünceleri samimi bir şekilde dile getirmek yerine, üst konumdakilerin hoşuna gidecek açıklamalar yaparlar]. Bu yüzden Osmanlı memur tabakasının, Avrupa’daki asilzade ve burjuva sınıflarının ifa ettikleri vazifeyi yerine getirebilmesi mümkün değildir. Çünkü bizim memurlarımızın aksine olarak, asilzade ve burjuva sınıfı mensupları, hareketlerinde serbest ve müstakilmedenî cesaret sahibi ve müteşebbis kimselerdir. İşi ve mes’uliyeti arar ve severler, fedakârlık hisleri taşırlar.

“Böyle meslekleri icabı olarak memleketin zararına çalışan bir alay hükûmet memurunun, başka yerlerde şahsî teşebbüsleri ile o memleketlerin saadet ve imarını temin eden asilzade ve burjuva sınıflarının sahip oldukları kıymete sahip olamayacakları meydandadır.

“Memurların, asilzadeler ile burjuva sınıfının yerini tutacağını zannetmek, adeta iktisatta tüketim ile üretimi birbirine karıştırmak kadar büyük bir hataya düşmek olur.”

(Said Halim Paşa, Buhranlarımız, haz. M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul: Tercüman 1001 Temel Eser, s. 46, 52, 60-61.) 

*

Türkiye’de iş ahlâkı, meslek ahlâkı gibi kavramlar çok kullanılıyor, fakat ayrıca bir “devlet ahlâkı”ndan ve “memuriyet ahlâkı”ndan söz etmek de gerekli.

Ahlâkın temel ilkesi olarak şu gösterilir: “Sana yapılmasını istemediğin (mesela fikir ve davranışlarında özgürlük ve seçim hakkı tanınmayıp dayatmaya maruz kalma, fizikî ve psikolojik baskıya uğrama gibi) birşeyi başkasına yapma.”

Devletin (Ki pratikte devlet, siyasetçi ve bürokrat taifesi demektir) ve memurlarının da böyle bir ahlâkı kuşanması, kendilerine yapılmasını istemedikleri şeyleri vatandaşlara yapmaktan kaçınmaları gerekir.

Lysander Spooner’ın 1885 yılında ABD Başkanı Grover Cleveland’a yazdığı mektupta yer alan şu satırlar, memurların nasıl bir ahlâk üzere olmaları gerektiği hususuna da ışık tutuyor:

“Beyefendi, herhangi bir devlet rasyonel, tutarlı ve dürüst bir devlet ise, herkesin haklı olarak itaat etmeye zorlanabileceği türden bazı temel, devredilemez ve ebedî ilkelere dayanmak zorundadır. Ve devletin bütün gücü bu tek ilkenin idamesini sağlamak ile sınırlı olmalıdır. Bu ilke adalettir. Herhangi bir insanın hak sahibi olarak diğer insanlara zorla uygulayabileceği veya kendisine karşı zor kullanılarak uygulanmasına rıza gösterebileceği başka bir ilke yoktur.

“Daha önce birer fert olarak yapamadıkları halde ittifak yaparak ve kendilerini devlet olarak adlandırarak hiçbir grubun diğer insanların belirli haklarını ve mallarını ele geçiremeyeceği aşikardır. Fert olarak böyle yapmak konusunda hiçbir hakka sahip olmadığı halde kendilerini devlet olarak sıfatlandıran herhangi bir grup, ne zamanki diğer insanlara ya da onların  mallarına bir şeyler yapar; işte o zaman, eylemlerinin niteliğine göre kendisini mütecaviz, hırsız ya da katil ilan etmiş olur.”

(Coşkun Can Aktan, Özgürlük Felsefesi, Ankara: Hukuk Y., 2017, s. 109-110.)

*

Bediüzzaman Said Nursî rh. a., Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde şöyle diyor:

Asabiyet-i cahiliye birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkep bir macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mabud ittihaz ediyorlar.”

(İslam öncesi cahiliyet dayanışması, birbirine dayanıp yardım eden gaflet, sapıklık, gösterişçilik ve karanlıktan oluşan bir macundur. Bunun için milliyetçiler/ulusalcılar, millet/ulus bağını tanrı kabul ediyorlar.)

Ne var ki, milliyetin yanı sıra mabud (tapınılan tanrı) ittihaz edilen başka sosyal olgu ve kurumlar da var: Mesela devlet, mesela vatanseverlik.

