Devlet
kurumunu kutsal kabul etmek
putperestliktir, şirktir, küfürdür.
Eğer devlet İslam’ın kabul ettiği anlamda kutsal
ise, şeytaniyetle, küfürle, şirkle, sapıklıkla, putçulukla, tağutla uzlaşmayan
birşey olmak durumundadır.
İslam’ın/Şeriat’ın mücessem
hali olmak zorundadır.
Olmuyorsa, olamıyorsa,
(İslam’a göre) kutsal değil demektir.
İslam dışı bir kutsallık
anlayışına sahip olmak da şirktir.
Mesela Şamanizm gibi
atalarınıza ait bir inanca göre kutsal olduğunu söylüyorsanız, ve herkesin de
bu inancı paylaşmasını istiyorsanız (ve devlet de kendisinde bu inanca göre bir
kutsallık bulunduğunu kabul ediyorsa), o zaman da laikliğin (yani bir başka putunuzun) içine tükürmüş olursunuz.
*
Dinsiz (dinler arasında
tarafsız, yani hak din ile batıl dinler arasında bîtaraf) bir devleti kutsal
kabul etmek, İslam açısından şirkin ve küfrün, sapıklığın ta kendisidir.
Devlet kutsal birşey olsaydı,
kendi zamanlarındaki devletler ile ters düşen Hz. İbrahim ve Hz. Musa a. s.
gibi peygamberlerin kutsala savaş açmış olduklarını kabul etmek gerekirdi.
Bu noktada, kendi devletleriye
ters düşen misafir Suriyelileri de hatırlamak gerekiyor.
*
Devlet kurumunun üç öğesi
bulunduğu söylenir: Toprak (vatan), millet ve rejim (siyasî organizasyon)
Devleti kuran millettir.. Bir
milletin kendi elleriyle kurduğu devletini kutsal kabul etmesi, kendi yonttuğu
heykele tapması gibi birşeydir.
Ya da, milletin devletin bir
unsuru olması gözönüne alınırsa, bu, kendi kendine tapınma anlamına gelir.
Bu, şeytanca bir üstünlük
davası gütmedir.
*
İslam’ın
“devlet” anlayışı ile Batı’da
geliştirilmiş olan laik-seküler “devlet” düşüncesi farklılık
gösterir.
Bugün,
müslüman olduğunu söyleyen birçok kişinin “devlet” anlayışı, ne yazık ki müslümanca değildir. Gâvurcadır. Hatta faşistçe..
İlhamlarını
da, günümüzde hukuk fakültelerinde okutulan (Batı’ya ait) seküler-laik kamu hukuku teorisinden/nazariyatından almaktadırlar.
Bu
nazariyat çerçevesinde “devlet-rejim” ayrımı yapmakta,
buradan hareketle devleti, (Faşizm ideolojisi çerçevesinde)
kendisine asla kusur ve hata bulaşmayan “masum” ve kutsal bir yapı olarak
göstermektedirler.
*
Bunların
referansı vahiy (Allah’ın Rasulü’nün tebliği) değil, referansları, Batılılar’ın
geliştirmiş olduğu “nazariyat”, yani beşer kafasının ürünü teoriler..
Bu
beyinleri felçli Batı taklitçileri, “Devlete sahip
çıkalım, devlete söz söyletmeyelim, rejim başka, devlet başka” demenin,
(gerçekte devlet, rejim demek olduğu için) pratikte, rejime bağlılık arzetmek
anlamına geldiğini anlamayacak kadar budalalar ne yazık ki..
Ya
da, budala görünmek işlerine geliyor.
Bu
faşist demagoji ve mugalatanın mesajı şundan ibaret:
“Devlet
ayrı, rejim ayrıdır. Rejim dinsiz de olabilir, dinsizlik de olabilir. Devletin
her halükârda başımızın üstünde yeri var; onu savunalım, benimseyelim. Çünkü
rejim başka, devlet başka.. Mesela, diyelim ki Firavun Mısır’ında
yaşıyoruz, devletimize sadık olalım, fakat rejimin kötü olduğunu da
bilelim. Musa gibi kamu hukuku nazariyatından habersiz birine
uyup devleti boşvermeyelim.. Yahut varsayalım ki Ebu Cehil’in
Mekke’sindeyiz. Mekke şehir devletine sadık kalalım, çünkü rejim ayrı, devlet
ayrı. Habeşistan gibi başka bir devlete göç edenler, Medine gibi bir başka
şehir devletine gidip yerleşenler, “rejimden başka birşey olan devlet”i yıkmaya
çalışan hainlerdir.. Kamu hukuku nazariyatından habersiz cahiller bunlar.
