“BEN BU ÇOCUĞUN CANINDAN ENDİŞE EDİYORUM”

 



























GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (7) / DR. SEYFİ SAY

 

“BEN BU ÇOCUĞUN CANINDAN ENDİŞE EDİYORUM”


Bedelli askerliğim, 14 Şubat 2000 günü bitmişti. Eve döndüğümde, ayın 16’sında Enstitü’de doktora öğrencileri ile toplantı yapılacağını bildiren bir yazının gelmiş olduğunu görmüştüm.

Toplantıya, Enstitü’nün yeni müdürü Prof. Dr. Vural Savaş başkanlık ediyordu. Öfkeyle, yüksek bir ses tonuyla, bağırıp çağırarak önceki yönetimi suçluyoryanlış işler yapıldığını iddia ediyordu. Bu yanlış işlere bir örnek olarak da, İbn Haldun üzerine doktora yapılmasını gösteriyordu. “Olabilir miydi böyle birşey, İbn Haldun üzerine doktora yapılabilir miydi?!”

İbn Haldun üzerine doktora tezi yazacak olan bendim.

Bu şahsın, tıpkı adaşı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş gibi kendine bir misyon biçmiş veya o misyonla görevlendirilmiş olduğu açıktı. Öyle ki, ilk işlerinden biri, Enstitü’nün adını değiştirmek ve oradan “İslâm Ülkeleri” ifadesini çıkartıp atmak olmuştu. Böylece, Ortadoğu ve İslâm Ülkeleri Enstitüsü, Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü’ne dönüşmüştü. 

(Yıllar sonra bunu, Denizcilik Müsteşarlığı'nda çalıştığım sırada, Nurbani F. adlı bayan eleman, daha doğrusu piyon, bana karşı kullanacaktı. Benim personel müdürlüğündeki dosyam elindeymiş gibi, Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsü'nde yüksek lisans yapmış olduğumu iddia ettiğimi, fakat Türkiye'de böyle bir enstitü bulunmadığını, diplomamın sahte olduğunu ileri sürecekti. Nerde?.. Hakkımda yazıp Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Ulaştırma Bakanlığı'na gönderdiği "ihbar" dilekçesinde.. Bu dilekçeler Denizcilik Müsteşarlığı'na sevk edilecek ve Müsteşarlık hakkımda soruşturma başlatacaktı. Maksat beni uğraştırmak, bana gözdağı vermek, kulağımı çekmekti.)

II. Vural Savaş’ın, İslâm’ın bırakın kendisine, adına bile tahammülü yoktu. İbn Haldun hakkında ise, bu iktisat uzmanı militanın, hiçbir şey bilmediği anlaşılıyordu. O taparcasına yücelttiği Batılılar’ın kendisinin o nursuz suratına tükürmeye bile tenezzül etmeyeceklerini, buna karşılık İbn Haldun’a hayranlık duyduklarını bilmiyordu ve muhtemelen hiçbir zaman da öğrenemeyecekti.

Bende, bu II. Vural Savaş’ın, İbn Haldun konusunda yazmaya çalıştığım tezimin tamamlanmasına bir şekilde engel olacağı kanaati uyanmıştı. Bu yüzden, o sömestr için harç bile yatırmamaya karar vermiştim. Bunun sonucu olarak, Haziran ayında kaydım silinecek ve ben, yarım kalan tezimin yazımına devam edebilmek için dokuz sene sonrasını beklemek zorunda kalacaktım.

*

O günlerde, hepi topu 28 günlük askerlik anılarımı dinlemek için Cemaat’ten arkadaşlar akşamları beni ziyaret ediyorlardı. Bunların bazılarının, Nureddin’in muhbirleri (ispiyoncu ya da ajanları) olduğu kesindi. Yine o sıralarda Taksim’de faaliyet gösteren bir yurtdışı eğitim danışmanlığı firması benden, oluşturmayı düşündükleri kapsamlı bir internet sitesi için çeviri yapmamı istemiş bulunuyordu. Vaktimi bu çevirilerle geçiriyordum. Ancak, henüz evimde internet bağlantım yoktu. İngilizce metinleri Taksim’den disketle alıyor, çevirilerini de yine disketle teslim ediyordum. 

O sıralarda radyo da dinlemiyordum. Bu yüzden, Esad Efendi’nin sohbetlerinde neler söylediğinden de haberim yoktu. Mart ayı sonları ya da Nisan ayı başlarında bir internet kafede, son iki-üç aylık sohbetlerin Sincanlı merhum Metin Erkaya tarafından yapılmış kaset çözümlerini okumuştum. Bu sohbetlerde, yine benimle ilgili ima ve telmihlerin yer aldığını fark etmiştim. Hatta Esad Efendi, durup dururken askerlik konusuna bile girmiş bulunuyordu. İfadelerinden, benim, Sağduyu Gazetesi’nin kapanması üzerine kendisiyle olan ilişkimi koparmış olduğumu, vefasızlık ettiğimi, ahdime sadık olmadığımı düşündüğü anlaşılıyordu. 

