TALİBAN, EĞİTİM, ERDOĞAN, TARİHSELCİ GÜNCELLEMECİLİK, İCTİHAD VE TEKFİR





Hz. Ali, “İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı” buyuruyor.

Cahiller yüzünden uzun uzadıya açıklamalar yapmak gerekiyor ve böylece söz (ilim) çoğalıyor.

Böylesi bilgisizlerden biri, Yeni Şafak gazetesi yazarlarından İsmail Kılıçarslan..

Ona perde arkasında akıl ve gaz verip yazdıranlar da aynı durumda.. (Onların bir kısmı cahil olmanın ötesinde kötü niyetli..)

Bilgisizliği anlayışla karşılanabilir, herkes herşeyi bilecek diye birşey yok, fakat bilgisizliğin propagandisti, dâîsi, reklamcısı, fedaisi olarak arz-ı endam ettiği ceridede "Bedeviler, leşler, yarasalar" diye vahşi naralar atarak sağa sola sataşması, mızrağıyla önüne geleni dürtmesi, bu yetmiyormuş gibi bir de "Lan size küfrediyorum, niye cevap vermiyorsunuz?" kıvamında ajitatif ve provokatif yazılar yazması mide bulandırıyor.

Bu tavrını başka alanlarda ve konularda sergilese meseleye müdahil olmamız gerekmez, fakat bunu dinî konularda yapıyor.

Saldırıp hakaret ettiği kişiler, kendisi gibi düşünmeyen müslümanlar..

Bu bilgisiz yazar, 14 Ocak 2023 tarihli yazısında şöyle diyordu:

Saygıdeğer Hayrettin Karaman hocamız, Yeni Şafak’ta yayınlanan “Kardeşler ve Ötekiler” başlıklı yazısında şunları yazdı: “Kardeşler arası ilişkilerde aslolan rahmettir, hoşgörüdür, ıslah kastıdır, yumuşaklık ve tatlılıktır. Yumuşaklık beyanda (ifadede), hoşgörü de içtihad farkında kendini gösterir. Farklı içtihadı (görüşü, yorumu, anlayışı) dine eşdeğer saymak ve doğruyu, içtihadlardan birinin tekeline vermek Müslümanca bir yaklaşım ve davranış biçimi değildir…”

Sadece işin burasını anlasak mesele kendiliğinden çözülecek. Ama hayır, kardeşimizi kâfir, mürtet ilan etmenin tezgâhı daha kıymetli geliyor Türkiye’deki din dilinin vasatına.

Hayrettin Karaman, “Ne şiş yansın ne kebap!” makamından doğruları yanlış yorumlanmaya açık bir şekilde yazmanın ustası.. Duayen..

Sözlerinin yanlış yorumlandığını gördüğü zaman da, “Evladım, benim sözümden o mana çıkmaz” diye uyarıda bulunmaz, onaylıyormuş ve istediği buymuş gibi susar.. 

Allah ıslah etsin, böyle pis bir huyu var.

*

İmdi, Karaman’dan alıntı yapan yazar, “Sadece işin burasını anlasak mesele kendiliğinden çözülecek” diyor da, meseleyi anlayabilmiş mi?..

Karaman şunu diyor:

Farklı içtihadı (görüşü, yorumu, anlayışı) dine eşdeğer saymak ve doğruyu, içtihadlardan birinin tekeline vermek Müslümanca bir yaklaşım ve davranış biçimi değildir

Bu söz doğru da, müslüman dediğimiz insanlar arasındaki tartışmalar sadece içtihadî konularda mı?

Sanki tartışan taraflar (İmam-ı Azam, İmam Şafiî, İmam Ahmed, İmam Malik, İmam Ebu Yusuf vs. gibi) müctehid, ve yeni meseleler için ayet ve hadîslerden hareketle içtihatta bulunuyorlar..

Ve sanki, ortaya atılan her “görüş, yorum ve anlayış” ictihad mahiyeti taşıyor.

Adam inkâr ediyor, tahrif ediyor, usûlüddîni ve fıkıh usûlünü kökünden reddederek hristiyanların papazlarından aldığı tarihselcilik mitralyözü ile müslümanların müctehidlerini tarıyor, kan revan içinde bırakıyor, bir taraftan da o papazların mutfağındaki (ne niyetle yersen o tadı veren) hermenötik tabağından şapır şupur keyifle zıkkımlanıyor.

Ve sen bunu ictihad kabul ediyorsun. Bu cinayeti işleyenleri İmam-ı Azam gibi müctehid konumuna çıkarıyorsun..

