DEDESİNİN MEZARINA TÜKÜREN BATILILAŞMIŞ UYGAR VE ÇAĞDAŞ TORUNLAR

 





UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 6

 

O aşamada, birbirlerine bu kadar güvenen, birbirlerine bu kadar saygı dolu olan iki asker arasındaki görüş ayrılığı ne gibi çatışmalara dayanmaktaydı?”

Uğur Mumcu, Karabekir ile Selanikli Mustafa Atatürk hakkında bu soruyu yöneltiyor (Uğur Mumcu, Kazım Karabekir Anlatıyor, 17. b., İstanbul: Tekin Yayınevi, s. 45).

Yanlış bir soru.

Karabekir Selanikli’ye saygı duyuyor ve güveniyordu, fakat Selanikli Karabekir’e güvenmiyordu, sadece aldatıyor ve kullanıyordu.

Selanikli, daha İstanbul’dayken İngilizler’den söz almıştı ve esas itibariyle onlara güveniyordu.

Bu yüzden, Erzurum Kongresi sırasında bir gece yarısı hempaları Mazhar Müfit Kansu ile Süreyya Yiğit’e büyük bir özgüvenle “Zamanı gelince cumhuriyet ilan edilecek, saltanat kaldırılacaktır” diyebilmiştir.

Fakat, bir süre sonra Karabekir kendisine gerçek niyetinin ne olduğunu, saltanatı kaldırıp cumhuriyet mi ilan etmek istediğini sorduğunda ona tam aksi yönde maval okumuştur.

Uğur Mumcu bunu şöyle ifade ediyor (s. 47):

Mustafa Kemal, Karabekir'in “Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyetleri” konusundaki şifresine verdiği yanıtlarda şu güvenceleri verir:

“Bu kanunda mana-i cumhuriyet ifade eden bir şey mevcut değildir.”

Türkiye'nin başında halife-i İslam olacak (olan) bir hükümdar, sultan bulunacaktır.”

Ancak Selanikli, başarılı olacağından, hempalarına açıkladığı “gizli gündem”ini hayata geçireceğinden emin.

Arkasında hem İngilizler, hem de her yalanına inanmaya hazır saf bir millet var.

Nasıl olsa İngilizler, cumhuriyet ilan ederek Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldıracak Anadolu merkezli bir “vatan kurtarma” harekatının “başarılı” olması konusunda kesin “kararlı”lar.

Hatta, müttefiklerini buna mecbur edecek kadar..

Bu gerçeği İkinci Adam İsmet İnönü, Cumhuriyet’in 50’nci yılı münasebetiyle Milliyet gazetesine verdiği demecinde son derece özlü ve veciz bir biçimde ifade edecektir:

İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur. 

(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)

İnönü’nün 50 yıl önce açıkladığı bu gerçeği mevcut cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 100’üncü yıl vesilesiyle aynı açıklıkla ifade etmemesi, hem Cumhuriyet’in gerçek banisi İngilizler’e, hem partner Selanikli’ye, hem de İsmet İnönü’ye yapılmış bir kadirbilmezlik kabul edilebilir mi, düşünmeye değer.

*

Mumcu, yukarıya aldığımız sorusunun akabinde şunları söylüyor:

Karabekir, anılarında bu soruyu şöyle yanıtlıyor:

“Aramızda büyük görüş farkı vardı. O İtilaf devletlerinin [İngiltere, İtalya ve Fransa] büyük kuvvetleri karşısında milli kuvvetlerimizle karşı duramayacağımızdan [dolayı,] bir dış siyasete dayanarak kendi diktatörlüğü altında kuracağı bir Cumhuriyet'le [o devletlerle] uyuşmak cihetine gidiyordu. [Ben ise ona,] Herhangi bir [cumhuriyetçi] inkılabın milli ve askeri birliğimizi sarsarak mukavemet (direniş) kudretimizi mahv edeceğini, [düşman tarafından] büyük kuvvetlerin gelmesi ihtimali[nin] çok zayıf olduğunu, [düşmanın] Mütareke (Mondros Ateşkesi) mucibince diye silahlarımızı ve teşkilatımızı azaltma gayreti gösterdiğini, ve esasen ona vatan müdafaası için, büyük kuvvetler gelse dahi, ikmal-i namus mecburiyetinde olduğumuzu ve milletin de bu azimli kararı kabul edeceğini daha İstanbul'dayken kendisine [onu Anadolu’ya geçmeye ikna etmek için] söylemiştim.” (Mumcu, s. 45.)