Konuşmalarında böyle bir hava vardı.

Aslında benim Esad Efendi’yle herhangi bir sorunum yoktu, uzak durmam ona sırt çevirmem anlamına da gelmiyordu. Fakat onu, benim varlığımdan rahatsız olan oğluyla başbaşa bırakmak istiyordum. Bu yüzden, bir buçuk yıl önce, yani gazetenin çıkmaya başlamasından dört-beş ay sonra, 1998 yılı Ağustos ya da Eylül ayı içinde, o sırada Almanya’nın Essen kentinde S. G.’nin misafiri olarak ikâmet eden Esad Efendi’ye Sivas’tan bir faks mesajı gönderdikten sonra, artık Esad Coşan Hoca’yla herhangi bir irtibat kurmayıp, kendimi bir kenarda tutmaya çalışmamın daha doğru olacağını düşünmeye başlamıştım. (Bu, S. G. hakkında yıllar sonra Haber7.com’da, “Prof. Coşan’ın ölümünde kilit isim” başlıklı bir yazı yayınlanacaktı.) İstanbul’dan birlikte yola çıktığımız Coşkun Yılmaz, ben ve Hakyol Vakfı’ndan Av. Hasan Pak ile Mehmet, Sivas’tan sonra Malatya’ya gidecektik. Benim faksım üzerine Esad Efendi benim nerede, kimlerle beraber olduğumu tespit ettirmiş ve yanımdakilerden birinin cep telefonuyla benimle temas kurmuştu. Ben, cep telefonu kullanmıyordum. Gönderdiğim bu faks mesajından sonra Esad Efendi’ye bir daha, “oğluna veya bir başkasına karşı kendimi savunmak için” hiçbir şey söylememiş ve yazmamıştım. Bu hem ilk, hem de sondu. Ayrıca, artık sekreteri vasıtasıyla Esad Efendi’nin bayramlarını ve kandillerini tebrik etmeyi bırakmaya da karar vermiştim. Bu ayak oyunlarından bıkıp usanmıştım, kenarda ve uzakta kalmak istiyordum.

Ancak, Esad Efendi’nin benim bu tavrımı da yanlış anladığı, kendisine sırt çevirmek gibi algıladığı ya da Nureddin’in onun meseleyi böyle algılaması için bazı tezviratta bulunduğu, yazıya dökülmüş hallerini okuduğum konuşmalarından anlaşılıyordu. Bunun üzerine, Esad Coşan Hoca’ya bir mesaj göndermiş, maddî ve manevî sıkıntılarımın bulunduğunu, dua istediğimi söylemiştim. Her ne kadar Esad Efendi’nin birçoklarına karşı yeri geldiğinde çok sert davranabildiğini biliyorduysam da, aslında mütevazı bir insan olduğunun farkındaydım. Öyle ki, Hüseyin Emin Öztürk’ün Akra FM’de yöneticilik yaptığı sırada “Hocaefendi’nin beni telefona çağırdığını” söylemişler, en üst kattaki yayın odasına çıktığımda H. E. Öztürk ahizeyi bana vermiş, bu konuşmamız sırasında Esad Efendi benden dua istemişti. Şaşırmıştım. “Efendim, biz sizin duanıza muhtacız” şeklinde karşılık vermekten başka birşey yapamamıştım..

Benim bu sıkıntılardan şikayetle dua talebimin üzerinden birkaç hafta geçmeden, o sırada Zinde Derneği’nin yönetim kurulu üyesi olan Hakan Farımaz beni aramış, Esad Efendi’nin, İskenderpaşa Camii imamı Mikdat Kutlu ile birlikte, ABD’deki öğrencilerin kamp programına katılmamı istediğini söylemişti. Bunu yapmayı gönülden arzu ettiğimi, fakat o sırada sağlık sigortam bulunmadığı için vize almamın mümkün olamayacağını ifade etmiştim.

Kısa süre sonra, kendileri için çeviri yaptığım yurtdışı eğitim danışmanlığı firmasında fiilen mesai yapmaya başlamıştım. Bir yandan çeviri yapıyor, diğer yandan da başkalarına yaptırdıkları çevirileri redakte ediyordum. Bu arada, onlar adına, Akşam Gazetesi’nin haftalık eğitim eki için yazılar da kaleme almaya başlamıştım. Ancak, yurtdışı eğitim danışmanlığı firmasındaki ortamı beğenmemiştim, bu yüzden mesai usulü çalışmayı bırakmıştım. Bununla birlikte, onlar için gazete yazıları hazırlamaya devam edecektim. 