Bu komediye ağlamak mı, gülmek mi gerekir, karar vermek zor.

*

Evet, “farklı içtihadı dine eşdeğer saymak ve doğruyu içtihadlardan birinin tekeline vermek” müslümanca bir yaklaşım değildir.

Usul ilkesi olarak, “içtihad, içtihadı nakzetmez”.

Ancak, dinde herşey içtihadî nitelikte midir, hiç mi “içtihat üstü” doğru bulunmuyor?!

Neden “Mevrid-i nassta içtihada mesağ yoktur” denilmiştir?

Adam “içtihad üstü” alanda bile bile, kasten nassa aykırı zırvaları ortaya attığı zaman bunun küfür olduğunu söylemeyecek misin?!

Ona, ancak müçtehit konumundaki büyük alimlere verilen içtihat madalyasını mı takacaksın?!

Bu da küfür değilse, küfür nedir?!

Bunu niye hiç söylemiyorsun? Niye?

Allahu Teala'nın bunun hesabını senden sormayacağını mı sanıyorsun?

*

Örnek vererek anlatalım..

Mesela “Allah’ın indirdiği ile hükmetme” konusunda nass mevcut.

Allahu Teala burada farklı yorumlara kapıyı kapatmış bulunuyor.

İşte onun için tarihselciler "Allah aslında birşey indirmiş sayılmaz" diyerek işi kökünden inkâr ediyorlar. 

İctihad değil, inkâr.

Eğer bir kimse Allah’ın indirdiği ile hükmetmek gerekir diye inanır ve bu inancını dile getirir, dil ile ikrar ederse, fakat onunla hükmetme imkânına sahip olduğu halde bunu yapmazsa, ayetlerde bildirildiği gibi, zalim ve fasık olur.

Fakat, “Ben bu konuda böyle düşünmüyorum. Her ne kadar Casiye Suresi’nin 18’inci ayetinde de Şeriat’e uyma emri varsa da, bence laiklik de fena değil, hatta daha iyi. O yüzden Şeriat’e ve Allah’ın indirdiği ile hükmetmeye lüzum yok” derse, iş amelî bir hata (zalimlik ve fasıklık) olmaktan çıkar, itikadî bir hata (küfür) haline gelir.

Ve o hatanın hükmünü de Allahu Teala (anlamazlıktan gelecek, laga luga yapıp bin dereden su getirerek işi sulandıracak sahtekârlar için) açıkça bildirmiş bulunuyor: 

“Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide, 5/44)

*

Söz konusu yazar, 21 Ocak tarihli yazısında da başka bir edebiyat meraklısından şöyle bir alıntı yapmıştı:

Bazı cemaatler, … Öyle bir karanlığa büründüler ki yarasalar sardı ruhlarını. Işıktan kaçıyorlar, dünyanın renklerini göremiyor, sadece ‘hocalarından’ duyduklarıyla yön belirliyorlar. Çok acı. Öyle bir karanlık mağara ki bu, nerede yarasa varsa hepsini içine çekiyor ve barındırıyor. O çevre içinde yetişenler de kulağıyla/hocalarından işittikleriyle yön bulan, gözleri kör birer yarasaya dönüyor. … Adam hem kör hem sağır hem zeka kusurlu ama inanılmaz özgüven sahibi.

Kendi dışındaki hiçbir düşüncenin haklı olabileceği ihtimaline tahammülü yok.

Sözlerinin sonu başını yalanlıyor.

İmdi, sen eğer sövüp saydığın kişilerden farklıysan, onların aksine, seninki dışındaki düşüncelerin de haklı olabileceğine ihtimal veriyorsan, “sadece hocalarından duyduklarıyla yön belirleyenlerin de haklı olabileceğine” ihtimal vermeli ve onlara küfretmekten vazgeçmelisin.

Bu kadarına bile aklın yetmiyorsa sana ne demek gerekir, ey insanoğlu insan (Yarasa demiyorum)?!

Aslında mezheplerin durumu tam da budur, mezhep mensupları hocalarından (İmam-ı Azam’dan, İmam Şafiî’den vs.) duyduklarıyla yön belirlemektedirler.

Fakat bu, ışıktan kaçan yarasa olmaları anlamına gelmiyor.

Tam aksine, birer misbah, birer çerağ olan peygamber varislerinin ışığıyla aydınlanmaları demek oluyor.

