1991 ya da 1992
yılıydı.. Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan hoca, cuma namazlarını Süleymaniye
Camii’nde kılmaya başlamıştı.
Orada cuma namazı
öncesinde vaaz eden kişi ise Prof. Abdülaziz Bayındır’dı.. Açıkça isim vermese
de, vaazlarında Esad Efendi’yi ve onun tasavvufî görüşlerini, keramet
anlayışını vs. hedef almaya başlamıştı.
Vefa Yayıncılık
Genel Müdürü Kemal Yavuz Ataman’la birlikte Halil Günenç hocanın Fatih
Camii yakınlarındaki evine gidip tasavvuf konulu bir röportaj yapmıştık ve İslâm
Dergisi’nde yayınlamıştık.. Yanlış hatırlamıyorsam bunu isteyen, Esad
Efendi’ydi.
Röportaj için Halil
Günenç hocaya gitmemiz sebepsiz değildi, o, ilmini ve faziletini herkesin
teslim ettiği saygın bir alimdi.
*
Esad Efendi, Mehmed
Zahid Kotku rh. a.’in kitaplarının başına konulmak üzere onunla ilgili bir
tanıtım yazısı kaleme almıştı ve orada şu ifadeler yer alıyordu:
“İnsanın
kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden
ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara
tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar; bolluk onunla beraber gezer,
en hücrâ, en kıtlık yerde o gelince nimet dolardı. Beraberinde seyahat edenler,
tevafuklara, tecellilere, maddî ve mânevî hallere ve ikramlara şaşar,
hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı.”
Abdülaziz’in diline
doladığı ifadeler bunlardı.. Bu konuda yalnız olmamakla birlikte itirazını
yüksek sesle dile getirebilen oydu.
Gerçekte, Halil
Günenç hocanın da bu meselede Abdülaziz’den pek farklı düşünmediği
söylenebilirdi. Çünkü, anlaşılır bir dille soru-cevap şeklinde yazmış olduğu
özlü ve değerli meşhur eserinde bir soruya şöyle cevap veriyordu:
“Soru:
Bazı kimseler salih bir zata intisab ederek dersine devam ediyorlar ve … ‘Hocamız
ne yapsak halimize vakıf olup bilir’ diyorlar. Böyle bir inanç doğru
mudur?”
“Cevap:
Salih bir zatın dersini dinleyip terbiyesini almak güzel bir şeydir. Ancak
kişilerin derece ve makamlarını bilen Allah Teala olduğu için mensup olduğu
zatın makamını ta’yin etmek ve tahminî olarak ‘Falan zat kutb-ı zamandır
veya gavsdır’ demek doğru değildir. Bir şey hakkında ayet, hadîs varid
olmamış ve icma-ı ümmet de yoksa onun hakkında hüküm yürütmek hele ‘Falan
zat halimizi ve kalbimizden geçeni biliyor’ demek asla caiz değildir. Bunun
küfür olduğunu söyleyenler de vardır. Mültekâ’nın şerhi şöyle
diyor: ‘Bir kimse şeyhlerin ruhu hazırdır, bilir’ demekle kâfir olur.’ (Mecme’u’l-Enhûr,
C. 1, s. 699.)
“Peygamber
(sav) fahr-i kainat olmakla birlikte gaybı bilmezdi. Birçok zaman bir mesele
sorulduğunda hakkında vahiy gelmemiş ise cevap vermezdi. Bizzat Kur’an-ı
Kerîm, onun gaybı bilmediğini ifade ediyor: ‘Görünmeyeni (gaybı)
bileydim, daha çok iyilik yapardım.’ (A’raf Suresi, 188)
“Tahminî
olarak herhangi salih bir kimse için makam ta’yin etmek caiz değildir: ‘Hakkında
bilgin olmayan şeylerin peşinde gitme.’ (İsra, 36)”
(Halil
Günenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, C. 1, 2. b., İstanbul:
İlim Yayınları, 1992, s. 97-8.)