Bu arada, Bahadır Celepoğlu vasıtasıyla, çalışmaya başlamış olduğu İhlas Haber Ajansı (İHA) ile bir iş görüşmesi yapmıştım. Böylece, Ekim ayı başında, “dış haberler son okuma redaktörü” olarak orada işe başlamıştım. Yurtdışındaki muhabirlerin gönderdikleri haberler ve İHA’daki elemanların Reuters’ten çevirdikleri metinler benim bilgisayarıma geliyor ve ben onları son kez gözden geçirip redakte ettikten sonra servise koyuyordum. Fazla yoğunluk olduğunda, bunun yanı sıra çeviri de yapıyordum.

İHA’da çalışmaya başlamamdan birkaç hafta önce, Eylül ayı başlarında, Esad Efendi’nin İsveç’te bulunduğunu öğrenmiştim ve orada yaşamakta olan Rafet Candemir’e telefon edip, “Hocaefendi’ye selam ve hürmetlerimi iletmesini” söylemiştim. O yılın Mart ayından itibaren, Esad Efendi’nin benim sessizlik ve suskunluğumu bir tür protesto ya da kendisine sırt çevirme gibi yorumlamaması için ara sıra bu şekilde selamlama mesajı göndermemin uygun olacağını düşünmeye başlamış bulunuyordum. Ancak, tam da benim Rafet Candemir’e telefon ettiğim, “Hocaefendi’ye selam ve hürmetlerimi iletmesini” söylediğim sırada onun yanında bulunan Esad Coşan Hoca, benim aradığımı anlayınca ahizeyi ondan alıp benimle konuşmaya başlamıştı.

Bu, iki yıl önce, 1998’de Essen’den beni aramasından sonraki ilk konuşmamızdı ve aynı zamanda son konuşmamız olacaktı. Çünkü beş ay sonra, yaşamını yitirecekti.

O konuşmamızda Esad Efendi, İsveç’e yanına gitmemi istemişti. Benimle görüşmek istiyordu.  Doğal olarak, geleceğimi söylemiştim. Ancak, her ne kadar söz konusu yurtdışı eğitim danışmanlığı firmasında fiilen çalışmaya başlamış idiysem de, şirketlerde genelde rastlandığı gibi, sigortam hemen yapılmamıştı. Bu yüzden, vize almam mümkün değildi; yine de, söz konusu danışmanlık firmasına çok uzak olmayan, Beyoğlu’nda Tünel girişine yakın bir yerlerde bulunan İsveç Başkonsolosluğu’na kadar giderek vize şartlarını öğrenmek istemiştim. Gerçekten de, vize başvurusu sırasında, bir yerde sigortalı olarak çalıştığımı belgeyle ispatlamam gerekmekteydi. Böylece, Esad Efendi’nin benimle görüşme arzusunu yerine getirmem de mümkün olmayacak, bu iş ahirete kalacaktı.

Bununla birlikte, Ekim ayı başlarında Kemal Kaptaner benimle temas kuracak, ABD’deki doktora öğrencilerinin Boston’da bir merkez açmak istediklerini, bunun için yer tutmuş olduklarını ve Türkiye’den hem orayı yönetecek hem de imamlık yapacak birisini istediklerini, bunun için Esad Coşan Hoca’ya başvuruda bulunduklarını, onun da benim ismimi vermiş olduğunu söylemişti. 

Kemal Kaptaner’e, ABD’ye gitmeyi kabul ettiğimi ifade etmiştim. Bunun üzerine, oradaki öğrencilerle bu işi nasıl halledeceğimiz konusunu e-posta vasıtasıyla görüşmeye başlamıştık. Daha önce sözünü etmiş bulunduğum, babası ABD’li olan Ali, orijinal (Batılı) ismi ile bana davetiye gönderecek, oradaki masraflarımın kendileri tarafından karşılanacağına dair beyanda bulunacaktı. Ayrıca, bir dil okulunda çalışmakta olan bir arkadaş, o okulun Boston’daki şubesine kaydımı yaptıracak ve kayıt belgesini gönderecekti. Bunun yanı sıra, 8 bin dolar gönderecekler, bu parayı bir hesaba yatıracak, ABD Başkonsolosluğu’ndaki vize başvurum sırasında, hesabımda para bulunduğunu böylece ibraz edecektim; bu şekilde kararlaştırmıştık. 

Bu doğrultuda, sonraki günlerde, söz konusu paranın 5 bin dolarını bir finans kurumuna yatıracak, 100 dolarını pasaport masraflarım için kullanacak, 2 bin 900 dolarını ise, çalışmaya başlamış bulunduğum İHA’nın da o sıralarda taşınmış bulunduğu Yeni Bosna’daki büyük binada yer alan İhlas Finans Merkez Şubesi’ne yatıracaktım. Vadesiz hesap açtırmak istediğim halde, oradaki memur vadeli olması için ısrar edecek, bunun üzerine sadece bir ay vadeli olmasını kabul edecektim.

