Bu
ifadeler, fikriyat.com yazarı Mustafa Özcan’ın
“Niçin Batı’nın gerisinde kaldık?” başlıklı yazısında yer alıyor.
*
Nasstan
kasıt, anlamı açık ayet ve hadîsler.
Mecelle’de
şu usul ilkesi yer alıyor: “Mevrîd-i nassda ictihada mesağ yoktur.”
Yani
bir mesele hakkında nass varsa, o konuda ictihad mahiyetinde yeni
hüküm verilemez.
İşte
bu, “donukluk ve tutukluk” anlamına geliyor.
Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası’ndaki “değiştirilemez,
değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddeler gibi.
Allahu
Teala’nın “değiştirilemez, değiştirilmesi
teklif dahi edilemez” emir ve yasaklar vaz’ etmesi tabiîdir, çünkü
herşeyi yaratan, herşeye doğasını, tabiî özelliklerini veren, O’dur.
Allahu
Teala’nın yarattığı akıl ile Allahu Teala’nın emir ve
yasaklarını sorgulamak, onlar hakkında hüküm vermek ise, akılsızlıktır.
(Akıl,
emrin gerçekten Allahu Teala’ya mı ait olduğunu anlama çabasında gereklidir ve
işe yarar, fakat böyle olduğu anlaşıldığında ona düşen, teslimiyettir.)
*
İmdi, zamane
devletlerinin (kimisi mantıklı, kimisi mantıksız) “değiştirilemez,
değiştirilmesi teklif dahi edilemez” hükümlerini hiç sorgulamayan
“müslüman”ların nasslar hakkında ileri geri konuşmaları karşısında ne demek
gerekir?
Zamane devletleri
dedik ama aslında devletluları dememiz gerekiyor.
Çünkü
devlet, zihnimizde soyutlama yoluyla ürettiğimiz itibarî
ve sentetik bir varlıktır, gerçeklikte devlet diye “kendi başına
varlığı olan” bir oluşum yoktur.
Zihnimizin
dışında devlet değil, sadece üzerinde yaşadığımız vatan (arazi,
toprak), millet dediğimiz insan yığını, bu insan yığınına hükmeden
örgütlü bir zümre (yani siyasetçi ve bürokratlar topluluğu, devletlular),
ve bu devletluların yönetimde esas aldıkları ilkeleri (rejim) vardır.
Hatta
o ilkeler (rejim) bile maddî varlığa sahip değildir, itibarîdir,
gerçeklikte mevcut olan, devlet adına hareket ettiklerini söyleyenlerin (kimi
zaman çifte standart içeren, tutarsız ve keyfî) hareket, tutum ve
davranışlarıdır.
*
Söz
konusu devletlular topluluğu halktan bazılarını yardımcıları olarak istihdam
ederler (memurlar), ve (rejim diye adlandırılan) bir “gütme
usulü” ile millete tabiri caizse “çobanlık” yaparlar.. Her çobanın mutlaka
köpekleri (güvenlik güçleri) de olur.
Bu
“çoban”ların bazısı şefkatli ve merhametlidir, kavalıyla koyunların gönlünü hoş
etmeye çalışır, bazısı ise elinden sopayı eksik etmez, sürüde ayrı baş çeken
ve rejime (gütme usulüne) aykırı hareket eden oldu mu, bir derdi mi
var diye düşünmeden kafasına sopayı merhametsizce indirir.
İnsanların
gerçek sahibi Allahu Teala’dır; “çoban”lar O’nun ilkelerine (Şeriat’e)
uyduklarında emanete riayet etmiş olurlar.
“Gütme
usulü” diye kendi kafalarından icat çıkardıklarında veya aralarından
birinin ilke ve (devrim madalyası taktıkları)
yeniliklerine (ifsat ve tahribatına) tabi olduklarında, sürünün asıl sahibine
ihanet etmiş olurlar.
Buna
bir de “Sürünün sahibinin emirleri (şeriati) de ne oluyormuş, nasıl güdeceğime
ben karar veririm” şeklindeki azgın isyankârlık eklendiğinde, belalarını
eksiksiz biçimde bulurlar.
