İslam ve demokrasi,
seküler sosyal bilimlerin kavramsal çerçevelerinden hareketle
karşılaştırıldığında varılacak sonuç, ikisinin bağdaşmadığıdır.
Gerçekten
de seküler ya da laik insanlar ikisinin bağdaşmadığını öne
sürmekte ve tercihlerini demokrasi ya da totalitarizmden yana
yapmaktadırlar.
İkisinin
bağdaşacağını düşünen müslümanlar bu durumu, sözkonusu çevrelerin İslam’ı iyi
bilmemeleri, anlamamaları ya da İslam’a karşı önyargılı olmalarıyla açıklamaya
çalışmaktadır.
Oysa şunu görmek
gerekir: Şayet Kur’an ve Sünnet’ten hareketle geliştirilmiş bir usul/yöntem,
kavramsal çerçeve ve anlayış bizi demokratik hedefler olarak sunulan ilke ve
uygulamalara götürüyorsa, İslam’ın demokrasi ile bağdaştığını ancak o zaman
söyleyebiliriz.
Aksi
takdirde, İslam’ı iyi bilmemekle suçladığımız muhataplarımız, bizim hem demokrasiyi
hem de İslam’ı iyi bilmediğimiz, neyi savunduğumuzdan habersiz olduğumuz
sonucuna varacaklar ve haksız da olmayacaklardır.
*
Kullandığımız araçlar, varacağımız noktayı da belirler. Bir gemideysek, varacağımız yer bir limandır, otobüs terminali değil.. Kavramların genetiği de bu şekilde varacakları sonucu kendi içlerinde taşırlar.. Bir kayısı çekirdeğinden ancak bir kayısı ağacı yeşerir, ondan elma ya da ceviz ağacı olmasını bekleyemezsiniz.
Demokrasi tabirinin durumu da budur; o, "kolektif heva ve heves" olarak yeşeren küfrün meyvesidir, ve siyasî ideoloji veya rejim olarak bir nüve/çekirdek halinde savunulurken vaad ettiği şey de ya doğrudan doğruya küfrün hakimiyetidir ya da küfrün hakimiyetine giden yolun ideolojik zeminini oluşturmaktır.
Burke kavramlar
konusunda şunu demektedir:
“... kavramlar nötr ‘aletler’ değildir. Bunlar
çoğunlukla, dikkatle irdelenmesi gereken varsayım paketleri içinde
gelir.... kavramların --en hafif bir deyişle-- kültür-bağlı olmaları son
derece yüksek bir olasılık taşır.”
(Peter Burke, Tarih ve Toplumsal Kuram,
çev. Mete Tunçay, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Y., 1994, s. 45.)
Evet,
kavramlar belirli varsayımların kabulü durumunda anlamlı hale gelir ve
belirli bir kültürün bakış açısını yansıtır. Pekçok kavram gerçekte
kültür-bağımlıdır, nötr (kültürler ya da dünya görüşleri arasında tarafsız)
değildir:
“... özellikle antropoloji alanında yapılan çalışmalar
sonunda, modern Batı düşüncesinin en çok kullandığı referans noktalarından biri
olan ‘insan doğası’ kavramının içeriğinin büyük oranda kültür bağımlı
olduğunun gösterilmesi, tüm insanları içine alan genellemelerin aslında
belli bir kültürün içinde anlamlı olan davranış biçimlerinin ve o davranış
biçimlerini sembolize eden kavramların etnosentrik bir şekilde diğer
kültürlere de dayatılmasından başka bir şey olmadığı sonucunu getirmiştir.”
(Ömer Demir, Bilim Felsefesi, İstanbul:
Ağaç Yayıncılık, 1992, s. 91.)
Benzer
şekilde Carr da şunları söyler:
“Eşitlik, özgürlük, adalet ya da Doğal Hukuk
gibi varsayımsal mutlak kavramların pratik içerikleri dönemden döneme ya
da kıtadan kıtaya değişir.” (Edward Hallett Carr, Tarih Nedir?, çev.
Misket Gizem Gürtürk, İletişim Yayınları, 5. b., İstanbul 1996, s. 98.)