*
Esad Efendi, 13
Kasım 1992 (1993 değil) tarihinde akşam Süleymaniye Camii’nde Mehmed Zahid
Efendi’yi anma programında bu meseleye şu şekilde değinmişti:
Birkaç
cümleyle hocamızın ahlak ve şemailini, hayatına dair bilgileri anlatmıştım.
Ondan sonra bu anlattığım, yazdığım sözlerin bazıları; akılcı,
genç, böyle eskiyi tanımaz, dini ahkâmı kendi kafalarıyla asıp keser, kesip
biçer, kesin kararlar verir, reddeder, inkâr eder. Böyle taife içinde bazı
kimseler şiddetle reddettiler, karşı çıktılar. Onu anlatmak
istiyorum burada.
Şöyle yazmıştım
ki, “insanın kalbinden geçenleri bilir, kendisine ziyarete gelenin
kalbindeki soruyu sormadan cevaplandırır. İstemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç
olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara
tasarrufu vardı, bereket gittiği yere yağar, bolluk onunla beraber
gezer, en ücra, en kıtlık yerde o gelince nimetler dolup taşardı”.
Ben bunları
bir kuru medih olarak yazmadım. Ama bunları kabul edemeyen kardeşler de böyle
bir zatı tanımadılar. Akıl çok küçük bir vasıta, sığ. Yani ancak yerde
yürüyor, havalara uçmuyor. Maverâya gidemiyor. Ancak tıpış tıpış yerde
yürüyebiliyor, anlayamadılar. İnsanın kalbinden geçenleri bilirdi. Tabii,
bunun karşısında "gaybı Allah bilir" diyorlar.
Kürsüde
elini yumruklayıp "gaybı Allah bilir" diyorlar. Amenna ve saddakna. Gaybı Allah bilir
ama Allah'ın bildirdiği de bilir. Allah bir şeyi bir kuluna bildirdi mi o da
bilir. Sonra kul, bu nevafil [nafileler, farz ve vaciplerin dışındaki
ibadetler] diye bir hadiseyi, hadisi şerifte Peygamber (SAS) bildiriyor.
Yani Allah ona her şeyi
gösterir, duyurur, söyletir, yaptırır, muktedir kılar. Uzak mesafelere tayy-i
mekanı nasip eder demek tabii.
Şimdi bunun
misalleri benim yaşadığım şeyler. Mesela ben yanında oturdum, kalbimden bir
şey geçiriyorken, hatırlıyorum, hiçbir şey söylemeden “öyle şey olur mu?” diye
o aklımdan geçirdiğim fikri söylediğini biliyorum. Vaaz verirken dinleyen
bir insanın kalbinden geçirdiği bir şeye “hayır! Öyle düşünüyorsun ama şu
şöyledir” dediğini biliyorum. Camiden çıkarken arkasından yürüyen bir insanın,
hocaya şunu sorsam, şöyle desem, böyle desem diye arkasından giderken dönüp
tebessüm edip cevabını verdiğini biliyorum.
Demek ki
gönülden geçenleri bildiğini hâdiselerle biliyorum da onun için yazdım. Yani
misalleri çoktur. Burada hocamızı tanıyan, bu gibi olayları yaşayan sanırım çok
kimse vardır veya yaşlı olanlar gelememişse bile onlara sorulabilir. Kalbinden
geçenleri Allah'ın bildirmesiyle biliyordu. Şahidim, şehadet ederim.
Sonra, gelen
misafirin sormadan cevabını verirdi. Sonradan o itiraf ederdi.” Ya şunu
soracaktım. Hocam hiç sormadan cevabını verdi. Ve yahut tam kalabalıkta vaazda
arka tarafta gönlümden şu soruyu geçiriyordum, onun cevabını verdi” diye.