*

Hayrettin Karaman’ın “Farklı içtihadı (görüşü, yorumu, anlayışı) dine eşdeğer saymak ve doğruyu, içtihadlardan birinin tekeline vermek Müslümanca bir yaklaşım ve davranış biçimi değildir” şeklindeki sözüne dönelim.

Karaman’ın, sanki herkes müçtehitmiş, ve sanki ortaya atılan her görüş, yorum ya da anlayış içtihat niteliği taşıyormuş gibi yazıp çizmesi anlaşılır birşey değil.

Allame Tehanevî, el-İntibâhâtü'l-Müfîde ani'l-İştibâhâti'l-Cedîde adıyla yayınlanmış olan konferansında şöyle diyor (Çevirisi Guraba mecmuasında yayınlandı):

Kıyâsa (ictihada) gelince; bu bâbda da [zamanımızda ortaya çıkmış] birçok mefsedet vardır.

Kıyâsın (ictihadın) gerçek ma’nâsı şudur….

Evvelâ hakkında nass gelen işler hakkında düşünürüz, sıfatlarda ve keyfiyyetlerde onlara benzer olup da [Şeriat’te] hakkında açıkça konuşulmayıp susulmuş olan işleri ta’yîn ederiz ve sonra da bakarız: Hakkında nass gelen husûstaki hükmün binası [temeli] hâline gelen sıfat [özellik] nedir? Sonra bakarız: Galip zan ile bulduğumuz bu özellik, hakkında hüküm verilmemiş (açık nass bulunmayan) husûsta bulunmakta mıdır, bulunmamakta mıdır? Şâyet bulunuyorsa, hakkında nass gelen meselenin hükmünü, gelmeyen meseleye geçiririz (taşır, teşmil ederiz). …

İşte ictihadî ihtilaf böylesi meselelerde olur.

İctihadda, hakkında açık hüküm bulunan meseleye dokunulmaz.

Ondaki hüküm, illet (hükme medar olan sıfat), hakkında nass gelmemiş, hüküm indirilmemiş yeni bir meseleye tatbik edilmeye çalışılır. Hüküm cevaz (caizlik) de olabilir, haramlık da..

Ve burada insanın zannı/tahmini devreye girmektedir.

Ancak kişi, kendi zannını başkasına dayatamaz.

Kendi zannının doğru, başkasınınkinin yanlış olduğunu düşünür elbette, fakat kendi zannını "itiraz kabul etmeyen kesin doğru" ilan edemez.

Farklı ictihada saygı duyar.

Ancak bu, muhatabının usulüne uygun ictihad yapmış olması kayıt ve şartına bağlıdır.

Farklı görüşe (nasıl olursa olsun, farketmez denilerek) mutlak biçimde saygı duyulmaz.

Yani muhatabın görüşünün de bir nassa dayanıyor, böylece ictihad özelliği kazanıyor olması gerekir.

Eğer muhatabı hiçbir nassa dayanmadan kafadan hüküm veriyorsa, nassı devreden çıkarıyorsa, bu, ictihad değildir, düpedüz sapıklıktır.

Kendini bir tür “paralel tanrı” yaparak “paralel din” üretmektir.

Paralel devlet” olmaya kalkışanlara bile ağızlarına gelen her hakareti sıralayan, onları Cehennem’in en dibine gönderen, İblis’ten daha aşağılık kâfir ilan edenler, tekfirciliğin destanını yazanlar, nedense, mesele devletleri değil de İslam söz konusu olduğunda “Ayıp oluyor, lütfen kimseyi mürted ilan etmeyelim, kimseye kâfir demeyelim, ay tatlım tekfircilik bize yakışmaz” diyerek gerdan kıran çıtkırıldım kibar şehirlilere dönüşüyorlar.

Rol yapmaları gerektiğini unutup “oldukları gibi” görünmeye başladıkları zaman da tekrar asıllarına dönüp sövmeye başlıyorlar: Bedeviler, leşler, yarasalar..

*

Evet, hiçbir nassa dayanılmadan, ictihad usulüne riayet edilmeden ortaya atılan “paralel din”e saygı duyulmaz. 

Reddedilir. 

Ve bunun, işin mahiyetine göre dalalet ya da küfür olduğu söylenir.

Tarihselci güncellemeciler ve “Şeriat’a karşı laiklik” savunucuları, “paralel din” imalatçılarının başında gelmektedirler.