Çünkü
gün akşam olur, Güneş batar, alem ölüm demek olan uykuya yatar, ve ertesi sabah
herkes uyanıp ruhları bedenlerine tekrar iade edildiğinde sürünün sahibi, hain
çobanları hesap sormak üzere huzuruna çağırır.
*
Mecelle’deki
bir başka kural şudur: “Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü
inkâr olunamaz.”
Yani
zamanların değişmesi ve başkalaşması ile hükümlerin değişeceği inkâr edilemez.
Ancak,
aynı Mecelle, “Mevrîd-i nassda ictihada mesağ yoktur”
da demektedir.
Bu
bir çelişki midir?
Hayır!
Ezmanın
tegayyürü ile ahkâmın değişmesi sadece içtihadî meselelerde olabilir.
Fakat
bu, her hükmün değişebileceği veya değişmesi gerektiği anlamına da gelmez.
Üstelik,
içtihadî konularda, zaman değişmeden de farklı hükümler verilebilmektedir.
Ancak,
nassın varid olduğu yerde, böyle bir değişiklik (değiştirmeye müeddî bir
içtihat) yapılamaz.
Mesela Kur’an’daki
miras hükümlerinin durumu budur.. Zaman değişti diye bu hükümler
değiştirilemez.
Nass,
zamana uydurulamaz, zaman nassa uymak zorundadır.
*
Zamanın
değişmesinin bir önemi yoktur; değişen insanlardır, insanların
yapıp ettikleridir.
Zamandan
bu şekilde bahsetmek, onu, “insanın iradesini geçersiz hale getiren” bir varlık
ya da etken haline getirmek olur.
Parlak
fakat aldatıcı bir betimlemedir.
İnsanlar,
kendi yaptıkları değişiklikleri “zamanın gereği” adı altında değişmez/değiştirilemez
bir etken ilan ettiklerinde, yani o değişiklikleri insandan bağımsız ve insan
iradesinin etkisinden azade sabiteler olarak gördüklerinde, ve
onlara göre hüküm verdiklerinde, onları nass haline getirmiş
olurlar.
Bu,
kendisinin elinin ürünü olan puta, kendisini yaratan tanrı konumunu layık
görmek gibi birşeydir.
Evet
bu, insanın kendi yaptığı değişiklikleri “zamanın gereği” etiketi altında bir
tür nass ilan etmesi, nassları da (kendi bedenleri ve amelleri gibi)
değişebilir şeyler olarak görmesi anlamına gelir.
Bu,
insanın kendi amelinin meşruiyetinin delili olarak yine o ameli göstermesi
demektir.
*
Ne
yazık ki, “Müslümanların
dinlerini iyi anlamaları, Allah ve Resulü’nün maksadını
bilmeleri, dinin küllî ve nihaî
hedeflerini gözetmeleri” türünden yaldızlı ve parlak laflar edenlerin
birçoğu, bu laflarıyla, (Hz. Ali’nin Haricîler için yaptığı “hak söz
ile batılı kastetme” tespitini hatırlatacak şekilde) fesat, tahrifat ve
tahribatı kastediyorlar.
Müslümanlar nassları
uyguladıklarında Allah ve Resulü’nün “maksad”ı otomatikman
gerçekleşmiş, dinin küllî
ve nihaî hedefleri de gözetilmiş olur.
Mesela
insan, yaşaması için gereken enerjiye yemek yemesi sayesinde
sahip olur.. Düzenli biçimde yemek yediğinde, yemek yemenin asıl işlevi
ve gayesi hakkında hiçbir şey bilmese ve üzerinde düşünmese
bile, maksat hasıl olmuş olur.
Üç
yaşındaki çocuk, yemek yemenin faydası, işlevi ve
gayesi hakkında hiçbir şey bilmez, fakat Allahu Teala beslenmeye dünyada peşin
bir ödül verdiği, onu zevkli ve tatlı kıldığı, buna karşılık yemek
yemeyi terk etmeyi de açlık elemiyle azaplı hale getirmiş
bulunduğu için, çocuk bu bilgisizliğine rağmen, yaşaması için gereken enerjiyi
toplayacak şekilde amel eder.. Yemek yemenin faydası,
maksadı, hikmetleri hakkında bilgili olmanın bu noktada fazladan
hiçbir katkısı olmaz.. Böylesi bir bilgisizliğin çok fazla bir zararı da olmaz.