Evliyâullahda bu hal çok görülür. Başkalarında da görülür. Yani Allah'ın
kullarına bahşettiği hoş hallerden birisidir.
Gelenin
sormadan cevabını verirdi. İstemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi ona
bahşederdi.
(https://akra.media/Medya/MedyaDetay/6054/?share=m6054)
*
Esad Efendi rh.
a.’in bu sözleri üzerinde durmakta fayda var.
Bu meseledeki
itirazlar, Esad Efendi’nin dile getirdiğinin aksine, insan aklının
yetersizliğinden değil, itirazda bulunanların akıllarının yetersizliğinden,
yani akıllarını yeterince kullanamamalarından kaynaklanıyor.
Çünkü akıl,
olağanüstü diye adlandırılan söz konusu durumların “vacip (zorunlu)”
veya “muhal (imkânsız)” olduğunu değil, “mümkün” olduğunu söyler.
Burada akla değil, “âdet”e
(süregelene, alışılmış olana, tabiattaki olağan akışa) aykırılık vardır.
Mesela bizim bir
insanın havada ya da su üstünde yürümesini olağanüstülük kabul etmemiz, bu durumun
“âdeten” insanlarda görmediğimiz birşey olmasından kaynaklanır. Şayet Allahu
Teala insanı bu özellikleri taşır şekilde yaratsaydı ve çocukluğumuzdan itibaren
insanları böyle tanısaydık bu bize olağanüstü görünmezdi, tam aksine sadece
yürüyebilen insanları “sakat, özürlü ya da engelli” kabul ederdik.
Bu tür
olağanüstülüklere itiraz edenler, beş duyu algılarına dayanan tecrübe, deneyim
ve gözlemlerinden hareketle “akla aykırı” bir genelleme yaparak söz konusu
hususlarda “muhal” hükmünü veriyorlar.
Evet, burada akla
aykırılık, itirazcıların dağarcığındaki kusur.. Tutup onlara kızarak “akl”ı
mahkum etmek gerekmez.
Tasavvufçuların ya
da tasavvufî çevrelerin Kelam ilminden nasipsizliğinin yol açtığı hasarlardan
biri bu.
*
Bu meselede Esad
Efendi’nin payına düşen hata, yaşadığı olaylardan hareketle aşırı genellemeler
yapmış olması ve kanaatlerini “mutlak” ifadelerle aktarmış olması.
“İnsanın
kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden
ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı” demek yerine şöyle yazsaydı daha iyi olurdu:
“İnsanın kalbinden
geçeni biliyormuş gibi konuştuğuna, birşey sormak isteyenin sorusuyla ilgili
olarak sorulmadan bilgi verdiğine, muhtaç insanlara o kimseler ihtiyaçlarını
dile getirmeden yardım ettiğine şahit olunuyordu.”
Esad Efendi’nin kullandığı “mutlak” ifadeler, sanki her zaman herkesin kalbinden geçeni bilirmiş gibi bir anlamı içinde barındırıyor. Bu yüzden hatalı.
(Burada gözlemlerden
hareketle istikra/tümevarım yöntemiyle verilen bir “hüküm” var. Böylesi
hükümlerin ancak “zan” ifade edebileceği, Seyyid Şerif Cürcanî’nin Şerhu’l-Mevakıf’ında
çok güzel bir şekilde izah ediliyor.. Batı’da Hume-Popper geleneği bu
noktaya dikkat çekmiş durumda.)
*
Gaybı Allah’ın bildirmesiyle
bilmeye gelince..
Bu, gaybı bilme
değildir.. Bildirileni bilmedir.. Gaybdan bildirilen kadarını bilen
insan, gaybı yine bilememe durumundadır:
“De
ki: ‘Size, 'Allah'ın hazîneleri benim yanımdadır!' demiyorum; gaybı da
bilmem; size, 'Şübhesiz ben bir meleğim' de demiyorum! Ben ancak bana
vahyolunana tâbi' olurum.’ De ki: ‘Kör ile gören bir olur mu?!’ Hiç
düşünmez misiniz?!” (En’âm, 6/50)
Gören kişi,
körün görmediği şeyleri görür, bilir, fakat bu, onun gaybı bilmesi anlamna
gelmez.