Tarih
(zaman) ve coğrafya (mekân) boyutlarına işaret eden “dönemden döneme,
kıtadan kıtaya değişme” ifadesine dinden dine, medeniyetten medeniyete,
kültürden kültüre, ideolojiden ideolojiye kayıtları da eklenebilir.
Eşitlik,
özgürlük ve adalet gibi kavramlar evrensel değerler gibi görünse de,
muhtevaları evrensel değildir.. Kuzguna yavrusu şahan göründüğü gibi, herkese
de kendi “algısı ve anlayışı” evrensel görünür.
Evrensel
olan ilkeler, evreni yaratanın ilkeleridir.
*
Hülasa, düşünsel
ve teorik açıklamalar gerçekliği her zaman olduğu gibi yansıtmaz, çoğu zaman,
benimsenen “paradigmanın / kavramsal çerçevenin / kavramlar paketinin” imkân
tanıdığı sonuçları verir:
“Bir dünya görüşünü içkin her paradigma, gerçekliği
algılama biçimini belirler. Paradigmadan bağımsız bir düşün-gerçek, teori-olgu
ilişkisinden söz edilemez.”
(Ahmet Kara, “Post-modern Epistemolojiler ve Modern
Bilim”, Bilgi, Bilim ve İslam-II, haz. Ahmet Tabakoğlu ve Sadık
Çelenk, İstanbul: İlmi Neşriyat, 1992, s. 157.)
Poulantzas’ın
ifadesiyle, “Her düşünce veya kavram, yalnızca onun temelini oluşturan tüm
teorik sorunsal içinde anlamlıdır”. (Nicos Poulantzas, “Kapitalist
Devlet Sorunu”, Kapitalist Devlet Sorunu, haz. R. Miliband, N.
Poulantzas, E. Laclau, çev. Yasemin Berkman, İstanbul: İletişim Y., 2. b.,
1990, s. 20.)
Chalmers
da, “kavramların anlamlarını, hiç değilse kısmen, bir teoride
oynadıkları rolden aldıkları”nı ifade etmektedir. (Alain Chalmers, Bilim
Dedikleri, çev. Hüsamettin Arslan, İstanbul: Vadi Y., s. 139.)
Doğal
olarak, teoriler için bir “kesin doğruluk”tan söz edilemez ise (Ki tanım gereği
edilemez; fizik “yasa”ları da aynı durumdadır), anlamlarını o teorilerden alan kavramlar
da zeminini yitirecek, muallakta kalacaktır.
*
Bilimsel
Devrimlerin Yapısı adıyla dilimize çevrilen kitabın
yazarı ünlü bilim felsefecisi Kuhn'a göre, bir paradigma, "genel
teorik varsayımlar ve [o varsayımlar üzerine kurulu] yasalar" ile
(Evet, “yasa”ların da kesin bir doğruluğu yoktur, varsayımların kabulü
çerçevesinde doğru görünürler), ve de o yasaların olay ve olgulara uygulanmaları
(giydirilmeleri) için belirli bir bilimsel topluluğun üyeleri tarafından benimsenen
"teknikler"den oluşur.
Ona göre,
olgunlaşmış bir bilim tek bir paradigmaca yönlendirilir ve bu paradigma,
yönlendirdiği bilimdeki meşru/anlamlı çalışmanın standartlarını
koyar.
Buna
karşılık rakip paradigmalar, (egemen paradigmanın meşru/anlamlı saymadığı)
farklı soru türlerini meşru veya anlamlı sayarak varlık gösterirler.
Bu
paradigmaların standartları da farklılık gösterir.
Mesela
gezegenlerin kütleleriyle ilgili sorular Newtoncular için "önemli",
Aristocular için anlamsız sorulardır.
Belirli bir
ölçüde açıklanamamış bir hareketi Newton "makul" saymış, fakat
Kartezyenler tarafından "metafizik" ve hatta "büyü" diye
reddedilmiştir, yani standart dışı görülmüştür.
Nedensiz hareket
Aristo'ya göre "saçma", Newton'a göre ise "aksiyomatik"tir,
başka bir ifadeyle ispata muhtaç olmayan doğrudur, veridir.
