CİHATÇI SELEFÎLER VE DEVRİMCİ LAİKLER






Dr. Nurullah Çakmaktaş, Orta Doğu Ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü’nde görev yapan bir öğretim üyesi.

Yüksek lisans tezi “İslami Hareketlerin Sosyolojisi: Mısır'da Selefi hareket” başlığını taşıyor.

Doktora tezinin adı ise “Cihâdi Selefiliğin İdeolojik Oluşumu”.

Bu yazıda onun Dini Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği Tenkitler” (Akademik İncelemeler Dergisi, C. 16, S. 1, Nisan 2021) başlıklı makalesini konu edineceğiz.

Dinî radikalizmden kastı cihadî (cihatçı) selefîler..

Ana akım İslamcılardan kastı ise Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimîn) gibi hareketler.

Çakmaktaş, bu konularda ezbere gevezelik edenlerin aksine konusuna hakim.

Makalesi (ve yazdığı tezler) önemli.

*

 

Türkiye’de cihat ve selefîlik kavramlarından nefret edenler var.

Özellikle laik rejim nefret ediyor.

Laik (siyasal dinsiz) devletin yüzeysel ayağı (Atatürk soyadını alarak kendisini Türkler’in atası ilan eden) Ali Rıza oğlu Selanikli Mustafa’nın izinde olduğunu söylerken, derin ayağı da Cübbeli gibi tiplere sözde tasavvuf (maneviyat, irfan ve ahlâk) ve Ehl-i Sünnet adına selefîlik düşmanlığı yaptırıyor.

Fakat selefîliğe düşman olan sadece Cübbeli şaklaban değil.. Onunla cebelleşen tarihselci ve reformist tipler de selefîlik ve cihatçılık düşmanı.

Cübbeli gibi sahtekâr tasavvufçular da sahaya sürülüyor ki tasavvuf sempatizanları onlara bakarak cihatçılara ve selefîlere soğuk baksınlar.

Tabiî başka hileler de var.. Bunlardan birini, enerji ve potansiyeli lüzumsuz mecralarda heder ettirmek için “medeniyet” gibi kavramlar etrafında yaptırılan (bir gram bal için keçiboynuzu çiğneme türünden) lüzumsuz lafazanlıklar oluşturuyor.

Sanki Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem “Biz bir medeniyet inşası için yola çıktık” demişti.

Hayır,  mesele Allahu Teala’nın sözünün yüceltilmesi (îlâ-yı kelimetillah) ve şirkin (tağutlara, firavunlara, putlaştırılan şahıslara ve nesnelere tapmanın) ortadan kaldırılmasından, yeryüzünde Allahu Teala’nın ahkâmıyla (Şeriat’le) hükmedilmesinden ibarettir.

Bu da, cihatsız gerçekleşmez..

Kanla irfanla” diyerek size parmak sallayan katillerin karşısına içi boş “irfan” davasıyla çıkmanız durumunda bundan pek memnun olacakları, bıyık altından gülerek size “Siz ne iyi müslümanlarsınız yav, keşke herkes sizin gibi olsa” diyecekleri, sırtınızı sıvazlayacakları kesindir.

Sonra da size, “cihatçı selefîler”le mücadele ederek “İslam’ı kurtarma” ev ödevi vereceklerdir.

Gerçekte kurtarmakta olduğunuz şey laiklikten (siyasal dinsizlikten) başka birşey değildir.

*

Seyyid Şerif Cürcanî’nin belirttiği gibi, selefîlik de Ehl-i Sünnet çatısı altında yer alır, çünkü selefîlik (selef kavramının tanımı gereği) Sünnet ehli (ehl-i Sünnet) olmayı gerekli kılar.

Unutmamak gerekir ki Türkiye’deki Nakşibendîlerin cümlesinin pîri olan Halid-i Bağdadî k. s. da itikaden selefi idi..

Şimdi soralım: İmam Matüridî kendisi için ne diyordu?.. “Ben Matüridî mezhebindenim” mi diyordu?

İmam Eş’arî “Ben Eş’arî mezhebindenim” diye mi konuşuyordu?

Hayır, selefe tabi olduklarını (selefî olduklarını) söylüyorlardı.

Aslında Ehl-i Sünnet’in tümü (son tahlilde) selefidir. Selefin yolu üzerinde olmak zorundadır.

Selefî olmayan, Ehl-i Sünnet’ten de değildir.

*

Çakmaktaş’ın makalesine dönelim..