Evet, millete mensubiyeti put edinip tapan laikçi (siyasal dinsizlikçi) milliyetçiler ve ulusalcılar ile, devlet kurumunu put edinen faşist zihniyetli Kemalistler, Allahu Teala’nın beka gibi sıfatlarını devletlerine ve milletlerine veriyorlar.

Ağızlarından bir kere bile Allahu Teala’nın adı çıkmaz, fakat sürekli putları olan devletin ismini zikreder, vatan lafını ağızlarından düşürmez, putları adına ona buna sataşır, onu bunu tehdit ederler. 

Osmanlı’daki Batı taklitçisi kişiliksizler, ilk döneme ait îlâ-yı kelimetillah, yani Allah’ın sözünü yüceltme davasını unutup kendi adlarını devlet-i ebed müddet safsatasıyla yükseltmeye, ırkçılık yapmaya, devleti put edinmeye başlayınca, Osmanlı yıkılıp gitti.

Özellikle devlet kurumlarına çöreklenmiş bürokratlar, faşist devlet putçuluğunu körüklemek için çaba sarfeder, faşist puthanenin şamanları ve rahipleriymişcesine yüceltilmeleri karşısında “İstemem, yan cebime koy” tavrı sergilerler.

Çünkü devlet yüceltmeciliği pratikte kendilerinin yüceltilmesi anlamına gelmektedir.

*

Yukarıda Said Halim Paşa’nın memuriyetle ilgili tespitlerini sıralamıştık.

Olayın bir de şu yönü var: Karakter, mizac ve ahlâk bakımından terörist, mafya üyesi, çeteci, kapkaççı, hırsız, tecavüzcü, katil ve soyguncu olmaya yatkın kişiler hasbelkader memur olunca, bu tür cürümlerini vatanseverlik ve devlete hizmet gibi göstererek daha kolay icra ederler.. 

Çünkü kümes tilkiye emanet edilmiş, koyun sürüsünün başına kurt çoban yapılmış, mahalleye bekçi olarak hırsız atanmıştır.

Bunların memuriyet hayatlarının sonunda, sanki işbilir tüccar imiş gibi zenginleştiklerini farkedersiniz.

Kimse onlara rüşvetçilik, yolsuzluk, hırsızlık, görev ve yetkilerini istismar suçlaması yöneltemez, minareye uygun bir kılıfı çoktan dikmişlerdir.

Yaşayışlarından zenginleşmiş oldukları belli olur, fakat servetlerini olabildiğince gizlemeye çalışırlar.

Böyleleri, şayet güvenlikle ilgili görevlerde iseler (asker, polis, istihbaratçı), vazifesini hukuka bağlı kalarak düzgünce yapan meslektaşlarını bile yıldırırlar, karakter bozukluklarını zanlı, tutuklu ve mahkumlara her türlü işkenceyi yaparak sergileme imkânına kavuşurlar, içlerindeki şeytanı ve canavarı vatanseverlik ve devlete hizmet zırhı ile koruma altına alarak her ahlâksızlığı icra ederler.

Bu ahlâksızlıkları niye yaptıkları sorulduğu zaman da “Ama bu bölücü, Kürtçü, şu FETÖ’cü, öbürü dinsiz imansız komünist, diğeri de din istismarcısı yobaz” derler.. Bir de sanki aşiret mensubuymuş gibi kan davası gütmeye kalkışır, sözde görev esnasında zarar görmüş arkadaşları yüzünden yaralanmış yüreklerini soğutmak istiyormuş gibi edebiyat paralarlar.

Dahası zeytinyağı gibi üste çıkar “Yoksa sizde de mi FETÖ’cülük, komünistlik, yobazlık, bölücülük var?” diye hesap sorarlar.

Gerçekteyse kendileri tecavüzcü ırz düşmanıdır, gözü doymaz hırsızdır, rüşvetçiliğin pîridir, cani ruhlu işkencecidir.

Durum buyken, bütün yolsuzluk ve ahlâksızlarını, bütün canavarlık ve gaddarlıklarını, bütün denaet ve şenaetlerini vatanseverlik ve devlete bağlılık boyasıyla boyayarak millete yuttururlar.

Vatanseverlik, işte bu yüzden bu ülkede ve dünyanın her yerinde her alçağın en son sığınağı olmaktadır.


DÜZELTME VE ÖZÜR

  "Sen Utanmazlığın ve Karaktersizliğin Resmini Yapabilir misin Abidin?" başlıklı yazımız şu satırlarla başlıyordu:  MİT’i (Milli ...