O sıralarda rüyamda, İhlas Holding’in söz konusu binasının İhlas Finans’ın yer aldığı kısmında büyük bir yangın çıkmış olduğunu ve dumanlar yükseldiğini görecek, ancak bunun maddî bir yıkıma işaret ettiğini anlayamayacak, manevî bir soruna delalet ettiğini düşünecektim. Ancak, kısa süre sonra, Cumhurbaşkanı Sezer tarafından Başbakan Ecevit’e fırlatılan Anayasa kitapçığının Türkiye ekonomisi okyanusunda yol açtığı girdap ve tsunami, birçok banka gibi İhlas Holding’i de önüne katıp götürecek, oraya yatırmış bulunduğum 2 bin 900 doları çekme imkânını bulamayacaktım.

İHA’da çalıştığım sıralarda karşılaşıp konuşmuş bulunduğum Ahmet Selvi’ye, ABD meselesinden bahsetmiş bulunuyordum. Birkaç gün sonra beni telefonla arayıp, verdiğim haber hakkında Necmi Sarıyer’le konuştuğunu, Necmi’nin, “Böyle birşey yok. Bizden habersiz böyle birşey olmaz. Seyfi’ye söyle, kendi kendisine aslı astarı olmayan böyle şeylerden bahsetmesin” dediğini aktarmıştı. O da, “Seyfi’ye söyle” tenbihini yerine getirmiş bulunuyordu.

O sıralarda Necmi, Cemaat içinde eskisine göre çok daha güçlü hale gelmişti. Çünkü, yıllardır Esad Efendi’nin sekreterliğini yapmakta olan İsmail Özlü’nün bu görevine, Esad Efendi’nin Türkiye’ye geri dönmesi muhtemel görülmediği için son verilmiş, onun Türkiye’deki işlerini takip vazifesi Necmi’ye havale edilmişti. Bu yüzden, Necmi için, “Hocaefendi’nin yeni sekreteri” deniliyordu. Necmi’nin, İ. B.’ın bacanağı olan İsmail Özlü’nün yerini almış olması, Konyalılar grubuyla olan uzun mücadelesinin zaferle sonuçlanmış, karşısındakilerin bir daha bellerini doğrultamayacak şekilde yenilmiş olması anlamına geliyordu.

*

Esad Coşan Hoca’nın beni İsveç’e çağırma nedenini de, Amerika’ya göndermek istemesinin ardındaki asıl etkeni de ancak 16 sene sonra anlayabilecektim.

Yıllar sonra, 2016 senesi sonbaharında, Almanya’nın Osnabrück kentinde ikâmet etmekte olan Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden sınıf arkadaşım Yozgatlı Hacı Murat beni TBMM'deki odamda ziyaret edecekti. Hacı ile aynı sınıfta okumuştuk ve ayrıca öğrenciliğimiz sırasında bir yıl aynı evde kalmıştık. Bunun yanı sıra Almanya’da yaşadığım 1988-1990 arasında çok sık bir araya gelmiştik.

Uzun bir aradan sonra yaptığı bu ziyaret sırasında Hacı geçmiş günlerden ve merhum Esad Efendi’den de bahsetmişti. 28 Şubat Süreci yüzünden Türkiye’yi terk eden Esad Efendi’nin, Avustralya’ya yerleşmeden önce Almanya’da kaldığı sıralarda onunla görüşmüş bulunuyordu. Söylediğine göre Esad Efendi, Avustralya’da ikâmet eden ilahiyatçı Mehmet Ali Torlak’ın da aralarında bulunduğu bir topluluğun huzurunda kendisine, benimle ilgili olarak, “Onu tanıyor musun?” diye sormuştu. “Çok iyi tanıyorum” demesi üzerine Esad Efendi, “Çok iyi tanıyorsan o zaman onu sen daha iyi anlarsın” demiş bulunuyordu. Sonra da, hem ona, hem de oradaki diğerlerine, “Onu buraya ne yapıp yapıp bir şekilde getirebilir misiniz?” diye birkaç defa sormuştu. Sonra da şu açıklamayı yapmıştı: 

“Ben bu çocuğun canından endişe ediyorum. Çünkü her zaman MİT bunun karşısına çıkıyor. Bunun canından endişe ediyorum.”

Hacı’nın söylediğine göre, Esad Efendi bunları söyleyince herkeste bir duraksama olmuş, ortaya ağır gibi bir sessizlik çökmüştü..

*

Gerçek şu ki, ben de o tarihten iki buçuk – üç yıl öncesinde canımdan endişe etmeye başlamıştım. Bunun nedeni, gördüğüm bazı rüyalar ve o rüyalarla ilişkili biçimde yaşadığım bazı olağan dışı durumlardı.