Buradan anlaşılıyor ki, 1921 senesi başında Karabekir ile Selanikli, bundan sonrası için nasıl bir yol izleneceği konusunda eteklerindeki taşları dökmeye, açık konuşmaya başlamışlar.

Selanikli şunu diyor: “Bizim İtilaf devletleri ile savaşmaya gücümüz yetmez.. Onlar da, cumhuriyet ilan edip Osmanlı’yı tarihe gömmemiz şartıyla bizimle anlaşmaya razılar. Dolayısıyla cumhuriyet ilan edeceğiz. Uyuşacağız.”

Karabekir ise şunu diyor: “Düşmanlar da yoruldu, gelemezler. Varsayalım ki geldiler, savaşırız. Düşman istedi diye cumhuriyet ilan etmek, namussuzluktur.”

*

Bu görüş ayrılığında kazanan taraf, Selanikli oldu.

Görünen o ki, İstanbul’da İngiliz İstihbarat Teşkilatı’nın (gizli servisinin) İstanbul şefi Rahip Robert Frew ile samimiyeti koyulaştırıp gizli saklı başbaşa görüşmeler yapan Selanikli, daha Samsun’a hereket etmeden önce İngilizler’le bu konuda anlaşmış.

O cumhuriyet ilan edecek, cumhurbaşkanlığı emeline nail olacak, buna karşılık İngilizler de Osmanlı Devleti’ni tarihe gömmüş olmanın bahtiyarlığı içinde Selanikli ile Lozan’da antlaşma masasına oturacaklardı.

Kavgasız gürültüsüz biçimde..

Gerçekten de, Selanikli’nin cumhuriyet hedefine doğru emin adımlarla yürüdüğünü gören İtalyanlar Antalya ve civarını kendiliklerinden bırakıp gitmişlerdi.

Fransızlar da 20 Ekim 1921 tarihinde, Lozan Antlaşması henüz ortada yokken TBMM Hükümeti ile Ankara Antlaşması’nı imzalayıp “Tamam, Ankara’yla bir sorunumuz yok, TBMM Hükümeti’ni ‘tanıyor’, Osmanlı Devleti’ni ise yok sayıyoruz” diyerek Selanikli’yi sevince garketmişlerdi.

Karşılığında ise, Misak-ı Millî sınırları içindeki Halep’i vs. aldılar.

Nasıl yorumlamalı, Selanikli, Fransa’nın kendisini “tanıması” karşılığında vatanı satmış diyebilir miyiz?.

Selanikli Fransızlar’a “Hattı (sınırı) müdafaa yoktur, sathı (yüzeyi, alanı) müdafaa vardır” niye dememişti?

Niye “Vatanın bir karış parçası bile kan dökülmeden terk olunamaz. Terk eden haindir, alçaktır” filan diye nutuk atmamıştı?

*

Böyle nutuk atmak yerine, Halep’i ve civarını Fransızlar’a bırakan anlaşmaya imza atmıştı.

“Ne güzel, Fransızlar beni tanıdı” diyerek bayram etmişti.

Halbuki o sırada Osmanlı zaten “tanınan” bir devletti.

Selanikli sadece vatan toprağını değil, Osmanlı’yı da satmış diyebilir miydik, diyemez miydik?

Bu sorular cevap bekliyor.

Vahdettin vatanı sattı” deyip işin içinden sıyrılmak kolay.. Vahdettin vatanı satmıştı da karşılığında ne almıştı?

Adam giderken Topkapı Sarayı’ndaki paha biçilmez mücevheratı yanında götürseydi, “Evet, bu adam tüccar, dara düştüğünde birşeyleri satabilir” diyebilirdik.

Yaban ellerde hayatını borçlanarak sürdüren, ölünce de bu borçlarından dolayı tabutuna haciz gelen adam neyi nasıl satmış olabilir?