Bunlar, nasslardaki hükmü başka meselelere teşmil etmek için ictihad yapıyor değiller, nassların bizzat kendilerindeki hükmü ortadan kaldırıyorlar, yani nassı yok ve hükümsüz (batıl, butlanlıkla malul) kabul ediyorlar.

İşte bu “paralel din” icatçılığı küfrün ta kendisidir.

Kendi devletleri söz konusu olunca “paralel devlet”i ihanetin en büyüğü kabul edenler, İslam’ın kendi kul yapısı devletlerinden daha az değerli ve önemli olmadığını artık öğrenmeliler.

*

Merhum Tehanevî sözlerini şöyle sürdürüyor:

Şerîat’ın câiz görüp, usûlcülerin isbât ettikleri yani sâbit ve var kabûl ettikleri kıyâsın hakîkati işte budur. Şu hâlde nass hükmü isbât eden [var kılan], kıyâs ise sadece (gizlenmiş olanı) ortaya çıkarandır.

Şu anda insanların kullanmakta oldukları kıyâsa (yaptıkları sözde ictihada) gelince; o, … [Kur’an ve Sünnet’teki] hiçbir nassa dayanmayan katıksız bir re’ydir [kişisel görüştür]. O kadar ki, onlar şöyle diyorlar: “Bence bunun hükmü şöyledir. Benim kanaatime göre onun hükmü böyledir.”

Bu, aklen çirkin bir şeydir. Çünkü bu kendilerinin şâri’ler [Şeriat koyucular, yasa yapıcılar] olduğu iddiâsından başka bir şey değildir, ki bu, naklen de çirkindir.

… Kıyâsa olan ihtiyâc, ancak hakkında nass bulunmayan husûslardadır [Mevrid-i nassta içtihada mesağ yoktur]. Hakkında nass gelen hükümlerdeki illetin [hükme medar olan etken sebebin] ortaya çıkarılmasına, ancak hakkında nass bulunmayan husûslara hükmü geçirmek için ihtiyâc duyulur. … Ancak bu insanlar, hakkında nass bulunan husûslarda kendi zanlarına göre hükmün illeti olarak belirledikleri noktayı (Ki kendi zanları olmaktan öteye gitmemektedir), başka bir meseleye değil, bizzat o nassa uygulamaktadırlar.

Böylece, Allahu Teala’ya ait kat'î/kesin olan bir hükmü, kendi yarım akıllarına (daha doğrusu akılsızlıklarına, heva ve heveslerine, nefsanî dürtülerine) dayanan zannî/tahminî bir gerekçe ile iptal etmektedirler.

Akıllarına göre, Allahu Teala’ya itaat etmeleri gerekmiyor, haşa Allahu Teala onlara itaat etmeli..

Üstelik, hükümlere medar olan illetler (makasıd, hikmet, maslahat) olarak öne sürdükleri şeyler de, mutlu bir tesadüf eseri hep Batılılar nezdinde makbul olan elastikî, nereye çekersen oraya uzayacak kaypak, esnek ve muğlak “evrensel ilke”ler oluyor.

Sonra da, sözde Kur’an’da buldukları makasıda (maksat, hikmet ve maslahatlara) dayanarak hüküm vaz’ ediyorlar (koyuyorlar), ve bu hükümler de yine tesadüf eseri tam da Batılı efendilerinin istediği tarzda oluyor.

*

Burada mevzubahis olan, farklı müctehidlerin, farklı ictihad sahiplerinin ihtilafı değildir.

Burada, tarihselci şişkin egoların muhalefet edip geçersiz saydığı hüküm, başka bir müctehid kulun ictihadı değil, bizzat Allahu Teala'nün hükmü.

Böylece Allahu Teala'ya şu denilmiş oluyor: "Sen bu hükmü verirken şu illetten hareket ettin ama, o illete göre verilecek hüküm öyle olmaz, yanılmışsın, şöyle hüküm vermen gerekiyordu.. Batılılar gibi hüküm vermeliydin."

Böylesi bir komedya ictihad değildir, inkârdır, küfürdür.

*

Merhum Tehanevî'yi dinlemeye devam edelim: 

İşte buradan üçüncü mefsedet ortaya çıkmaktadır ki, o da kıyâsın maksadı hakkındaki yanlışlıktır.

Şübhe yok ki kıyâsın asıl maksadı, hakkında nass bulunmayan meseleye hükmün taşınmasıdır. Yoksa hakkında nass bulunan mes’elede tasarruf ve değişiklik yapmak değil.