Bununla birlikte, Esad Efendi’nin Almanya’da cemaate bunları söylediği sırada canım aklıma bile gelmiyordu. Kafamı kurcalayan mesele sadece geçim derdiydi. Parasızdım ve borçluydum. Evde altı küçük çocuk vardı ve ben geçimimi sağlayacak parayı bulmakta güçlük çekiyordum. Artık hayatımdan endişe etmiyordum, MİT’in umurunda olacağımı da sanmıyordum, cemaatin yayın organlarının genel yayın yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü ve yazarlığı gibi bir vasfım kalmamıştı çünkü.

Ancak, yanılmaktaydım.. Ve ben bunun farkında değildim.. Bununla birlikte farkında olan biri vardı: Esad Efendi.. Onun haklı olduğunu sonradan yaşadıklarım da gösterecekti ve ben geç de olsa “uyanacaktım”.

Ancak bu konularda herkes Esad Efendi gibi düşünmüyordu. Benim için “paranoya” ıstırabını yaşamış olan tek kişi Esad Efendi’ydi, ve bir başkası ne o zaman, ne de sonra, bir daha hiç olmayacaktı. O öldürülecek ve ben kendi paranoyamla başbaşa kalacaktım.. Yapayalnız. 

Başkaları bana, yaşadıklarımın sadece bir paranoya olduğunu düşünmem için telkinde bulunacaklardı. Benim kamuda çalışmama vesile olan, birçok iyiliğini gördüğüm, bir zaman gelip Milli Savunma ve Milli Eğitim Bakanı olarak da görev yapacak olan Denizcilik Müsteşarı İsmet Yılmaz da buna dahildi. 

2006 yılı Mart ayında, onun başında bulunduğu Denizcilik Müsteşarlığı’nda sözleşmeli personel olarak çalışmaya başlamış bulunuyordum. İki ay kadar sonra, Mersin ile Suriye’nin Lazkiye şehri arasında başlayacak olan deniz otobüsü seferlerinin ilkine benim de katılmamı istemişti. Lazkiye’de, Meridyen Otel’de bir gece geçirmiştik. Sefere Denizcilik Müsteşarı İsmet Yılmaz ve Mersin Valisi Hüseyin Aksoy da katılmış bulunuyordu. Müsteşar Yardımcısı Mehmet Solgun odama gelip, Müsteşar’ın beni odasına davet ettiğini söylemişti. Üçümüz, Müsteşar İsmet Yılmaz’ın odasının balkonunda denizi seyrederek sohbete dalmıştık. İsmet Yılmaz bana, “(derin) devletin kendisiyle uğraştığını ileri süren” birinden bahsetmiş, böyle birşey olmadığını, takip edilen hiç kimsenin bulunmadığını söylemişti. İma ile bana, “Senin için de böyle birşey yok” demek istiyordu.

Söyledikleri, bahsettiği kişi için doğruydu. Onun için herhangi bir takip söz konusu değildi, çünkü o zaten derin odakların emrine girmiş bulunuyordu. Fakat, onun hakkında, sanki öyle bir takip varmış gibi bir izlenim veriliyor, “algı operasyonu” ile o şahıs ”aklanıyordu”. Tıpkı, 12 Eylül döneminde üstü örtülü olarak devlet tarafından kollanan, görünüşte ise, güya devlet tarafından aranıp takip ediliyormuş gibi gösterilerek efsaneleştirilen ve “meşruiyet” kazanması sağlanan Fethullah Gülen gibi..

*

2016 yılı sonbaharında Hacı Murat bana haber verinceye kadar, Esad Efendi’nin hayatımdan endişe etmiş olabileceği hiç aklıma gelmemişti. O tarihten on yıl önce, 2006 senesi başlarında, bir akşam Zinde Derneği’nin Küçükçamlıca’daki bir toplantısına davet edilmiş bulunuyordum. Mehmet Emin Çınar’ın başkanlık ettiği toplantıya İsmail Durak Ünlü, İbrahim İlhan, Kemal Ataman, Necmi Sarıyer ve Mahmut Akbal gibi isimler katılmış bulunuyordu. Gündem maddelerinden biri, Sağlık Bakanlığı’nda hıfzısıhha ile ilgili bir kurumun başında bulunan ve kuş gribi krizi yüzünden istifası istenmiş bulunan bir tıp doçentinin meselesiydi. Söz konusu doçent de oradaydı.

Necmi orada, 28 Şubat Süreci’nde iki kişinin hayatî tehlike yaşamış bulunduğunu, bunların da Esad Efendi ile ben olduğumuzu söylemişti. Sözleri beni şaşırtmıştı. Öyle anlaşılıyor ki Esad Efendi’nin Almanya’daki açıklamasını birçok kişi biliyordu, fakat bana söyleyen yoktu.

Doğal olarak, Hacı Murat’ın sözleri üzerinde uzun uzun düşünmüştüm. Bunu Esad Efendi’nin bir kerameti olarak yorumlamıştım. Durumumla ilgili rüyalar görmüş ya da hatiften bir ses duyma gibi bir yolla bilgilendirilmiş olabilirdi. Fakat, yıllar sonra, Av. Yalçın Ünal’ın vermiş olduğu bir haberi de “analiz”e dahil ederek konu üzerinde düşününce bakış açımda değişiklik olacak, bunun “keramet”ten başka bir açıklaması olabileceği kanaatine varacaktım.