Başlangıçta yer alan özet şöyle:

Bu araştırma, ana akım İslamcılık düşüncesinin ve İslami hareketin bir sapması olarak altmışlı yıllardan sonra İslam dünyasında teşekkül eden dini radikal düşüncenin, İhvan-ı Müslimin başta olmak üzere ana akım İslamcılık düşüncesine ve İslamcılara yönelttiği tenkitleri incelemektedir. Her iki ekolün İslam dünyasını ve Müslüman toplumu ilgilendiren sorunlara teo-politik hassasiyetle reaksiyon gösteriyor olmaları, bu iki ekolün zaman zaman “siyasal İslam” tanımlaması altında aynı kategoriye dâhil edilmesine neden olabilmektedir. Bu çalışmanın temel amacı; dini radikalizmin birincil metinlerini inceleyip analiz etmek suretiyle her iki ekolün pek çok meselede tam bir karşıtlık içinde olduğunu, Ömer Abdurrahman, Eymen ez-Zevâhiri, Ebû Muhammed el-Makdîsî, Ebû Mus’ab es-Sûrî ve Ebû Yahya el-Lîbî gibi öncü cihâdî selefi ideologların ana akım İslamcılara yönelttiği tenkitler üzerinden göstermeye çalışmaktır. Bu çalışmada söz konusu bu tenkitler; “Din-Siyaset İlişkisi Bağlamında”, “Din-Hukuk İlişkisi Bağlamında” ve “İslamlaşma Yöntemi Sorunsalı ve Ötekiyle İlişki Bağlamında” olmak üzere üç ana başlık altında incelenmiştir.

Çakmaktaş’ın “ana akım İslamcılık düşüncesinin ve İslami hareketin bir sapması olarak altmışlı yıllardan sonra İslam dünyasında teşekkül eden dini radikal düşünce” diyerek bir “sapma”dan söz etmesi önyargılı bir tanımlama olmuş.

Bir başkası bunu sapma değil de “sapma ve yozlaşmalara tepki” diye adlandırabilir.

Bununla birlikte yazarın “radikal” diye adlandırdığı isimlerin görüşlerini olduğu gibi aktarması takdire değer bir tutum.

*

Çakmaktaş’ın makalesinin ilk paragrafları şöyle:

On sekizinci yüzyılın sonlarından yirminci yüzyılın ortalarına kadar sömürge ve işgal tecrübesi yaşamış Müslüman devletler, yirminci yüzyılın ilk yarısında istiklal savaşları vermek suretiyle batılı güçleri topraklarından uzaklaştırmayı başarabilmişlerdir. Fakat bağımsızlıklarının akabinde, Batı’nın fikrî teklifleri Müslüman ülkelerde karşılık bulmuş ve modern siyasal ideolojiler yeni ulus devletlerin dayanağı olmuştur. On dokuzuncu yüzyılda sömürgeciliğe ve batının söz konusu fikrî tekliflerine reaksiyon olarak şekillenen İslamcılık, yirminci yüzyılın ortalarından itibaren batılılaşmayı savunan yeni ulus devletlere karşı düşünce üretimi içine girmiş ve dini-siyasi bir hareket hüviyetine de bürünerek aksiyon kazanmıştır. Öyle ki bu süreç içerisinde İslamcılık entelektüel meşgale sınırını aşmış, aksiyon kazanmış ve böylece İslami hareket zuhur etmiştir.

Kurulan yeni ulus devletlerin benimsediği seküler politikalara karşı İslami hareket müntesipleri, devletin ve toplumun İslamlaşması için takip edilmesi gereken yöntem hususunda zaman içinde anlaşmazlık içine düşmüş ve bu durum İslami hareketin çeşitli fraksiyonlara ayrılmasıyla sonuçlanmıştır. Öyle ki ıslah, terbiye, irşat ve davet ilkelerini yozlaşmayla mücadele ve İslamlaşma yöntemi olarak savunan bir kesim kendilerini siyaset dışı olarak konumlandırmıştır. Bireylerin davranış eğitimini önceleyen sûfî gruplar, dini inançları saflaştırmayı ve hadis eksenli din eğitimini merkeze alan geleneksel selefi gruplar ve ülke ülke dolaşarak İslam’ı anlatmaya çalışan gezgin tebliğ ve davet cemaatleri bu grubun en önemli temsilcileri kabul edilmektedir.