Bir tarafta böyle ölen adam, diğer tarafta bir “tanınma” için Suriye’nin (Misak-ı Milli’ye dahil) kuzeyini Fransızlar’a bırakan Selanikli..

“Mevzubahis olan vatansa tanınma teferruattır” niye dememiş de “Mevzubahis olan benim tanınmamsa, vatan toprağı teferruattır” modunda hareket etmiş?

Niye?

(Yeri gelmişken şunu da belirtelim: Zekâ bakımından ileri derecede sorunlu oldukları görülen bazı angutların şöyle konuştuğuna şahit olunuyor: “Atatürk olmasaydı babanı bilmezdin.” Peki, Batı Trakya Yunanistan’a bırakıldı, oradaki Türkler babalarını bilmiyorlar mı? Bulgaristan’daki Türkler babalarını bilmiyorlar mı? Diğer Balkan ülkelerinde kalan Türkler babalarını bilmiyorlar mı? Aslında bu laflar karşısında Balkan göçmenlerinin “Bize resmen piç denildi, gâvur piçi” diyerek harekete geçmeleri, kıyamet koparmaları gerekiyor, fakat onlardan ne bir inilti, ne bir fısıltı, ne bir vızıltı, ne de bir mırıltı geliyor.. Onların şeref ve haysiyetini, analarının ninelerinin namusunu savunmak da bize düşüyor.)

*

Evet, İtalyanlar’la ve Fransızlar’la olan muamele böyle..

İngilizler’e gelince..

Onlar, cumhuriyetin ilan edileceği, hilafetin “siyasal bir güç” olmaktan çıkıp sivil bir içi boş etikete dönüşeceği, saltanatın kaldırılıp Osmanlı Devleti’nin tabutunun üstüne toprak döküleceği, altı asırlık çınar için hazin bir cenaze töreni düzenleneceği güne kadar bekleyeceklerdi.

Ancak, bu hazin cenaze töreni, İngilizler açısından bir bayrama karşılık geliyordu.

Bir de, cumhurbaşkanı titri altında padişahlık (daha doğrusu diktatörlük) yetkilerine sahip olan Selanikli ile dalkavukları açısından bu, bir bayramdı.

Millet içinse bu, gözyaşı dökülmesi gereken kara bir gündü.

Çünkü, elden giden sadece Osmanlı saltanatı değildi, Osmanlı Devleti’ydi.

Koskoca bir tarihî mirastı..

Altı asırlık bir çınardı.

O devletin, tabiri caizse altı koca yüzyılın muhassalası olan bir “marka değeri” söz konusuydu.

O değeri tekrar oluşturabilmek kolay mıdır?

Böyle bir çınarı balta vurup devirmek basit iş, fakat tekrar bir benzerini meydana getirmek imkânsız.

*

Koskoca Osmanlı Devleti’nin üstüne bir çarpı çekiyorsunuz ve dünya siyaset arenasına Afrika’da kurulmuş yeni bir muz cumhuriyeti gibi adım atıyorsunuz.. “Marka değeriniz” aynı..

Bu, yapılacak birşey midir? Hangi “vizyon”a sığar bu?

Mesela Beşiktaş Kulübü’nde yönetim değişse ve bunlar “Biz sporda devrim yapacağız, çağdaşlaşacağız, Batılılaşacağız; beşikmiş de, taşmış da, ne bu!” diyerek kulübü fesh edip diyelim ki daha havalı olsun diye Anıttaş, Altıntaş ya da Elmastaş gibi bir adla yeni bir kulüp kursalar, bu işgüzâr sivri zekâlılık nasıl karşılanır?

Evet, “meşrutiyet” idaresi çerçevesinde (isteniyorsa) padişahın yetkileri iyiden iyiye kırpılıp budanabilir, padişah dışındaki hanedan üyelerinin ayrıcalıklarına son verilebilir, ayrıca TBMM çok güçlü hale getirilerek bir cumhuriyetten beklenen faydalar elde edilebilir, buna karşılık Osmanlı Devleti gibi bir çınarın yaşaması sağlanabilirdi.

Bu yapılmadı.

Çünkü İngilizler, Osmanlı Devleti’nin varlığına son vermek istiyorlardı.