Bazı kişiler, “görme”
kabilinden “ilham”a mazhar olabilirler. Görmeyi yaratan da, ilhamı nasib
eden de Allahu Teala’dır. Sahîh-i Müslim’de şu rivayet yer alıyor
(Diğer kaynaklarda da benzer sahih rivayetler var):
قَدْ كَانَ یَكُونُ فِي الْأُمَمِ قَبْلَكُمْ
مُحَدَّثُونَ، فَإِنْ
یَكُنْ فِي أُمَّتِي مِنْھُمْ أَحَدٌ، فَإِنَّ عُمَرَ بْنَ الْخَطَّابِ
مِنْھُمْ
“Sizden önceki
ümmetler içinde muhaddes olan (hads/sezgi sahibi) kimseler vardı. Eğer
benim ümmetimden böyleleri olacaksa, muhakkak Ömer ibn Hattâb onlardan
biridir.”
(Bkz. Abdullah
Usame Korkut, “Hz. Ömer’in ‘Muhaddes’ Olduğunu Bildiren Rivayetin Sened ve
Metin Bakımından Tahlili”, Danişname Beşeri ve Sosyal Bilimler Dergisi,
Sayı: 2, Mart 2021, s. 211-240.)
Buradan
anlaşılabileceği gibi, gaybın yalnız Allahu Teala tarafından biliniyor olması,
kulları arasında muhaddes (sezgi sahibi, ilham olunan) kimseler bulunmasına engel değildir.
Gaybı bilmeyi
Allahu Teala’ya tahsis için muhaddesliği inkâr etmek yanlış olduğu gibi,
muhaddeslik demek olan ilhama mazhariyeti ("Allah’ın bildirmesi" kaydı getirerek
de olsa) neredeyse gaybı bütünüyle bilme katına çıkarmak da yanlıştır.
*
Bediüzzaman’ın şu ifadeleri
önemli:
"BEŞİNCİ
ASIL: اِنَّ فِى اُمَّتِى مُحَدَّثوُنَ [Muhakkak ki ümmetimde
muhaddes kimseler vardır] yani مُلْهَمُونَ [ilham olunanlar] sırrınca,
bazı ehl-i keşif ve ehl-i velayet olan muhaddisîn-i muhaddesun
ilhamlarıyla gelen bazı maani, hadis telakki edilmiş. Halbuki ilham-ı
evliya, bazı arızalarla hata olabilir. İşte, bu neviden bir kısım hilaf-ı
hakikat çıkabilir."
(Sözler,
Yirmidördüncü Söz, Üçüncü Dal)
Burada birkaç
noktaya dikkat çekmek gerekiyor.
Birincisi, bir
kimsenin muhaddesûndan olması, kendi iddiasıyla sabit olmaz.. Hz. Ömer’in öyle
olduğu kesindir, çünkü hakkında ihbar-ı nebevî var.. Kendi kendine gelin güvey
olup muhaddeslik iddia edenlerin neredeyse hemen hepsi şarlatan ve din
istismarcısıdır, insanların saflıklarından yararlanmaya çalışan sahtekârlardır.
Mesela
Kadıyanîliğin kurucusu Gulam Ahmed:
“… taraftarlarından Mevlevî Abdülkerîm onun için “nebî” ve “resul”
sıfatlarını kullandı (1901). Bağlılarından bazılarının itirazına rağmen Gulâm
Ahmed, karşı çıkmadığı bu sıfatla ilgili olarak çok farklı yorumlarda bulunup
kendisinin “yeni bir kitap getiren kişi” anlamında bir peygamber olmadığını,
nübüvvetinin “Allah’ın has ve seçilmiş bir kulu” mânasında değerlendirilmesi
gerektiğini, bu noktada nebîliğinin velâyet nuruna sahip bulunması sebebiyle
mecazi anlamda zıllî (gölge) ve burûzî (yeniden belirme) biçiminde
anlaşılabileceğini, ayrıca Allah tarafından kendisine haberler ilham
edilmesi açısından “muhaddes” olduğunu ifade etti.”