O yıl kendisi de hacca gitmiş olduğu için Esad Efendi’nin 2000 yılındaki son haccı sırasında yaptığı sohbetleri dinleme imkânına kavuşan Yalçın, Av. Kemal Yavuz Ataman ile bana, MİT’çilerin Esad Efendi’ye yapmış oldukları bir tekliften söz etmiş bulunuyordu. Evet, Esad Efendi, vefatından beş ay kadar önce Hicaz’da hac sırasında cemaate, MİT’çilerin kendisine işbirliği teklifinde bulunduklarını, fakat kabul etmediğini açıklamıştı. “Kabul etseydim siz de rahat ederdiniz, fakat kabul edilecek şey değil” demişti. Demek ki hac öncesinde onu Avrupa’da ziyaret etmişler ve onu “havuç” göstererek satın almak istemişlerdi. Tabiî karşılığında neler beklediklerini de sıralamışlardı.

İşte Esad Efendi o gün orada, MİT'çilerle yaptığı o görüşmeden sonra, benim “canımla ilgili endişeler”e kapılmış olabilir miydi?

Esad Efendi’yle görüşen MİT’çilerin, ona şu türden şeyler söylediklerini varsayabilir miydik: “Sizden istediğimiz şunlar şunlar.. Bir de Seyfi Say gibi radikalleri yayın organlarınızın başına geçirmeyecek, onlara yazı yazdırmayacak, radyonuzda konuşturmayacak, daha önce yaptığınız gibi Avustralya ve Almanya gibi ülkelere gönderip cemaatinize seminer ve konferanslar verdirmeyeceksiniz. Şeriatçılık yaparak cemaatinizi radikalleştiren Seyfi'yi değil, tasavvufun güzel ahlâk demek olduğunu anlatan filanları öne çıkaracaksınız. Bu Seyfi’yi etkisizleştirecek, pasifize edecek, dışlayacak, silip atacaksınız. Sağduyu gazetesindeki yazılarıyla zaten haddi aşmıştı. Ona bugüne kadar dokunmadık, fakat bundan sonra müsaade etmeyeceğiz, bizimle şaka olmaz.” 

Esad Efendi’nin canımla ilgili endişeye kapılıp beni bir şekilde Türkiye dışına çıkarmak istemesi, böylesi bir görüşmeden kaynaklanıyor olabilir miydi? Neden canımla ilgili kaygısını dile getirirken MİT'e atıfta bulunmuştu?

Bu soruların cevabını almak için Ahiret günündeki Mahkeme-i Kübra’yı beklemek zorundayım, çünkü Esad Efendi öldü.

Ve ölenler bir daha dönmüyor.

Esad Efendi’nin beni İsveç’e çağırmasının ardındaki etkeni de ancak Hacı Murat’la konuştuktan sonra anlayabildim. O sırada bu daveti sadece Cemaat içi faktörlere bağlamıştım. Oğlu Nureddin’in bir iki kez aleyhimde konuştuğunu duymuştum. Acaba nedeni bu olabilir miydi? Aklıma gelen tek açıklama buydu.. Belki de beni babasına şikâyet etmişti, o da işin aslını öğrenmek istiyordu. Aklıma başka bir ihtimal gelmiyordu. 

Esad Efendi’nin benim MİT’çiler tarafından öldürülmemden endişelendiğini nerden bilebilirdim ki?

O benim için kaygılanır, canım için endişelenirken, yurtdışına çıkmam için birilerine telkinde bulunur ve bunun altyapısını hazırlarken, ben saflığın ve gafletin bütün paranoyalardan uzak asude ikliminde gündelik hayatın anaforuna kendimi kaptırmış bocalamaktaydım. Öyle ki, İHA’da çalışmaya başladığım sıralarda, “malum odaklar”ın artık benim yakamı bırakmış olduklarını düşünmeye başlamıştım. Çünkü, Sağduyu Gazetesiİslâm ve İlim ve Sanat gibi dergiler kapatılmış, yazılarımın yayınlanmakta olduğu mecralar kurumuş, BBP’lilerin kendi günlük gazetelerinde yazmam için bana yaptıkları teklif de akamete uğratılmıştı. Mevcut meşguliyetlerimin de malum odaklar açısından bir sakıncası yoktu.