Modern
mikrofizik içinde "tanımlanabilir" olan çok sayıda olay türü,
Newtoncu programa göre, dikkate alınmaması gereken (makul kabul edilmeyen) bir "indeterminizm"i
ihtiva etmekteydi.
Bu
farklılıkların kaynağı nedir?..
Kuhn’un
ifadesiyle şudur: Paradigması hakim konuma gelen egemen/galip ekol, “kendine
özgü inançları ve önyargıları nedeniyle”, bilgi birikiminin “belli
kısımlarına ağırlık vermek” durumundadır. (Bkz. Thomas S. Kuhn, Bilimsel
Devrimlerin Yapısı, çev. Nilüfer Kuyaş, İstanbul: Alan Y., 3. b., 1991,
s. 50.)
Bilgi
birikiminin belli kısımlarına ağırlık vermek, diğer kısımlarına karşı kör ve
sağır olmak, onları görmezden gelmek ve duymamak demektir.
Evet,
maalesef bilimsel teoriler (yani kısaca bilim), “kendine özgü inançlar ve
önyargılar” taşır.
Öyle bir
inanç ki, Amerikalı kimyager ve zoolog Standen’in ifadesiyle, bilim, öyle
olmadığı halde, Hindular’ın ineği gibi kutsal hale getirilmiş durumdadır.
(Anthony Standen, Bilim Kutsal Bir İnektir, çev. Burçak
Dağıstanlı, İstanbul: Çıdam Y., 1990.)
İşin kötü
tarafı, sadece “avam” tabakası değil, birçok (özde cahil) sözde bilim insanı da
ona kutsallık atfetmektedir.
*
Benzer
şekilde siyaset bilimci Talcott Parsons da bilimi, “gerçeğe seçmeli bir
bilimsel yönelmeler sistemi” diye tanımlar. (Carr, s. 17.)
Bu seçim,
bilgi birikiminin bir kısmının seçilmeyip ihmal edilmesi anlamına geliyor.
Bu durumda
mutlak bir doğruluk ve geçerlilikten nasıl söz edilebilir ki?!
Mardin’in
ifadesiyle, “bugünkü bilim anlayışımız artık bilimsel kuramların ‘mutlak’
bir geçerliliği olmadığını, zamanla bunların değiştiğini” kabul
etmektedir. (Şerif Mardin, İdeoloji, İstanbul: İletişim Y., 3.
b., 1995, s. 17.)
Chalmers,
bu konuda oldukça kesin konuşur:
“Bilimsel teorilerin isbatlanmış doğru veya
muhtemelen doğru olmalarını mümkün kılacak doğru hiçbir yöntem yoktur....
Bilimsel teorilerin kesinkes doğrulanmış veya yanlışlanmış olamayacakları
tezini destekleyecek argümanların bazıları, büyük ölçüde felsefi ve mantıki
düşüncelere dayanır. Diğer argümanlar bilim tarihinin ve modern bilim
teorilerinin detaylı bir analizine dayanmaktadır.” (Chalmers, s. 27.)
Bu gerçeği,
1950’lerde Ord. Prof. Dr. Başgil şu şekilde ifade etmişti:
“Esasen dikkat edilirse, ilim de neticelerinde,
din gibi, bir inanç sistemidir. Şu farkla ki, ilmî inanç tecrübe
[deneyim], müşahede [gözlem] ve muhakemeden [akıl yürütmeden] neş’et ettiği
halde, dinî inanç sezilerden, hislerimizin akışından ve içimizin
yalvarışından teşekkil etmekte; ilim, zekadan; din ve iman, his ve iradeden
doğmaktadır.”
(Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik, 4. b.,
İstanbul: Yağmur Y., 1979, s. 63.)
[Mesele tam
böyle değil.
Başgil,
İslamî ilimlerle fazla meşgul olmamış bulunduğu için meseleyi eksik biliyor.
İmanın his
ve iradeyle de ilgisi varsa da, son tahlilde akla dayanır
Bu
meseleleri İmam Matüridî Kitabu’t-Tevhîd’inde geniş bir
şekilde ele almış ve sonraki devirlerin (Teftâzanî, Seyyid Şerif Cürcanî
ve Fahreddin Razî gibi) muhakkik “kelâm” alimleri de derin bir vukuf ve
büyük bir yetkinlikle çok daha ayrıntılı ve teferruatlı biçimde tartışmışlardır.]