Kalkmış bir de Bedir’de Mekke şehir devletine karşı savaşmışlar.. Halbuki
Bedir’de devlete teslim olmalı, Ebu Cehil’in ellerine kelepçe vurup Mekke
sokaklarında sürüklemesine karşı çıkmamalıydılar. Niye?.. Çünkü devlet başka,
rejim başka..”
Evet,
örtük mesaj, bilinçaltı mesaj bu..
*
Gaston Bouthoul şöyle diyor:
“Bütün totaliter rejimlerin ortak
yönleri şuydu ki bunlar kendilerini, insanlığın bütün tarihsel evriminin nihai
sonucu olarak tanıtıyorlardı. … Onlar, kendileri ebedî olsunlar istiyorlardı. Örneğin Hitler Üçüncü
Reich’ın [Nazi Almanyası'nın] kesin olarak en azından ‘bin yıl için’ kurulmuş
olduğunu söylüyor; Mussolini de İtalya’nın ebediyen faşist kalacağını her fırsatta tekrarlıyordu.”
(Gaston Bouthoul, “1914’ten Sonraki
Siyasî Doktrinler”, Gaetano Mosca, Siyasî Doktrinler Tarihi içinde,
çev. Semih Tiryakioğlu, 2. b., İstanbul: Varlık Y., 1968, s. 323.)
Fukuyama’nın Amerikan demokrasisi ve piyasa ekonomisi
hesabına “tarihin sonu”nu ilan etmesi böylesi bir totalitarizmden
kaynaklandığı gibi, Türkiye’de 28 Şubatçıların “28 Şubat bin yıl sürecek”
diye konuşmaları da aynı faşist totaliterlikten neş’et etmekteydi.
Bouthoul’un şu sözleri de adeta Selanikli Mustafa
Atatürk dönemi Türkiye’sini anlatmaktadır:
“Faşizmin siyasî doktrininin
vasıfları şunlardır: … Mussolini ile Hitler’in en parlak “geveze adam”
örnekleri olmalarını …. Tek bir
siyasi parti devleti ele geçirir ve onu canının istediği
gibi yönetir. Partinin ne içinde, ne dışında hiçbir muhalefeti hoşgörmez. Parti askerî tipte bir disipline, bir hiyerarşiye ve bir teşkilatlanmaya tabidir. …
“… Faşizm … hemen hemen peygamber gibi bir şef teorisi
kurmuştu. Eskiden [Avrupa’da] mutlakçı kral, Tanrı ile millet arasında bir
aracıydı. Faşizm, formülünü Hegel‘de
buldu: Şef (en yüksek yönetici, Duce ya da Führer) millet ile —kader‘in bir çeşit
hipostazı (uknum’u [asıl temeli]) anlamına gelen– Tarih arasındaki
aracı idi.
“… bir mistik doktrin kuruldu. Şef hem kendi zaferi, hem de milletin onu bu
makama yükseltişi dolayısiyle kutsallaştırıldı.…
“… [laik-seküler anlayışla] hukukun ve ahlâkın yaratıcısının devlet olduğunu savunuyorlardı. Bu hal onu [Faşizm’i] hem … dinler, hem de insan hakları ve tabiî hak doktrinleri ile çatışma haline koyuyordu.
Faşizme göre insanların hakları, devletin onlara verdiklerinden
ibarettir. … Onun otoritesine ne maddî ne manevî hiçbir sınır yoktur. Vatandaşların malı da canı da onundur [dilerse öldürür, malını
gasbeder]. Hiçbir müktesep (kazanılmış) hakka saygı göstermez, [kendisine
dalkavukluk dışında] hiçbir düşünce ve söz hürriyetini hoş görmez.
Muhalifler hain ya da cani sayılır.
[Farklı görüşlere ancak, “Ama devletime bağlıyım (yani
bürokrasisi ve siyasetçisiyle mevcut iktidara biat ettim)” şeklinde
bir cümle eklenmesi kaydıyla bir ölçüde müsamaha gösterilir].
“… iktidardaki parti
de, insanlar ile nesneleri, ne pahasına olursa olsun bu ideolojiye boyun eğdirmek ister. …
“Tarih, emperyalizmin [güçlü
devletler için, uluslararası ilişkilerin doğasından kaynaklanan] normal bir
sonuç olduğunu gösterir. … Faşizm, bu sorunu tersine çevirdi: Emperyalizm için
gerekli araçlara sahip olmadan, bunu gütmek azminde olduğunu söyledi …
“Faşizmin siyasi hasımlarına ve
kendisinden sempatisini esirgediğinden şüphelendiği [ideolojik] azınlıklara
karşı olan davranışı … onlara seslerini duyurma imkanını
vermemekle işe başlar, basınlarını ortadan kaldırır, … her türlü söz
hürriyetini yok eder. Gammazlığı, casusluğu teşvik eder
[hedef şahısların eski arkadaşları ve akrabaları bile casus olarak kullanılır],
baskının bütün geleneksel biçimlerini uygular. … ilkin bunlar aşağılatıcı bir muameleye tabi tutulur; sonra bu,
derece derece şiddetlenerek öldürmeye … kadar varır.”