Buna
karşılık, bir kimse yemek yemenin maksadı, gayesi ve hikmeti hakkında çok iyi
edebiyat paralayıp da yemek yemese, ya da insanın tabiî beslenme
düzenini değiştirerek yeni icatlar çıkarmaya çalışsa,
bu alanda devrim yapma tutkusuyla mesela vücut için gerekli
olan maddelerin damardan zerk vs. gibi yollarla verilmesi türünden yenilikler
yapsa, bunu da yemek yemenin küllî ve nihaî hedefleri, maksadı gibi parlak
ambalajlar içinde sunsa, fesat çıkarmış olur.
Yemek yemedeki maksad, yani beslenmenin küllî
ve nihaî hedefleri, yemek yemenin bizzat kendisinde mündemiçtir.
Yemek
yeme alışkanlığını “maksad, küllî ve nihaî hedefler” edebiyatıyla “donukluk
ve tutukluk” olarak nitelendirmek, beslenmede sofistike olma
çağrısı yapmak, toplumun beslenme alışkanlıklarını “beslenmeyi iyi anlayamamak,
beslenmenin nihaî hedefini gözardı etme” diye nitelendirmek ya şuursuzluk ve
cehalettir ya da bilinçli sahtekârlık.
*
Evet,
dinin maksatları, küllî ve nihaî hedefleri nasslarda mündemiçtir.
Bu
nasslar uygulandığında maksatlar/hedefler kendiliğinden gerçekleşmiş olur.
Yemek
yenildiğinde, vucudun ihtiyaç duyduğu enerjinin kendiliğinden elde ediliyor oluşu
gibi.
Kölelik konusunda
da Rasululluh sallallahu aleyhi ve sellem ile ashabının uygulaması, dinin
maksatlarını, küllî ve nihaî hedeflerinin gerçekleşmesini sağlayan uygulamadır.
Diğer
konularda da (mesela evlilik yaşı vs.) durum aynıdır.
Mustafa
Özcan’ın teklif ettiği “son hedef” (yani köleliğin
bir daha geri dönülemez şekilde yasaklanması) ise, nassın (Rasulullah’ın
uygulamasının) inkârı ve iptalidir.. Özcan bunun farkında değil,
fakat durum bu.
Dinin
anlaşılmaması, dinin maksadının, küllî ve nihaî hedeflerinin gözardı edilmesi
tam da budur.
*
Mecelle’deki “Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü
inkâr olunamaz” kaidesi ne yazık ki çok istismar ediliyor.
Mecelle’deki
ifadeler ne ayettir, ne de hadîs.. O ifadeler, Kur’an ve
Sünnet’e uygunlukları ve onlar çerçevesinde anlaşılmaları nisbetinde
değerlidirler.
“Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü
inkâr olunamaz” diyenlerin kastı ve
niyeti çok iyi olabilir, fakat meseleyi ifade ediş tarzları kötü niyetlilerin
ekmeğine yağ sürecek şekilde nakıs.
Bunu mutlak şekilde
ifade etmek yerine kayıt ve şart getirmeleri gerekirdi..
Mesela “Ezmanın tegayyürü ile bazı ahkâmın (hükümlerin) tegayyürü
inkâr olunamaz” denilmesi uygun olurdu.
Mesela
yemek yemenin hükmü.. Ramazan ayında gündüz haram, zaman değişip akşam
olduğunda ise helaldir.
Fakat,
diyelim ki yürüyen bir canlıyla karşılaştık, bizim gibi biri, onun hakkında
“insan, Ademoğlu” hükmünü verdik.. Zamanın değişmesiyle bu kişi hakkındaki
hüküm değişir mi, beş sene sonra onun için, “Hayır, aslında o bir timsah, zaman
değişti, onun hakkındaki hüküm de değişti” denilebilir mi?!
Her
hüküm değişmez.. Mesela ölen insanla ilgili “canlılık” hükmü değişir, fakat
onun “insan” olduğu hükmü değişmeden kalır.
Değişmeyen
hükümler, değişenlere göre daha çoktur.. Değişen hükümler çok azdır.