Dördüncü mefsedet, kıyâsa (ictihada) ehil olma (ilmî yeterlilik) ile ilgilidir. İnsanlardan kimisi, aramazdaki herkesin ictihâd ve kıyâsa ehil olduğunu zannetmektedir (Ortaya atılan her görüşe içtihat muamelesi yapmaktadırlar). …

Cidden açık olan şeylerdendir ki, herkes [dinî konularda] kıyâs yapmaya ehil olamaz. Çünkü … kıyâs ve ictihâdın benzeri şudur: Kanun maddelerinden bir maddede, madde hükmünün belli bir hâdiseye uygulanmasıdır. Herkes buna ehil olsa, hiçbir kimsenin hukuk tahsiline ihtiyâcı olmazdı. Zîrâ hukukçu ancak uzun bir hukuk tahsîli yaptıktan, kanunların kaynaklarına vakıf olduktan, o kanunların sahîh mefhûmlarını ve onlardan gözetilen maksadları iyice öğrendikten … sonra (böylesi bir yeterliliğe sahip olduğu diplomalar ve yeterlilik sınavlarıyla belgelendikten, ardından staj yaptıktan sonra) belli bir kanun maddesini bir davâya uygulamaktadır. …

Şimdi ictihâda ehil bir kimse var mıdır, yok mudur?

Bu, mukallidlerle [bir mezhebe uyanlarla] mukallid olmayanlar [kendi içtihadıyla hareket eden müçtehitler] arasında ayrı bir mes’eledir.

Merhum Tehanevî’nin konuşmasını yayına hazırlayan zat da şöyle bir açıklama yapmaktadır:

… Sadru’s-şerîa, et-Tenkîh’te Nesefî’den naklen şöyle dedi: …

“Sahîh olan şöyle denilmesidir: Kıyâs, zikri geçen iki şeyden (olaydan, durumdan) hükmü açıklanmış birisinin hükmünün, diğerinde bulunan benzer illet sebebiyle onda da açığa çıkarılmasıdırİsbât etmek [var kılmak] ve tahsîl etmek [elde etmek] değil de ‘açığa çıkarmak’ lafzı seçilmiştir. Çünkü isbât [var kılma] kıyâs eden [müçtehid] tarafından değil, Allah Teâlâ tarafındandır. Çünki kıyâs edenin isbât ve tahsîl yetkisi yoktur. Çünki kıyâs, kıyâs edenin işidir. O da kıyâs edenin Allah’ın hükmünün böyle olduğunu, illetinin de şöyle olduğunu (zannıyla) bildirmesi ve açığa çıkarmasıdır. İllet [hükmü belirtilmiş olan asılda olduğu gibi, asla nisbetle ayrıntı durumunda olan] fer’de de mevcûddur. Dolayısıyla hüküm onda da sâbittir. Burada ‘hükmün gibisi’ ve ‘illetin gibisi’ lafızları seçilmiştir. Çünkü helâlllik, harâmlık, vâciblik ve câizlik hükmünün ayn’ı, yani kendisi, aslın (hükmü nasla bildirilmiş konunun) vasfıdır (ictihadda bulunulan konuda ancak 'onun gibi, ona benziyor' denilebilir, tam bir kesinlikten söz edilemez, belirlenen illet için de 'illetin gibisi' denilebilir). ….” …

Musannif (et-Tehânevî) -rh. a.- şunu murâd etmiştir. Asrımızdaki insanlar Şerîat’teki kıyâsla kıyâs yapmamaktadırlar. Onlar sadece kendi [İslam’la alâkasız] görüşlerini ve nefsânî arzularını kıyâs saymaktadırlar. Bu da kendilerini şerîat getiren (insanlar için haşa Allah gibi hüküm koyan, yasa yapan) kimseler olarak görme ve göstermelerinin ta kendisidir. ...

Sonra [kişisel] re’y/görüş, nefsânî arzu ve bâtıl kıyâs hakkında âyetler ve hadîsler gelmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Hevâya uyma, aksi takdîrde o seni Allah’ın yolundan saptırır.’ (Sâd, 26) 

Allah Teâlâ yine şöyle buyurdu: ‘Gördün mü sen o hevâsını tanrı edinen ve Allah’ın ilmine istinâden şaşırtıp da kulağına ve kalbine mühür vurduğu, gözüne, perde gerdiği kimseyi? Allah’dan sonra ona kim hidâyet edebilir? Nasîhat alsanız ya.’ [Câsiye, 23]

*

Tekrar Karaman’ın sözüne dönelim:

“Farklı içtihadı (görüşü, yorumu, anlayışı) dine eşdeğer saymak ve doğruyu, içtihadlardan birinin tekeline vermek Müslümanca bir yaklaşım ve davranış biçimi değildir.”