(Bouthoul, s. 323, 329, 330, 332-3,
335-6.)
Bouthoul’un sözünü ettiği “faşist şefin kutsallaştırılması” ritüeli Türkiye’de “Olmasaydın olmazdık” mistisizmi ve kaderciliği ile Selanikli Mustafa Atatürk için sergilenmektedir.
Şu anda dünyada eşi benzeri bulunmayan, bütün dünyayı bize güldüren bir abartı ve mübalağa ile.
Buradaki mistisizm İslam tasavvufu gibi "hakikat"e dayanıyor değil, putperestçe.. Kadercilik de İslam'daki gibi "insanın iradesini ve sorumluluğunu" tanıyan bir kadercilik değil, bütün bir milleti tüm devlet görevlileri, subayları ve aydınlarıyla birlikte hayvan sürüsü gibi iradesiz ve aciz sayan bir puta taparlık.
Şirk.
Faşist putperestlik mistisizmi ve kaderciliği.
*
Faşizme
göre insanların haklarının, devletin onlara verdiklerinden
ibaret olmasının sonucu da, devletin vermediği ve onaylamadığı bir hak anlayışı
ve talebi içinde olmanın devlet düşmanlığı ve
ihanet olarak nitelendirilmesidir.
Evet,
faşist devlet, herkesi resmî ideolojinin temel esaslarına iman etmeye zorlar.
Türkiye için konuşmak gerekirse, vatandaşlık haklarını
kâmilen kullanmak, mesela yönetilen değil aynı zamanda yönetici olmak
isterseniz, Atatürk milliyetçiliği ve laikliği idelojileri karşısında
boyun eğip itaat göstermek, laikliğe iman ettiğinizi, rejimin kelime-i şehadeti
olarak yeminlerde söylemek zorundasınızdır.
Aksi
halde ikinci-üçüncü, hatta beşinci sınıf insan olarak tedirgin bir
biçimde yaşamak zorunda kalırsınız.
Birinci sınıf vatandaşlar canları istediğinde sizi tehdit eder, “Gerekirse silah bile kullanırız" diyerek emirleri altındaki medyaya manşet attırırlar, millete hizmet etsinler diye silahlandırılmış ve bol maaşla cepleri doldurulmuş silahlandırılmış memurlar İsrail'e değil (28 Şubat'ta olduğu gibi İsrail'in emriyle) millete ve milletin seçtiği hükümete kılıç sallar, başkent sokaklarında tank yürütürler.
*
Diyanet İşleri Başkanlığı, 30 Ağustos Zafer Bayramı
vesilesiyle hutbe okutacaksa, büyük âlim Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
hocanın Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde (Ki Atatürk
döneminde devlet tarafından yazdırılmıştır) Rum Suresi’ni açıklarken dile
getirdiği şu gerçekleri cemaate duyurabilir:
“Bununla beraber insanlara bir keder
dokunduğu zaman her şeyden geçerek Rablerine yalvarır, dua ederler; sonra
tarafından bir rahmet tattırıverdiği zaman da bakarsın onlardan bir kısmı
tutar, O Rablerine ortak koşarlar.” (Rum, 30/33)
33-Bu noktada insanların, üzerine
yaratılmış olduğu fıtratın başka değil, yalnız, Allah’a yalvarmak olduğunu
göstermek için buyuruluyor ki: “Bununla beraber insanlara bir sıkıntı
dokunduğu zaman bütün o güvendiklerinden ve her şeyden geçip, yalnız yaratan
Rablerine gönül vererek hep O’na yalvarırlar.” Nitekim
Çanakkale, Sakarya, Afyon savaşları sırasında biz
Türkler hep böyle olmuştuk. Demek ki fıtrat dini (yaratılışa uygun din) sadece
Allah dinidir. Her zaman, baki sağlam din yalnız odur. Böyle iken sonra O,
onlara tarafından bir rahmet tattırıverince; o sıkıntıyı açıp bir nimet ihsan
ediverince de ne bakarsın içlerinden bir kısmı, o Rablerine ortak
koşuyorlardır. Şükredecek yerde tutarlar da bu, şundan oldu, bundan
oldu, benden oldu, senden oldu diyerek Allah’ın lütfunu başkalarına
isnad etmeye kalkarlar.
34- “Ki kendilerine verdiğimiz
nimeti küfran ile, nankörlükle karşılamak için haydin yaşayın, zevk edin
bakalım yarın bileceksiniz.”