Başka bir kesim ise Müslüman toplumların içinde bulunduğu krizin temelde siyasi kaynaklı olduğunu düşünmüş, krize çözüm üretmenin ve İslamlaşmanın ise ancak siyasal mücadele içine girmekle mümkün olabileceğini savunmuştur. “Siyasetin içinde kalarak İslamlaşma” şeklinde tarif edilmesi mümkün bu ekol aslında İslamcılık düşüncesinin ve İslami hareketin ana eksenini oluşturmuş ve “ana akım İslamcılık düşüncesi ve İslami hareket” olarak tanımlanmıştır.

Görüldüğü gibi Çakmaktaş, “ana akım İslamcılık” ile İslam ülkelerindeki İslamcı siyasî oluşumları (ya da siyaset yapan hareketleri) kastediyor.

Siyasetle uğraşmadan İslamî eğitim faaliyetleri yapan grupları (Ki bunlar arasında sufîler de, selefiler de var) ayrı bir kategoride ele alıyor.

*

Çakmaktaş’ın ifadelerinin devamı şöyle:

“Yirminci yüzyılın ilk yarısında Mısır’da kurulan İhvan-ı Müslimin ile Pakistan’da kurulan Cemaat-i İslami grupları bu ekolün ilk temsilcileridir. Moderniteye karşı onun içinde kalarak çözüm üretmeye çalışan bu ekolün ortaya koyduğu düşünce biçimi, benzer sorunları yaşayan Müslüman topraklarda da makes bulmuş, kısa süre içinde bu metodu benimseyen gruplar muhtelif ülkelerde neşvünema bulmuştur.”

Ancak, Mısır ve Pakistan ile Türkiye’yi birbirine karıştırmamak gerekiyor.

Mısır’da ve Pakistan’da Türkiye’de olan türden bir tepeden inmeci ve dayatmacı Batılılaşma yaşanmadı.

Yani o ülkelerde açık bir Şeriat karşıtlığı yapılmadı ve Şeriatçılık (en azından söylem düzeyinde) devlet için bir tehdit olarak görülmedi.

Fakat Şeriatçılar tehdit olarak görüldüler.. Çünkü onların (bir grup olarak) iktidar olmaları, mevcut (Batılılaşma yanlısı) iktidar sahiplerinin ellerindeki “nimet”lerin kaybolması anlamına gelecekti.

Bu yüzden de Şeriatçılara ellerinden gelen her zulmü yapmaktan geri kalmadılar.

*

Çakmaktaş, sözlerini şöyle sürdürüyor:

Din temelli alternatif bir siyasal söyleme sahip ana akım İslami hareketin yeni ulus devletler tarafından bir tehdit unsuru olarak algılanması, buna bağlı olarak yargılama, mahkûmiyet, işkence, idam ve faaliyetlerin yasaklanması gibi sert baskı politikalarıyla sindirilmeye çalışılması ve ana akım İslami hareketin de buna mukabil siyasetin içinde kalma ve “İslamlaşmanın tedriciliği” yöntemini savunmaya devam etmesi, hareket içinde özellikle sert hapishane atmosferini tecrübe etmiş ve öfkelenmiş bazı üyelerden itirazların yükselmesine zemin hazırlamıştır. Bu kimseler maruz kaldıkları sert politikalara karşı aynı sertlikle cevap vermeyi teklif etmiş, İslamlaşmanın tedrici bir yolla değil de ancak silahlı devrim yoluyla mümkün olabileceğini savunmuşlardır. Ana akım İslami hareket içindeki söz konusu yöntem ihtilafı ilk olarak tam anlamıyla altmışlı yıllarda yaşanmış, bu ihtilaf neticesinde ana akım İslamcılık düşüncesinin bir sapması (anomali) olarak dini radikal düşünce teşekkül etmeye başlamış ve bu gelişmeler dini-radikal yeni fraksiyonların oluşumuyla sonuçlanmıştır. Söz konusu ayrışmanın yaşandığı altmışlı yıllardan günümüze dek, cihâdîlik, cihâdî selefilik veya İslamî Radikalizm gibi isimlerle adlandırılan teo-politik düşünce ve bu düşüncenin ideologları olarak kabul edilen kimseler, yine dini-siyasi bir hareket olan ana akım İslamcılık düşüncesine ve bu düşüncenin ideologlarına ihtilafa konu olan belli başlı temalarda eleştiriler yöneltmiştir.

Burada sözü edilen “silahlı devrim” alternatifini bir “iç savaş” olarak düşünmemek gerekir. Daha çok, Türkiye gibi ülkelerde yaşanan “askerî darbeler”e benzemektedir.

*

Malum olduğu üzere Türkiye’de “devrimcilik” İslamcılar söz konusu olduğunda lanet bir şey, buna karşılık Atatürkçüler/Kemalistler, solcular, dinsizler, ateistler mevzubahis olduğunda ise bir meziyet olarak kabul ediliyor.