(Ethem Ruhi Fığlalı, “Kâdiyânîlik”, TDV İslâm Ansiklopedisi)
Bu soytarı
“peygamber” olduğunu iddia etmeseydi, bunun yerine kendisini “elmas kerpiç”
filan diye takdim etseydi, muhtemelen, şahsını “altun kerpiç” diye
pazarlayan zampara şarlatan İbn Arabî gibi yüceltilecek, büyük bir velî kabul
edilerek her zırvasına bir tevil ve hikmet boncuğu takılacaktı.
(“Süt taşınca
kaymağı gider” diyen Mehmed Zahid Efendi daima halini gizlemiş, hiçbir zaman
keşf u keramet, kemal ve makam iddiasında bulunmamıştır. Hiçbir kitabında ya da
sohbetinde kendisini yücelten bir ifade kullanmış değil.. Sıradan bir köy imamı
gibi görünmeye razı olmuş mübarek bir zat.)
*
Evet, bir kimsenin muhaddesliği için onda birtakım olağan üstü ya da dışı (harikulade) özellikler bulunması gerekli de, yeterli de değildir.
Nitekim Hz. Ömer hakkında
rivayet edilen keşf u keramet bir ikiyi geçmiyor.
Ayrıca, muhaddesûndan olmak, söz ve işlerinde hiç hataya düşmemek, herşeyi bilmek anlamına da gelmez.
Hz. Ömer, Hudeybiye Antlaşması sırasında yanlış değerlendirmeler yapmış, sonradan bundan büyük pişmanlık duymuştur. Ridde olaylarının başlangıcında yaptığı teklif de Hz. Ebubekir tarafından uygun bulunmamıştır. Mehir meselesinde bir hanımın onun hatalı fetvasını düzeltmesi olayı da meşhurdur.
Hz. Ömer’in durumu bu olunca
başka insanların halinin ne olacağı tahmin edilebilir. İsterse muhaddesûndan
olsun..
*
Gönüllere ve rüyalara tasarruf meselesine gelince..
“Bunu Allah’tan başkası yapamaz, başkaları için böyle bir iddiada
bulunmak şirktir” diyen kişinin zır cahil olduğu anlaşılır.
Çünkü rüyalara tasarruf işi şeytanların (cinlerin) elinden geliyor.. Kâbus/karabasan
dediğimiz şey, bu.. Rahmanî rüyalar yanında şeytanî rüyalardan da
bahsediliyor olmasının nedeni de yine bu.
Ayrıca şeytanın gönüllere tasarrufu da var, vesvese
veriyor.. Hatta şeytanlar/cinler insanların bazen gönlünü ve kafasını tümden
istila edebiliyorlar.
Ancak, Mehmed Zahid Efendi gibi salih zatların gönüllere ve
rüyalara tasarrufundan söz etmek gereksizdir.. Her insanın başka insanların
gönülleri üzerinde gayet doğal ve sıradan çeşitli yollarla tasarrufta bulunması
mümkündür.. Bir cinci de, cinleri vasıtasıyla bazı insanların rüyalarına
müdahale edebilir ve böylece onların rüyaları üzerinde tasarrufta bulunabilir.
Usta bir hatip, belagat ve fesahat sahibi bir şair, nutuk ve şiirleriyle insanlar üzerinde tesir meydana getirdiğinde gönüller üzerinde tasarrufta bulunmuş olur.
Bu tasarrufun bir başka vasıtası müziktir.. Müzik vasıtasıyla insanların gönülleri üzerinde tasarrufta bulunulur, yani gönüller müzikten etkilenir.