Dinin
hükümleri de böyledir.. Domuz eti zamanın değişmesiyle haram olmaz.. Ama bazen,
yiyecek hiçbir şey bulamadığın ve açlıktan ölme tehlikesiyle karşılaştığın
zaman, ölçüyü kaçırmamak şartıyla yemen caiz olabilir.
Hükmün
aslı olduğu gibi kalır.. Değişen, senin durumundur.
*
Mecelle’deki “Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz” şeklindeki ifade, en sorunlu, yanlış anlaşılmaya en açık ifadelerden biri.
Hükümlerin
değişebildiği durumları aslında herkes bilir.. Fakat bunu bu şekilde sanki “dinî
bir kural” gibi söylediğinizde artık herkes kendine göre bir “şâri’
(şeriat koyucu, yasa koyan) zaman” icat edip kafasından hüküm
uydurabilir.
Sanki
zaman dile gelip konuşuyor, “Şunun hükmü artık şöyle oldu” diyor.
Zaman
adına konuşan sensin.. Zamanı bahane ediyorsun.
*
Allame Eşref Ali Tehanevî, el-İntibâhâtü'l-Müfîde ani'l-İştibâhâti'l-Cedîde adıyla yayınlanmış olan konferansında Mecelle’de yer alan “Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz” şeklindeki düşünceyi de konu edinmektedir.
Sözleri şöyle:
“(Bazıları) İnsanlar arası muâmelelerle alâkalı olan şerî hükümlerin her
bir zamanda değiştirilebileceğini zannetmektedirler….
“Bunlar, [şöyle düşünmektedirler:] “Maslahat ve zamanın
değişmesiyle hükümlerin değişmesi İslâm’ın itibâr ettiği bir şeydir.
İşte bundan dolayı şerîatlardan birçoğunda nesh [hükümlerin kaldırılıp
değiştirilmesi] meydana gelmiştir. Meselâ Nebî sallellâhu aleyhi ve sellemin
şerîatıyla, Îsâ aleyhisselâm efendimizin şerîatında Allah’ın kanun olarak
koyduğu birçok hükümler nesh olmuş, yani birçok hükümler kaldırılmıştır. Bu,
ancak zamanın değişmesiyle, (yani) maslahatların
değişmesi sebebiyledir. Bununla beraber Îsâ aleyhisselâm efendimizle,
Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem efendimiz arasındaki ara 600 seneyi
aşmamaktadır. Şu anda ise Nebî sallellâhu aleyhi ve sellemin üzerinde bu
müddetin iki katı, hatta daha fazlası geçmiştir. Öyleyse bu kadar uzun bir
zamandan sonra maslahatlar nasıl değişemez?!”
“Böyle diyerek, ebedî olan
şer’î hükümlere itirâz etmektedirler."
Merhum Tehanevî
onların iddialarını bu şekilde mükemmelen özetledikten sonra şöyle cevap
vermektedir:
“Cevâp: Kanunları yapan [şayet] kâmil, son derece bir hikmet sâhibi zât ise
ve [gelecek ve sonradan ortaya çıkacak şeyler dâhil olmak üzere] gaybı bilen
biriyse, kıyâmete kadar devam edecek olan zamanların maslahatlarının tamamını
içine alacak umûmî kanunları yapmak, onun için mümkündür.”
*
Şer’i hükümlerin
zaman içinde değişeceğini düşünenler, aslında Allahu Teala’ya cehalet isnat
etmekte, (bilerek veya bilmeyerek) O'nu kemal sıfatlarıyla muttasıf kabul
etmemektedirler.
İlk düğme yanlış
iliklenince, Allah'a iman sorunlu olunca, gerisi de öyle gidiyor.
Merhum Tehanevî
yukarıya aldığımız sözlerini şöyle sürdürmektedir:
“Eğer bir kimseye bu husûs karışık ve içinden çıkılmaz hâle gelir ve “Bizim Şerîat’la amel ettiğimiz zaman şiddetli bir darlığa
düştüğümüz müşâhede edilen şeylerdendir. Bu da şu hükümlerin bu zamana münâsip
düşmediklerini göstermektedir” derse, biz buna şöyle deriz:
“Bu hükümlerin zor olduğu ancak insanların tamamı onlarla amel etmeye
teşebbüs edip de sonra da zorluğa düştükleri zaman sâbit olabilir.