İngiltere kralı saltanat sürmeye devam etmeli, fakat bilge lider, efsane öncü Osman Gazi’nin ahfadı tahttan indirilmeli, hatta vatanından kovulmalıydı.

Böylece Haçlı Batı, Bizans’ı yerle bir eden, yüzyıllarca başlarına dert olan Osman’ın soyundan intikam almalıydı.

Buna karar verdiler, ve “görev” için (sarı saç mavi göz gibi meziyetleri bulunan) en uygun adamı seçip Anadolu’ya gönderdiler.

Lozan’da TBMM’yi ve Ankara Hükümeti’ni temsil etmiş olan İkinci Adam İsmet İnönü’nün sözü, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütün Atatürk ilke ve inkılapları ders kitaplarının en başına yazılmalıdır:

İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur. 

Başarı, İngiliz’in başarısı.

Müttefiklerden önce Selanikli’yi ikna ettikleri, onu başarılı olacağına inandırdıkları kesin.

*

İngilizler’le olan gizli anlaşmasının bir sonucu olarak cumhuriyet ilan eden Selanikli, ülkede “İngiliz iradesi”ni hakim kılmış olduğu halde, bunu “millî irade” ya da “millet hakimiyeti/egemenliği” etiketi altında pazarlayabilmiştir.

Cumhursuz cumhuriyet.. Milletsiz millet hakimiyeti..

Susuz nehir ya da göl gibi birşey.

Aslı astarı olmayan içi boş bir adlandırma.. Ayet-i kerimede işaret olunduğu gibi:

“O'nu (Allah’ı) bırakıp da tapmakta olduklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım (gerçekliği bulunmayan) isimlerden başka bir şey değildir! …” (Yusuf, 12/40)

Selanikli’nin ilan ettiği cumhuriyet de böyleydi.. İçi boş bir isimdi.

Cumhuriyet, cumhurun (halkın, milletin) değil, İngilizler’in (düşmanın) talebiydi.

Ve Selanikli cumhuriyeti (yani kendisinin cumhurbaşkanlığı etiketli diktatörlüğünü), milletin temsilcilerinin (milletvekillerinin) arzusu gereği değil, onların iradelerini yok sayarak ilan etti.

Milletvekilleri (ve onların şahsında millet) ya Selanikli’nin dayatmasına onay vereceklerdi, ya da kafaları kesilecekti.

Öyle diyordu:

“Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; müzakere [fikir alışverişi, görüşme] ile, münakaşa ile verilmezHâkimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına, vazıulyed [el koyan] olmuşlardı; bu tasallûtlarını [hakimiyetlerini] altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Şimdi de, Türk milleti bu mütecavizlerin [saldırganların] hadlerini ihtar ederek, hâkimiyet ve saltanatını, isyan ederek kendi eline, bilfiil, almış bulunuyor.

Bu bir emrivakidir [oldu bittiye getirmedir]. Mevzuubahs olan; millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmıyacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş [olup bitmiş] bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehal, olacaktır.

Burada içtima edenler [toplananlar], Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır.

“Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

(M. Kemal Atatürk, Nutuk, C. 2, İstanbul: Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, 1969, 9. b., s. 690-691; Atay, Çankaya III, s. 149.)

Evet, mesele, aslında, Meclis’te millet iradesinin “fikri hür, vicdanı hür” bir şekilde tecelli etmesi, hakimiyetin kayıtsız şartsız millete bırakılması değildi.

Mesele, “kuvvetle, kudretle ve zorla” (ve ayrıca yalan dolan ve takiyye ile) emrivaki (oldubitti) kabilinden müzakeresiz (görüşmesiz) ele geçirilmiş bulunan “hakimiyet”in, “behemahal” kabul ettirilmesi idi.

Milletvekilleri, yani milletin vekilleri, millet iradesi denilen ne olduğu belirsiz heyulayı ya Selanikli’nin istediği şekilde tecelli ettirecekler, ya da ihtimal ki kafalarını kaybedeceklerdi.

Selanikli, ne zaman “Padişah ve Halife”ye bağlılık yemini edeceğini ve ne zaman kafa kesme vezninde nutuk atacağını çok iyi biliyordu.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...