Psikolojik savaş ve algı operasyonu
dediğimiz şeyler de insanların zihinleri ve gönülleri üzerinde tasarrufta
bulunma demektir.
Ancak bu tür “tasarruf”lar öyle mutlak ve sınırsız da değillerdir..
Öyle olur ki salih bir zat, en yakınındaki insana bile tesir edemeyebilir.. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, amcası Ebu Talib’in müslüman olmasını
çok istiyordu, fakat onun gönlü üzerinde bir tasarrufta bulunamadı.. Hz. Nuh
aleyhisselam, ulu’l-azm bir peygamberken hanımına ve oğluna tesir edemedi.
Evet, gönüllere ve rüyalara tasarruf söylemi için şirk
yakıştırması yapmak ve bu tür şeyleri inkâr etmek zır cehalettir, fakat
insanlara “mutlak” (kayıtsız ve şartsız) olarak bu tür özellikler
atfetmek de yanlış olur.
*
Esad Efendi’nin, Mehmed Zahid Efendi hakkındaki sözlerini teyid için
nevafil ile ilgili kudsî hadîsi aktarması da uygun olmamış:
"İbadet
ve taatle nafile ibadetlerle iyi bir kul olarak bir insan Allah'a vazifelerini
güzel yapınca Allah onun gören gözü olur, söyleyen dili olur, işiten kulağı
olur, tutan eli olur, yürüyen ayağı olur."
Hadîs şöyle:
"Kim benim veli
kuluma düşmanlık ederse, ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana
yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifaye) şeyleri
eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda
sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü,
tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu
dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu
veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım
bir şeyde, mümin kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte
düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem (kötü gördüğü şeye uğramasını, incinmesini sevmem)." (Buhârî,
Rikak 38.)
Bu hadîsten, Allahu Teala’nın velî kuluna olağanüstülükler vereceği
anlamı çıkmaz.. Öyle olsaydı, ashabın hepsinde birtakım olağanüstülükler
bulunması gerekirdi.
Prof. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi’nde
konuyla ilgili olarak şunları söylüyor:
Hadiste açıklama gerektiren bir husus, Allah Teala
Hazretlerinin kulun kulağı, gözü, eli, ayağı, kalbi vs. olması meselesidir.
Evet, bu nasıl olur? Meseleye değişik açılardan izah getirilmiştir:
a) Bu bir temsildir, zahiri murad değildir. Manası şu
olmalıdır: "Benim emrimi tercihte ben onun gözü ve kulağı
oldum. O taatimi sever, bana hizmeti tercih eder, tıpkı bu organlarını sevdiği
gibi."
b) Mana şudur: "O kulum, her şeyiyle benimle
meşguldür. Beni razı etmeyecek şeye kulak vermez, gözüyle de sadece emrettiğime
bakar..."
c) Mana şudur: "Ben, ona
gözüyle ve kulağıyla ulaşacağı maksadlar kılarım."
d) "Ben ona, düşmanına karşı yardımda tıpkı gözü,
kulağı eli, ayağı gibi oldum."
e) Fâkihânî demiştir ki: "Bana öyle geliyor
ki bu hadiste mahzuf bir ibare var. Takdiri şöyledir: "Ben, işittiği
kulağın koruyucusu olurum da dinlenmesi helal olmayan şeyi dinlemez,
gözünü ve diğer organlarını da öyle korurum."
f) Fakihani ve İbnu Hübeyre'ye göre mana şöyledir: "Öncekinden
daha ince bir başka mana da muhtemeldir; bu da "kulağı" ibaresinin
manasının "işittiği şey" demek
olmasıdır. Zira Arapçada mastar, meful manasına kullanılır. Bu durumda hadisin
manası şöyle olmak gerekir:
"O benim
zikrimden başka bir şey işitmez. Kitabımın tilavetinden başka bir şeyden
lezzet almaz, bana münacaattan başka bir şeyle ünsiyet edip teselli elde
edemez. Benim melekutumun acaiblerinden başka bir şey de tefekkür etmez.