Mesela, Taliban’ın eğitim politikasını alalım..

Afganistan İslam Emirliği bir karar aldı, konulmuş olan kurallara uyulmamasını gerekçe göstererek kız öğrencilerin üniversiteye devamını bir yıl süreyle durdurdu.

Kız ve erkek öğrencilerin ihtilatı, tesettür ve eğitim için aileden uzakta yaşama gibi hususlarda çekincelerinin bulunduğunu belirtti.

Ve buna karşı “büyük Türk büyükleri” hemen ahkâm kesmeye başladılar.

Cumhurbaşkanlığı mürettebatından İbrahim Kalın bunun İslam’ın ruhuna aykırı olduğunu ilan etti.

Hayrettin Karaman'ın bu "müçtehid"e ayar vermesini, “Kendi içtihadını dine eşdeğer sayman yakışık almadı İbrahim, bu yaptığın müslümana yakışmaz” demesini bekledik..

Demedi..

Hâlâ bekliyoruz.  

Ardından Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu İslam Emirliği’nin kararı için “İnsanî de değil, İslamî de değil” dedi.

Biz yine Hayrettin efendiden bir inilti, bir sızıltı, bir vızıltı gelir mi diye kulak kabarttık..

Gelmedi..

“Kardeşim Mevlüt, İslamî değil de ne demek, kendi içtihadını dine eşdeğer saymak da ne oluyor!” demedi.

Daha sonra ise Cumhurbaşkanı Erdoğan sahnede boy gösterdi.

Aynen şunu dedi:

"Afganistan'da son dönemdeki özellikle başörtülü kızların üniversitelerde, okullarda okutulmasını engelleme anlayışını gayri insani, gayri İslami buluyoruz Bu kızlar burada eğitim, öğretimini almalıdır. Onlara mani bir şeyi kimse İslam'la bize tanımlamasın, anlatmasın. İslam böyle bir şeyi kabul etmiyor."

Seçilen kelimelere bakılırsa, Taliban kızları başlarını örttükleri için cezalandırıyor diye düşünmemiz gerekiyor.

Ardından emir veriyor: Bu kızlar burada eğitim, öğretimini almalıdır.

Özgüveninin tavan yapmış olduğu, diplomatik teamülleri hiçe sayarak emir vermesinden, adamlara çocuk muamelesi yapmasından belli.. Ama onunla sınırlı değil..

"Kendi dışındaki hiçbir düşüncenin haklı olabileceği ihtimaline tahammülü yok" ki, "Onlara mani bir şeyi kimse İslam'la bize tanımlamasın, anlatmasın" diyor.

Kendisinin bu konudaki görüşü "din ile eşdeğer".. 

"Bu Taliban da boş değil.. Bunların da büyük alimleri, köklü medreseleri mevcut, aralarında ömrü ilim öğrenmek ve öğretmekle geçmiş yaşlı başlı müderrisler var" demiyor.

Onlara zır cahil, terbiye edilmesi gereken bedevi muamelesi yapıyor.

Bu üslupla konuşan adam, kimbilir kaç tane tefsir kitabını yalayıp yutmuş olmalıdır. Zemahşerî'yi, Elmalılı Hamdi Hoca'yı okutacak seviyeye mutlaka gelmiştir.

Arapça'sı da mutlaka süperdir, değil sarf ve nahivini, belagatini bile yalayıp yutmuştur. 

Hadîs kitabı bırakmamış hepsini okumuştur.

Usul kitapları dersen zaten hepsini biliyordur.

Binlerce kitap okumuş, hepsinin altından girip üstünden çıkmıştır.

Son 40 yılda bir tane ciddi kitabı bile başından sonuna kadar okuma zahmetine katlanmamış zamane siyasetçileri gibi laga lugayla vakit geçirmemiştir.

Böyle üst perdeden konuştuğuna göre öyle olmalı.. Bu üsluba böyle bir müktesebat yakışır.

Muhataplarına şunu demeye getiriyor: Ben herşeyin en iyisini biliyorum, tek doğru benim doğrum. Sizin benim görüşüme karşı ortaya sürebileceğiniz argümanları bile daha baştan biliyorum, o yüzden sizi dinlemek bile istemiyorum. Çünkü benim bildiğimin dışında birşey biliyor olmanız münkün değil. Diyelim ki biliyorsunuz, doğru olması mümkün değil.