Kemalistler Atatürk ilke ve devrimleri lafını dillerinden düşürmüyorlar.

Buna karşılık bir müslüman “İslam devrimi”nden söz ettiği zaman tüyleri diken diken oluyor.

Atatürk’lerine devrim helal, müslümana ise haram.

Daha doğrusu devrimcilik laikin (siyasal dinsizin), solcunun, ateistin tapulu malı..

Her işi “devrim”le halletmeye alıştıkları için bugün bile (alışmış kudurmuştan beterdir hesabı) bazen “İhtimal bazı kafalar kesilecektir” diye konuşmaktan geri kalmıyorlar.

*

Türkiye’de İttihat ve Terakki’nin iktidarı eline geçirmesi böyle bir “silahlı devrim”le oldu.

Aralarında (son zamanlarda birilerinin parlatmaya çalıştığı beyinsiz) Enver’in de bulunduğu bazı subaylar Babıali’yi (Sadrazamlık makamını, Başbakanlığı) bastılar, bir bakanı (nazırı) öldürdüler, iktidara el koydular.

Benzer birşeyi (henüz Atatürk soyadını kullanmadığı sıralarda) Mustafa Kemal de yaptı, millet iradesini (milli egemenliği) temsil eden milletvekillerinin saltanattan (Osmanlı Devleti’nin devamından) yana olduklarını görünce onları “İhtimal bazı kafalar kesilecektir” diye tehdit etti, böylece bir “devrim” yaptı. (O gün bazı kafalar kesilmedi, fakat devrime daha sonra tepki gösteren Şeyh Sait gibiler kafalarını kaybettiler. Onlarınki Kürtçü bir isyan değildi, rejim değişikliğine tepkiydi. Şayet dertleri Kürtçülük olsaydı Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı günler onlar açısından daha müsaitti. Mustafa Kemal’e o dönemde Çapanoğu vs. gibi “padişahçı Türkler” isyan ettiler, Kürtler’den ise ses çıkmadı.)

Türkiye’de devrimciliği tekeline almış bulunan laikler ve Kemalistler daha sonra da bazı devrimler yaptılar.

Biri, Başbakan Adnan Menderes ile iki bakanı asan 27 Mayıs 1960 devrimi (Bizim çocukluğumuz ve gençliğimizde bayram olarak kutlanıyordu).

*

Çakmaktaş’ın yazısına dönersek, Mısır ve Pakistan gibi ülkelerdeki zulüm gören müslümanlar, “Devrimcilik yükünü tümden Batılılaşma yanlılarının sırtına yükleme kurnazlığı ve kolaycılığı bize yakışmaz, ucundan kıyısından da olsa biz de el atıp azıcık devrimci olalım” demişler.

Devrimcilikten anladıkları da “Batılılaşmacı devrimciler”in devrimden anladıklarına benziyordu: “Madem onlar kalleşçe suikastler yapıyorlar (Mesela İhvan-ı Müslimîn’in kurucusu Hasan el-Benna bu şekilde şehit edildi) biz de fırsat bulduğumuzda suikast yapalım” demeye başladılar (Mesela Enver Sedat’ı öldürdüler.)

Ancak, devrimcilikte Batıcılara yetişmeleri mümkün değildi. 

(Batıcıların “silahlı devrim” portföyü hayli zengin: Bin yıl sürecek devrimler yapmaya, binlerce faili meçhul cinayet gerçekleştirmeye, zehirleme ve trafik kazası gibi “sessiz devrim”ler gerçekleştirmeye bayılıyorlar. 

Laik devrimcilerin yaptıklarına İslamcı devrimcilerin hayalleri bile yetişemez. 

“İslamcı devrimciler”, genelde, Çakmaktaş’ın yazısında ele aldığı türden “cihatçı makale ve kitaplar” yazmakla meşguller. 

Ortada devrim yok.. Hele birilerini zehirleme gibi çakallıklar akıllarının ucundan bile geçmez. 

İşin en acı tarafı ise, o makale ve kitapları yazanları ya Batılılar’ın yerli ve milli acenta ve işbirlikçileri bir şekilde süründürüyor ve öldürüyor, ya da bizzat ABD yani CIA vs. devreye girip onları katlediyor. 

Nitekim Çakmaktaş’ın makalesinde fikirlerini konu edindiği bazı isimler CIA tarafından öldürüldü.)

*

Çakmaktaş’ın makalesini okumaya devam edeceğiz inşallah.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...