Ellerini ancak benim rızamın bulunduğu şeye atar, ayağı da böyle."
Hattâbî der ki: "Bunlar misallerdir. Maksud olan
mana ise: "Kulun, bu azalarla mubaşeret ettiği işlerde Allah'ın ona
yardımı ve o ameller hususunda muhabbetin onun için kolaylaştırılmasıdır. Bu
da maddi organlarını korumakla, kişiyi Allah'ın hoşlanmayacağı şeyleri
kulağıyla dinlemekten, Allah'ın yasak ettiği şeylere gözleriyle bakmaktan,
helal olmayan şeye eliyle yapışmaktan ayaklarıyla batıla gitmekten korumak
suretiyle, onu Allah'ın memnun olmayacağı şeylere düşmekten korumaktır..."
Hattâbî, ayrıca Allah'ın kulu sevmesi halinde,
hoşlanmayacağı şeyden kulu nefret ettirerek onu yapmasına mani olacağını
ilaveten belirtir.
g) Yine Hattâbî'ye göre: "Bu hadisten murad,
duaların süratle karşılık görüp, talepte netice alındığını ifade etmektir.
Çünkü, insan mesaisinin hepsi bu sayılan organlarla yapılır. Bazıları, -kaydedilen
mütâlaadan alınmış olarak- şöyle demiştir: "Bu hadis, nafileleri işleye
işleye insan öyle bir mertebe kazanır ki, artık onun organlarının hepsi Allah
yolunda ve Allah'ın rızasına uygun şekilde hareket etmeye başlar."
Beyhakî Kitabu'z-Zühd'de Ebu Osman
el-Cizi'den naklen şu yorumu kaydeder: "Hadiste Cenab-ı Hak: "Ben, kulumun
kulağıyla ilgili dinlemedeki, gözüyle ilgili nazardaki, tutmayla ilgili eldeki,
yürümeyle ilgili ayaktaki ihtiyaçlarını süratle görürüm." buyurmaktadır.
*
Evet, hadîsin olağanüstülüklerle bir ilgisi yoktur.
Fakat Esad Efendi, hadîsteki ilgili ifadeleri aktardıktan sonra şunları
diyor:
“Yani her
şey olağanüstü olur. Yani Allah ona her şeyi gösterir, duyurur,
söyletir, yaptırır, muktedir kılar. Uzak mesafelere tayy-i mekanı nasip
eder demek tabii.”
Ne yazık ki, böyle demek değil..
Herşey (evet, herşey) olağanüstü olur diye birşey yok..
Ashabın hayatında ne kadar olağanüstülük var?. Kaç tane kerametleri
anlatılıyor?.. İçlerinden bir iki tanesi hariç hiç.. O bir ikiden de bir iki
keramet nakledilebiliyor.
Buna göre, Mehmed Zahid Efendi’nin de tayy-ı mekândan nasiplenmiş olması
gerekiyor.. Halbuki hayatında böyle birşey yok.
Esad Efendi yalan söyleyecek biri değil, elbette anlattığı türden
olaylara şahit olmuştur, fakat bundan hareketle genelleme yapması yanlış..
Mehmed Zahid Efendi’nin de keramet sahibi mübarek bir zat olduğu inkâr
edilemez.. Fakat bu, her anının “keramet”li olmasını gerektirmez.
Aşırılaşan herşey zıddına inkılab eder derler. Bu aşırı kerametçilik,
içinde barındırdığı mantıksızlıklar ve çelişkiler yüzünden keramet
inkârcılarının işini kolaylaştırıyor.
*
Bu aşırılık, Abdülaziz gibi akılcılık taslayan fakat aklı
kıt şahısların kerameti tümden reddetme aşırılığı sergilemelerini
kolaylaştırıyor.