Evet, sözleri ve sözlerinden çıkan anlam Hayrettin Karaman'ınkiyle çelişiyor.

Onun bu lafları üzerine gözlerimiz yine Hayrettin efendiyi aradı, “Tayyip Bey, din kardeşiyiz, kendi içtihadını İslam’a eşdeğer sayman olacak şey değil.. Müslümana yakışmaz” demesini bekledik.

Yine ses çıkmadı. Tıs yok.

*

İmdi, Erdoğan ve şürekâsı işlerine gelmeyince böyle herkesin ya kendisini ya da görüşünü İslam’dan ihraç ediyorlar.

Fethullahçılara, DEAŞ’a filan “Bunlar müslüman değil” demelerine, onları “günahkâr müslüman, sapıtmış bid’atçi, zalim katiller” filan bile saymamalarına, ana avrat dümdüz tekfir etmelerine, kendi yandaşlarının 100 binlerce Fethullahçıya PİÇler diyerek sövmelerini beşuş bir çehreyle seyretmelerine alışmıştık.

Fakat, bu İslam’dan ihraç ameliyesini Taliban’a karşı bile sergilemeye başladılar.

Buna karşılık, kendilerinin eylem ve söylemleri için birisi çıkıp “Bu İslamî değil, bunun İslam’da yeri yok, bu gayri İslamî, bunu da kafadan atarak söylemiyoruz, delilimiz şu” dediğinde hemen yandaşları feryad ü figan kopartıyorlar: “Bedeviler, leşler, yarasalar, içtihat, dine eşdeğer, tekel, tekfir, mürted, laga luga, kem küm, glu glu..”

*

İmdi, bu müçtehitmiş gibi ahkâm kesen şahısların dayandıkları argümanların neler olduğunu biliyoruz..

İlmin kadın erkek herkese farz olması, beşikten mezara kadar ilim tahsili gibi hususlar..

Taliban’ı eleştirirken bunlara mutlak (kayıt ve şarttan azade, sınır tanımayan) bir anlam yüklüyorlar.

Sanki modern çağda ilim adı verilen her “bilimsel disiplin” İslam’ın “ilim” tanımının içine giriyormuş gibi konuşuyorlar.

İkincisi, farz-ı ayn ile farz-ı kifaye ayrımı yapmıyorlar.

Batılıların bilim adını verdikleri bazı meşgalelerin farz veya vacip değil mübah olabileceğini, bazılarının da düpedüz haram olduğunu görmezden geliyorlar.

Onlar için faydalı-faydasız ilim ayrımı da yok gibi görünüyor.

Mesela kimya da bir bilim dalı.. Kimya öğrenimi görmek herkese farz mıdır?! Kimyayı herkes beşikten mezara kadar öğrenmek zorunda mıdır?!

Mesela astronomi tahsili görmek herkese farz mı?!

Herkesin beşikten mezara kadar astronot olma çabası içinde olması mı gerekiyor?!

Türkiye’nin üniversitelerinde “arıcılık” gibi bölümler de var. Erdoğan beşikten mezara kadar arıcılık eğitimi almadığı için günah mı işlemiş oluyor?!

“Güzel sanatlar”, tiyatroculuk, bale filan da üniversitelerde bilim diye okutuluyor. Erdoğan buralara devam edip saz çalmayı öğrenmediği, heykel yapmaya çalışmadığı, vals yapmayı öğrenmediği için “İlim kadın erkek herkese farzdır” emrine aykırı mı hareket etmiş oluyor?!

Bale kadın erkek herkese farz mıdır?!

*

İmdi, “İlim kadın erkek herkese farzdır” ve “Beşikten mezara kadar ilim öğrenilmelidir” deyip bunları ambalaj kâğıdı gibi kullanarak kendi heva ve heveslerinizi, arzularınızı, şartlanmalarınızı, Batılılardan ithal ettiğiniz hurafeleri bunlara sararsanız size şu denilir:

Eğer, meseleyi bu şekilde ele alırsanız, mesela tıp okuyup hekimlik öğrenmek isteyen hiç kimseyi tıp fakültelerinin önünden geri çevirmemeniz gerekir.

“Tamam da, ben herkesi buralara almıyorum, bazı şartlarım var, yönetmelik var” diyorsanız, Taliban’ın da bazı şartlar öne sürebileceğini kabul etmek durumundasınızdır.