Ancak, İHA’da yaşadığım bir olay, bunlardan yakayı kurtarmanın kolay olmadığını anlamamı sağlayacaktı. İşe başladığım sırada, amirim konumunda olan kişi, ayda en az 350 milyon lira alacağımı söylemiş, ancak Aralık ayı gelmiş, işe başlamamın üzerinden iki aydan fazla süre geçmiş olduğu halde, ücretimin kesin miktarı henüz belirlenmemişti. O sıralarda İHA, ana binadan biraz yukarıda yer alan TGRT’ye ait küçük binadan, 70 milyon dolara inşa edilmiş bulunduğunu öğrendiğim, üstünde helikopter pisti olan, yeraltında neredeyse yerüstündeki kadar katları bulunan ana binaya taşınmıştı. Bunun yanı sıra, MİT’ten emekli bir binbaşı da, genel müdür olarak İHA’nın başına getirilmişti.

Nihayet bir gün, maaşımın 300 milyon lira olarak belirlendiğini bana tebliğ etmişlerdi. Bunun bana bildirilmesinin hemen ardından, “malum odakların Cemaat içindeki adamlarından” olduklarını daha önceden tespit etmiş bulunduğum iki kişi beni arayıp hal hatır sormuşlar, “maaşımın kaç lira olduğu” sorusunu yöneltmişlerdi. 

Bunlar, İstanbul’da yaşayıp benim hayatımdaki değişiklikleri doğal yollardan öğrenen kişiler de değildi. Birisi (E. O.) Ankara’da, diğeri Konya’da yaşıyordu. Yıllardır tanıdığım bu kişilerin, son dönemlerde benimle olan ilişkilerini sürdürüş biçimlerinden ve yinelenen “yönlendirme” amaçlı tavırlarından, derin odaklarla bağlantılı olduklarını düşünmeye başlamış ve bunu bir veya iki kişiye söylemiştim (Biri, Fuzul Otomotiv'in patronu Mahmut Akbal’dı, ne hikmetse bana E. O.’dan şüphelenip şüphelenmediğimi sormuştu). Şimdi bunlar beni, tam da maaşımın açıklandığı gün, “nezaketen” hal hatır sormak için arıyorlar ve en kalın kafalı adamın bile idrak edebileceği şekilde nezaketsizliğin daniskası sayılabilecek bir soru yöneltiyorlardı.

Doğal olarak bunun, benim yakamı bırakmış olduklarını zannettiğim odakların bana bir mesajı olduğunu anlamıştım.

Muhtemelen, benim olayı bir tesadüf gibi yorumlamamın önüne geçmek, açıkça mesaj vermek istediklerini göstermek için, iki kişiye birden telefon ettirmişlerdi. Acaba ne demek istiyorlardı? “Bak nereye gidersen git hakkındaki herşeyden haberimiz var ve seninle ilgili olarak alınan her kararı etkileyebilir, seni cezalandırabiliriz” demek mi istiyorlardı?.. Yoksa, “Sana 300 milyondan fazlası yok, buna müsaade etmeyiz” diyerek alay mı ediyorlardı?.. Ya da her ikisi miydi?..

Bu telefonlar, söz konusu büyük binanın bir katında İHA’ya tahsis edilmiş olan ve hepimizin bir arada çalıştığımız geniş salonda duvar dibindeki bir masada oturan tuhaf bir elemanın bana yönelik anlamsız tavırları hakkındaki düşüncelerimin netleşmesine de neden olmuştu. Söz konusu tuhaf şahıs, hemen her gün, bazen birkaç defa olmak üzere, masamın önünden sinsi ve alaycı bir yüz ifadesiyle, beni rahatsız eden bir sırıtışla bakarak geçip duruyordu. Önce bu şahsın, dengesiz, ruhen hasta ve sorunlu bir kişi olduğunu düşünmüştüm. Ancak, Esad Efendi’den öğrendiğim, Hz. Ali’ye ait olduğunu söylediği, “Suizanla kendinizi koruyunuz” şeklindeki söz gereğince, bunun altında başka şeyler de olabileceği ihtimalini aklımın bir kenarında tutuyordum. Daha sonra bu sözün, Ahmed bin Hanbel’in (rh. a.) Müsned’inde yer alan bir hadîs olduğunu öğrenecektim. Cemaat içinde bir zamanlar rastgeleni ajan olmakla suçlamakla itham edilen K. Y. A. ile İ. B.’nin, Esad Efendi’den duydukları bu sözü, kendilerini savunmak için kullandıklarını biliyordum. Hatta Necmi Sarıyer’in, “Ben bunu Hocaefendi’ye soracağım” diyerek gidip hesap sorar gibi Esad Coşan Hoca ile konuştuğu, onun da, “Bunu ben söylemiyorum, Hz. Ali söylüyor” dediği biliniyordu.