*
Üzerinde
durduğumuz mesele hakkında Wallerstein da şunu demektedir:
“... bilimsel pratik bütün diğer uygulamalar gibi toplumsal
olarak biçimleniyordu ve dolayısıyla nesnel veya tarafsız telakki
edilemezdi.... Böylece evrenseli [evrensellik iddiasını] ‘nispileştirme’
ve bilim uygulayıcılarını yönlendiren saikleri bulma arayışına girdiler.”
(Immanuel Wallerstein, “Sosyal Bilim Nereye Gidiyor?”,
Tarih Risaleleri, ed. ve çev. Mustafa Özel, İstanbul: İz Y.,
1995, s. 254.)
Konuyla
ilgili olarak Carr şunları söyler:
“... bilim adamları artık eskiden olduğu gibi, doğanın
yasaları hakkında konuşmaya fazla istekli değildirler. Günlük hayatımızı
etkileyen bilimin yasaları denilen şeyler, aslında eğilim gösteren
önermelerdir; bunlar, başka herşey değişmeden kalırsa ya da laboratuvar
koşullarında ne olacağını söylerler. Somut durumlarda ne olacağını önceden
bildirebileceklerini kendileri de ileri sürmezler.... Çağdaş fizik
teorilerinin olan olayların ihtimalleriyle ilgilendiği söyleniyor.
Bilim, bugün tümevarımın aklî olarak ancak ihtimaller ya da akla uygun inanışlara
götürebileceğini hatırlamaya daha çok eğilimlidir....” (Carr, s. 81.)
Carr’ın bu
sözleri, Doç. Nurettin Topçu’nun (ve Prof. Necmettin Erbakan gibi
kimi meşhurların) hocası Nakşbendî şeyhi Abdülaziz Bekkine rh. a.’in
“İlmin görevi ihtimalleri hesaplamaktır” şeklindeki sözünü akla getirmektedir.
*
Bütün bu
hususlar dikkate alındığında, siyaset biliminde benimsenen yaklaşımların “doğrudan
ya da dolaylı olarak belli bir dünya görüşünü de içermekte” olduğunu
söyleyen Saybaşılı’ya hak vermek gerektiği inkâr edilemez biçimde ortaya çıkar.
(Bkz. Kemali Saybaşılı, Siyaset Biliminde Temel Yaklaşımlar,
Ankara: Doruk Y., 1999, s. 91.)
Demokrasizm başlı
başına bir dünya görüşüdür ve onun bilimsellikle bir ilgisi bulunmamaktadır.
Duverger’nin
şu sözleri, meselenin daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir:
“Toplum bilimlerinin az-gelişmişliği, çok sayıda kesin
ve kanıtlanmış gözlemle çalışmaya olanak vermediğinden ve kuram kurmak için çok
sayıda izlenim, sezgi ve sağduyu verisine başvurmak zorunlu olduğundan,
kavramlar, ister istemez bir ideoloji niteliğine bürünür. Gözlemcinin, gözlemlediği
olayların bir ögesi olması da, bilim adamını, farkına varmaksızın öz
ideolojisinden beslenen kuram ve varsayımlar geliştirmeye iterek, bu
karışıklığı daha arttırır. Toplum bilimci, dürüst, nesnel ve tarafsız olmak
için ne kadar çabalarsa çabalasın, bunu tam anlamıyla hiç bir zaman
gerçekleştiremez. Gerçekleştirdiğini sanansa egemen ideolojiden beslenendir.
Çünkü, egemen ideoloji en azından yaygın biçimde kabul gördüğü için daha ‘nesnel’
görünür. Bu konuda; ‘Tarafsız bilimin öncülerinin ... sonunda Amerikan
demokrasisinin çığırtkan ve hizmetkârları haline dönüşmesi tuhaf değil
midir?’ diyen Stanley Hoffman’ın bu sözünü hatırlatmak yerinde olur. Böyle bir
durumun tekeli de Birleşik Devletler’e ait değildir.”
(Maurice Duverger, Siyaset Sosyolojisi, çev.