Onlara göre, ne keramet var, ne muhaddeslik..
Eğer birisi başkalarının bilmediği bir hususa keşf ü keramet kabilinden vakıf olursa bu, (ancak Allahu Teala’nın bildiği) gaybı bilme iddiasında bulunmaktır ve şirktir. Küfürdür. Böyle diyorlar.
Sözde bir de Kur’an müslümanlığı taslayan fakat Kur’an’dan habersiz bu budalalar, Kehf Suresi’ni ve Hızır kıssasını galiba hiç okumamışlar.
Hz. Musa’nın buluştuğu zat, bir duvarı görünüşte sebepsiz ve lüzumsuz yere tamir ediyor ve Hz. Musa aleyhisselam bu tutumunu tenkid ediyor.. Bunu yapan zat (Hızır aleyhisselam) ise, gayb haberlerini peşpeşe sıralayarak kendisini savunuyor: Duvar iki yetim çocuğa aittir. Ölmüş olan babaları salihti.. Duvarın altında kendilerine ait bir hazine var.
Sanki babaları ölmeden önce hazineden
kendisine bahsetmiş gibi haber veriyor.
Bu kadarı geçmişe dair gayb, bir de gelecek faslı var: Çocuklar ölmeyecek, yaşayacak, gelecekte o hazineyi çıkaracaklar.
Aynı zat, Hz. Musa
ile olan arkadaşlığı sırasında küçük (dolayısıyla günahsız) bir çocuğu da tutup
öldürür.. Tepki gösteren Hz. Musa’ya karşı gerekçesi de “gayb olan gelecekten
haber verme” kabilinden: Çocuk büyüyecek, azgın bir kâfir olacak, mümin
insanlar olan ana babasını bile yoldan çıkarma tehlikesi başgösterecektir.
E, hani Allah’tan başkası gaybı “hiç” bilmezdi, bunu savunmak Kur’an’a
aykırıydı?! Hadîs olsa hemen inkar eder kurtulursunuz da, ayet..
*
Bir zamanlar Ercümend Özkan adlı idraki kıt, aklı zayıf heyecanlı bir artist tip
vardı.. Çıkardığı dergide bu “müşkil”e bir hal çaresi bulmak için “Atıyorum”
mezhebi “usulü”ne göre bir içtihatta bulunmuştu: Söz konusu zat melekti.
İyi de üstün geri zekâlı, bu işkembevî varsayım, Allah’tan başkasının gaybı bilmemesi
iddianızı desteklemiyor ki.. Melekler Allah’ın kendisi değil, “Allah’tan
gayrisi” küme’si içine insanlarla birlikte melekler de giriyor.
Sonra, söz konusu zat bir melek olsa, Hz. Musa ona niye itirazda
bulunsun.. Melekler emrolunduklarının dışında birşey yapmazlar, ve bütün
bebeleri, çocukları vs. öldüren de bir melek: Ölüm meleği.
Ayrıca, söz konusu zat, kendisini savunmak için “gaybdan haber” veriyor. Melek
olsaydı, “Ben bir meleğim, ne çabuk unutuyorsun” demesi yeterli olurdu.
Böylece aklı kıt Ercümend, kendisi gibi geri zekâlıların itibarını
kurtarmak için Hz. Musa aleyhisselam’a ahmaklık izafe etmiş oluyordu.
Kerameti inkâr için buldukları çözüm, varlığı aklen zorunlu olan Allahu
Teala’yı inkâr için “aklen muhal” olan ahmakça varsayımlara ve tesadüf
tanrısına budalaca iman eden ateistlerin mantıksızlığına paralel bir düzlemde
yer alıyor.. Basitçe “Allahu Teala bazı salih kullarına keramet lütfeder,
ikramda bulunur” demeleri yeterliyken akla ziyan ne saçmalıklara inanmak
zorunda kalıyorlar!