Sağduyu Gazetesindeki yazılarımdan birinde bu sözü konu edinmiş bulunuyordum. “Suizan” başlıklı yazımda, mevzubahis sözün, “Suizanla başkalarını suçlayınız” demek olmadığını, bunun korunmaya yönelik olmasına vurguda bulunulduğunu belirtmiştim. Evlerimizin pencerelerine perde takmamız bile, komşularımıza yönelik, bizi dikizleyebileceklerine dair bir suizandı. Ancak bu suizannın, komşularımıza bir zararı yoktu, sadece kendimizi korumamızı sağlıyordu. Alışveriş yaptığımız zaman, paramızın üstünü sayarak alıyorduk; bu da, karşımızdakinin bizi aldatabileceğini veya dalgınlıkla yanlışlık yapabileceğini varsaymaktan kaynaklanan bir suizandı, fakat karşımızdakine bir zararı yoktu, bu şekilde kendimizi korumuş oluyorduk. Bakkaldan paramızın üstünü sayarak alabilirdik, ama ona, “Sen hırsız olabilirsin, yok belki de sen para saymayı bile bilmiyorsun” diyemezdik. Benim bu yazım üzerine, bu konularda rahatsızlığı bulunan (geleceğin Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı) Hilmi Güler beni arayıp, yazımla ilgili takdir duygularını iletmiş bulunuyordu.

İHA’daki söz konusu tuhaf şahsın bana yönelik anlamsız tavrı, maaşımla ilgili telefonlardan sonra bana, daha farklı görünmeye başlamıştı. Açıktı ki, beni provoke etmeye, tahrik edip kışkırtmaya ve söz konusu şahsa tepki göstermeye itmek istiyorlardı. Tepki vermem durumunda, İHA’daki benimle ilgisiz bir elemana, durduk yere alınganlık gösterip sataşmış olacaktım. Belki böyle bir tavrım üzerine beni daha fazla tahrik edip kendisine saldırmamı sağlamaya çalışacaktı. Sonuçta da benim, “Geçimsiz, kavgacı, saldırgan, agresif, hasta ruhlu, alıngan” bir kimse olduğum yaygarasını koparacaklardı. (Bu taktiği sonraki yıllarda Erciyes Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak çalışırken "görevli" öğrencilere yoğun bir biçimde uygulatacaklardı.) Söz konusu şahsa bu fırsatı vermemem, kendisini kontrol edemeyip bana sözlü olarak sataşmasını beklemem gerekiyordu. Bunu yaptığı anda benim meşru müdafaa hakkım doğacak, üzerine gitmem mümkün olacaktı. Aksi takdirde suçlu ben olacaktım. Bu sinir harbi ya da psikolojik savaş, sadece beklemeyi, evet karşıdakinin kendisini kontrol edemeyip hata yapmasını beklemeyi gerektiriyordu. 

O şahsın bu tavrına tepki göstermediğim gibi, hiç kimseye bundan bir kelimeyle bile söz etmemiştim. Çünkü, bunun, bu tür şeyleri yaşamamış olanlar tarafından, lüzumsuz alınganlık yapmam olarak yorumlanması mümkündü. Şairin dediği gibi, “Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem / Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!” Söz konusu şahsın sorununun salt kişisel olabileceğini, hasta ruhluluğundan kaynaklanıyor bulunabileceğini düşünmek gereksizdi, çünkü bu hasta ruhluluğunu sadece bana karşı sergiliyordu. 

Söz konusu telefonlar gelince, o şahsın “hasta” değil, “görevli” olması nedeniyle böyle davrandığını, karşımdakilerin, beni provoke etmeyi başaramamış olmanın kızgınlığıyla bana 50 milyon liralık bir oyun oynamak ve telefonla alay etmek suretiyle yüreklerini soğutmak istediklerini anlamıştım.

Bu telefonlar benim bütün keyfimi kaçırmış, ortaya çıkan tablo, aslında oradaki işimi gerçekten sevdiğim ve kurumu da benimsediğim halde, İHA’dan ayrılmaya karar vermeme yol açmıştı.

Bir kaç gün sonra muhasebe servisine, Ocak ayı başında işten ayrılmak istediğimi söylemiştim. Amirim konumundaki şahıs önce beni vazgeçirmeye çalışmış, Genel Müdür’ün ayrılmamı istemediğini, neden ayrılmaya karar verdiğimi öğrenmek istediğini söylemişti. Ne bana vaad edilen ücretin verilmediğinden, ne de başka birşeyden söz etmiştim; ABD’ye gideceğimi, bu yüzden ayrılmam gerektiğini dile getirmiştim. Benden memnun olduklarını, tekrar çalışmak istersem gelmemi söylemişti. Ancak ben, İHA defterini de artık kafamdan silmiştim. Üzgündüm. ABD’ye gidebileceğim de aslında kesin değildi; çünkü hâlâ sigortam yoktu. Sadece Ali’nin davetiyesi, banka hesabı ve dil okulu kayıt belgesiyle başvuracaktım.

O günlerde, Avustralya’nın, Esad Coşan Hoca’nın yerleşmiş bulunduğu Brisbane kentinden, çok sonraları “Prof. Coşan’ın ölümünde kilit isim” olarak nitelendirilecek olan S. G., beni ev telefonumdan aramış bulunuyordu.

 

SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...