Şirin Tekeli, İstanbul: Varlık Y., 1982, s. 21-22.)
ABD’deki
sözde tarafsız bilimin öncülerinin Amerikan
demokrasisinin çığırtkan ve hizmetkârları haline gelmeleri bir dereceye
kadar normal karşılanabilir ve “hayatın olağan akışı”na uygun görülebilir;
peki, müslüman olduğunu, düşüncesinin Kur’an ve Sünnet temeli
üzerinde şekillendiğini söyleyenlerin Amerikan demokrasisinin çığırtkan ve
hizmetkârları haline gelmelerini nasıl yorumlamak gerekiyor?
*
Ne yazık ki
FETÖ’cüler (Fethullahçı Takiyye Örgütü) ve hatta eski Milli Görüşçü AK
Partililer (ekseriyet itibariyle) bu durumda.
Bediüzzaman’ın
talebesi olduklarını söyleyenlerin bir bölümü de bu çığırtkanlar arasında yer
alıyor.
Çığırtkanlık
zincirinin son halkalarından birini ise, kurdukları Sağduyu Partisi ile
bu hizmetkârlık kervanına gecikmeli biçimde katılmış olan İskenderpaşacılar
(ya da Hakyolcular) oluşturuyor.
Böylelerine,
uyanmaları için nasıl seslenmek gerekiyor?.. “Quo vadis?” mi demeliyiz, yoksa
“Eyne tezhebûn?” mu?
*
Demokrasizm
ideolojisine (laik demokrasiye, siyasal dinsiz halkçılığa) teslim olan sözde
müslümanlık (Ki özde küfürdür), “Allah’ın indirdiği ile hükmedilmesi”
talebini “İslamcılık ideolojisi” diyerek reddediyor.
Kedi,
yavrusunu yiyeceği zaman fareye benzetirmiş.
“Kinci
değil kindarım, emekçi değil emektarım” demek suretiyle zahmetsiz ve emeksiz
“emekli” olmak isteyen açıkgöz üçkâğıtçılara rastlanmıyor, çünkü kimse bu
numaraları yemez. Fakat, aynı akıl yürütüş ve mantıkla “İslamcı değil
müslümanım, dinci değil dindarım” diyen istismarcı sahtekârlar alkışlanıyorlar.
Çünkü
Türkiye’deki laik (siyasal dinsiz) “düzen” böyle müslümanımsılar istiyor..
Laikliğin (siyasal dinsizliğin) bekasını bu “İslamsız müslümanlık”ta
görüyor.
*
Bundan 12
yıl önce, 2012’de medyada bir İslamcılık tartışması patlak vermişti.
FETÖ’nün
(Fethullahçı Takiyye Örgütü’nün) Zaman gazetesi bu tartışmada
başı çekiyordu.. İslamcılığı yerden yere vuruyorlardı.
Fakat AK
Partililer ve (Saadet Partili) Milli Görüşçüler onlardan geri
kalmadılar.. Her ne kadar FETÖ halay başı idiyse de, diğerleri de Anadolu
irfanı folklor ekibinin oynak ve kıvrak üyeleri olarak, bu çılgınca naralar
atarak kan ter içinde hoplayıp zıplama işinde FETÖ’yü yalnız bırakmadılar.
Temel
Karamollaoğlu’nun Saadetçiler adına “İslamcı değilim müslümanım”
diye konuşmasına o camiadan bir tepki geldiğine şahit olamadık.
AK Parti yandaşı
ve yancısı yazar çizer taifesi de İslamcı olmadığını ilan etmek için sıraya
girdi.
(Mesela AK
Parti’nin gözde yazarlarından birinin Yeni Şafak gazetesinin 12
Ağustos 2012 tarihli sayısında yayınlanan yazısının başlığı şöyleydi: “Neden
İslâmcı değilim?”
Cevabı
basit, onun ve diğerlerinin İslamcı olmamalarının ardındaki temel etken şu: Dünyalıklarının
yolunda gitmesi için Batılılar’a ve onun yerli-milli derin acentalarına şirin
görünmeye ve yaranmaya ihtiyaçları var.
Fakat bunu
söylemelerini sağlayacak bir açık yüreklilik ve dürüstlüğe sahip değiller.)