Eğer eğitim söz konusu olduğunda başka hiçbir şartın değeri yoksa, değil imtihana sokup başarılı olmasını isteme, ilkokul diploması bile istememeniz, kadın erkek, yaşlı genç, diplomalı diplomasız demeden herkesin talep ettiğinde tıp fakültesine kaydolmasına izin vermeniz gerekir.

Neden?

Şundan, sizin anlayışınız çerçevesinde eğitim sadece diplomalılara ya da imtihana girenlere değil, herkese her durumda farz.. Ve dolayısıyla herkesin hakkı..

Devletin bunu (kendi kafasından koyduğu diplomalılık, başkalarıyla yarışıp onları imtihanda geçme gibi) birtakım şartlar öne sürerek kısıtlaması İslam’a aykırı..

Sizin yaklaşımınız çerçevesinde durum bu..

*

Taliban ne diyor?

Şunu: Eğitimi, İslam’ın başka emirlerini çiğnemeden (bizim yasal düzenlemelerimize, mevzuatımıza göre suç işlemeden) alacaksınız.

Hepsi bu..

Ve size göre bu, İslam'a aykırı..

Allah akıl fikir versin!

* * *

DR. SEYFİ SAY’IN İNTERNETTE PDF FORMATINDA YER ALAN KİTAPLARI:

Felsefî ve Kelâmî Mübahaseler

Kalemlerdeki Cahil Cesareti

Tarihselcilik: İctihad Değil İnkâr

İngiliz’in Gözde Şeyhi İbn Arabî

Ehl-i Sünnet, Şia ve Selefîlik

Atatürkçü Türk İslamı’nın İnanç Kodları: Harun Yahya (Adnan Oktar) Örneği

Türkiye’de Din İstismarının Devletleştirilmesi (Laik ‘Allah ile Aldatma’ Rejimi)

Halifelikte Ehliyet ve Liyakat (Erbakan-Coşan İhtilafı)

Sünnetsiz Tarihselci Modernistler, Ehliyetsiz Sünnetçiler

Ru’yet-i Hilal Risalesi

Darulhikme Tartışmaları

Laik Düzen Tekfirciliği

Haramilerce Yağmalanan Tasavvuf

Siyasal İslam ve Siyasal Dinsizlik (Laiklik)

Türkiye’nin Bedevîleri – İslamcılık Karşıtı İmansız Müslümanlar

Sağduyu mu, Solduyu mu? (Sağduyu Partisi’nin Zihniyet Karnesi)

Bilim ve Metafizik

Kalemin Kuşanıldığı Devran (Sağduyu Yazıları)

Felsefe, Bilim ve İman (Saf Akılsızlığın Tenkidi)

Kurtuluş Savaşı’nın Sansürsüz Tarihi

Akıl, İman ve Kant’ın Felsefesi

Laik (Siyasal Dinsiz) Düzenin Dindar Medyası

Proje Adam ve Madamlar

İlahiyatçılar Sirkinin Canbazları

Zamane İlahiyatçılarındaki Savrulmalar: Fethullah Gülen Fıkhı Örneği

Kritik-Analitik Oyunun Analiz ve Kritiği

28 Şubat Sürgünü: Prof. Esad Coşan Hoca

Ehl-i Beyt ve Muaviye R. A.

Çok Sessiz Bir Ölüm (Şeyhleri de Vururlar)

Kader Risalesi

İslam’ın Şeriatı, Laikliğin (Siyasal Dinsizliğin) ‘Düzen’i

Cumhuriyet İlahiyatçılığı:Tefakkuhsuz Fıkıh

Anıtkabir Tapınmacılığının İki Düşmanı – İslam (İrtica) ve Kürt (Öteki)

28 Şubat Sonrasının Bilançosu: Laikleşen İslamcılar, Solculaşan Milliyetçiler

İdeolojisiz Siyaset: Partilikten Pırtılığa

Türk Siyasetinin Üç Hali Katı: (Kaba), Sıvı (Cıvık) ve Gaz (Görünmez)

Diyanet, Laiklik (Siyasal Dinsizlik) ve Atatürk

Türkiye Tarikatlarının Kimlik Krizi: İskenderpaşa Örneği

Ajan Dindarlığının Kodları: Anti-İslamcılık, Pseudo-Hilafetçilik

Ajanın Din Mühendisliği: Laiklikle Vaftiz Edilmiş Müslümanlık

Sünnet’e Karşı Metin Tenkidi Şarlatanlığı -Hilafet Hadîsleri Örneği-


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...