35- “Yoksa biz onlara bir ferman
indirmişiz de O’na ortak koşmalarının caiz olduğunu o mu söylüyor?” Hayır
öyle bir kitap ve delil indirilmemiştir. Fakat onlar yukarıda söylendiği
şekilde bilgisizce hevaları ardında gitmişler, keyiflerine hoş gelene
veya gözlerinin korktuğuna tapmışlardır. Dünyada sebepler yok değildir.
Fakat egemenlik, sebeplerin değil, Allah’ındır. Allah izin vermeyince hiçbir
sebeple yaprak bile oynamaz. Böyle olduğunu fıtrat bilir, onun için sıkıştığı
zaman Allah’a yalvarır.
Evet, merhum Elmalılı Hocaefendi (Gerçek hocaefendi
vatandaş, cübbesi kendisinden daha değerli şovmen tip değil), müşrikler
için, "Şükredecek yerde tutarlar da bu, şundan oldu,
bundan oldu, benden oldu, senden oldu diyerek Allah’ın lütfunu
başkalarına isnad etmeye kalkarlar" diye yazmış bulunuyor.
Ne zaman?
AK Parti iktidarında değil, Selanikli deccal (çok yalancı) Mustafa Atatürk'ün şapka için adam astırdığı vahşi ve gaddar diktatörlüğü zamanında.
Türkiye tarihinin en karanlık çağında..
*
Merhum Elmalılı Hocaefendi bu gerçeği dostlar alışverişte görsün hesabı bir defa yazıp geçmiş mi, konuyu kapatmış mı?..
Hayır!.. Neml Suresi'nin 91-93'üncü ayetlerini tefsir ederken de şunları söylüyor:
"Şunu da unutmayalım ki, Çanakkale, Sakarya, İnönü zaferleri, İzmir’in düşman işgalinden kurtarılması, Avrupalıların İstanbul’dan çıkarılmaları hamdolsun yüce Allah’ın zamanımızda gösterip tanıttığı İslâmi âyetlerdendir. Bu savaşlarda Türkiye müslümanları öyle bir sıkıntı ve ihlas ile Allah Teâlâ’ya sığınarak çalışmışlardı ki “Onlar mı hayırlı, yoksa kendine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren mi?” (Neml, 27/62) âyeti aynen ortaya çıkmıştı. Fakat bütün bunların meydana gelişinden sonra “Bil ki sen, ölülere işittiremezsin, arkasını dönüp kaçmakta olan sağırlara da daveti duyuramazsın” (Neml, 27/80) buyurulduğu üzere duymak istemeyen kalpsizler, sağırlar, körler, İslâm’ın artık bütün vaadleri olmuş bitmiş, gelecek için görevi kalmamış olduğunu iddia ederek müslümanlığı körletmek, Allah’ı unutup şirk yollarına gitmek istiyorlar."
Kim için söylüyor bunları?
Kendi zamanındaki adam müsveddeleri için..
En karanlık, en vahşi çağda..
Merhum Elmalılı Hocaefendi bu gerçekleri bir şapka için insanların ipte sallandırıldığı "çılgınlık ve akıl dışılık" döneminde yazdı.
Yaz kış gerekli olan çorap için bile değil, şapka için adam asılan "akıl dışılık" çağında.. Üstelik çorabın alternatifi yok, şapkanın varken.
O bu gerçekleri herşeyi göze alıp yazmışken, Diyanet İşleri Başkanlığı da o dönemde bu ifadeleri sansürlememişken, artık bugün Diyanet, cami minberinden, merhum gibi gerçekleri açıkça söyleyip milleti "şirkten kurtuluşa" çağırmalı, Türkiye'de gerçek bir "din ve vicdan hürriyeti" bulunduğunu ispatlamalıdır.
İşte asıl "millî mücadele, kurtuluş ve direniş hareketi, özgürlük davası ve inkılapçılık" budur.
Yoksa, camiye Selanikli propagandası yapmak için giden provokatör müşriklere aldananların vebali, Diyanet'in ve Diyanet'e hükmeden siyasetin üzerinde kalacaktır.
Diyanet'in siyasetin vesayeti altında olduğunu biliyoruz, fakat siyaset, şayet "vesayet altında" değilse, bunu, merhum Elmalılı Hocaefendi'nin dile getirdiği şirkten ülkeyi temizlemeye çalışarak ispatlamalıdır.
Yok vesayet altındaysa, buna gücü yetmiyorsa, o zaman da bu gerçeği dürüstçe ifade etmelidir.
*
Türkiye, ilkçağa özgü putperestliğin son kalesi olduğunun düşünülmesine sebep olacak manzaraları hak etmiyor.