“Bunu da hiçbir kimse isbât edemez. Hâlbuki [mevcut] zorluk için gerçek[ten
var] olan bir sebeb şudur: Şerîat’ın hükümleriyle amel edenlerin, amel
etmeyenlere oranı cidden çok azdır. Bu azlık [yüzünden] her ne zaman ahkâm-ı
şer’îyeyle bir [devlet, toplum veya bireyler tarafından] amel edilirse
yeryüzünün sakinlerinin çoğunluğu ona ters düşmekte ve karşı çıkmaktadırlar.
Yâhut da onunla amel etmemektedirler. Tabiatıyla [Şeriat’i uygulamak isteyenler
için böylece] zorluk ve daralma vâki olmaktadır. İşte bu yüzden zorluğun sebebi
bu hükümlerin kendi içlerinde problemli
olmaları değil, ancak, içinde yaşadığımız şu ortamdır [kâfir ve münafıkların
itirazı, baskısı ve zorbalığıdır].
“Nitekim bir doktor hastaya on ilaç anlatır, [bazen] onlardan hiçbirisi
yakınında [yaşadığı beldede] bulunmaz. Öyleyse zorluk, bu vasıftan [ilacın
kendisinden kaynaklanan zorluktan] dolayı değil, o köyün tüccarlarının kusuru
[ilacı temin etme konusundaki ihmali] sebebiyledir.
“Bazen de olur ki, şer’î bir hükümde herhangi bir zorluk bulunmaz, ancak
kişi, âcil şahsî maslahatına [çoğu zaman heva ve hevesine, nefsanî arzularına]
bir zarar geleceği [endişesi]nden dolayı bu işi müşkil zanneder. Şunda hiçbir
şübhe yoktur ki, umûmun maslahatlarının şahsî/kişisel maslahatlara tercîh
edilmesi daha lâyık olandır.
“Hangi kanun vardır ki, umûmun maslahatlarını gözetmekten dolayı, bu gibi
şahsî zararlar [dezavantajlar] kendisinde bulunmasın.”
*
Hükümleri
güncelleme, değiştirme ve yenileme meraklısı tipler, o hükümleri değil,
kendilerini değiştirmeli, yenilemelidirler.
Kendilerini
güncellemelidirler.
Çok akıllılarsa,
bu akıllarını Allahu Teala’nın haşa hatalarını düzeltmek için değil de, fen
bilimleri, sanayi ve teknoloji alanında gâvurları geçmek için kullanmaları
tavsiye olunur.
*
Mecelle şârihlerinden Kuyucaklızade
Mehmet Atıf Bey şunları söylüyor:
“Ancak zamanın değişmesiyle değişecek olan şer’i hükümler, örf
ve adete dayalı olan hükümlerdir. Yani zamanın değişmesiyle insanların
halleri, örf ve adetleri de değişeceğinden bunların üzerine kurulu olan
hükümler de değişir.
“Mesela, eski hukukçulara göre satın alınacak evin bir odasını görmek yeterli
olup, ondan sonra satın alan diğer odaları gördüğünde görme muhayyerliği
yoktur. Sonraki hukukçulara göre ise her odasını görmek gerekir. Her odasını
görmedikçe görme muhayyerliği devam eder. Bu ise delile bağlı bir ihtilaf
olmayıp, belki inşaat hakkında örf ve adetin ihtilafından doğmuştur ki eski
hukukçular zamanında evlerin her odası aynı olduğundan, bir odasını görmek
diğerlerini görmeye engel olmuştur. Ancak sonraları evlerin inşa tarzı
değiştiği gibi bir evin odaları çeşitli şekillerde yapıldığından, evin bir
odasını görmek diğerlerini görmeye engel olmamış, her odasını görmek
gerekmiştir. Aslında satın alma amacının gerçekleşmesine yetecek seviyede bir
bilgi sahibi olmak gerektiğinden, şer’i kural asıl olarak değişmeyip,
bunun olaylara uygulanması, zamanın değişmesiyle değişmektedir.
“Şahitlerin
dürüstlüğü hakkında İmam Ebu Hanife hazretleri
ile İmameyn (İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) hazretleri arasındaki ihtilaf da
zamanın değişmesine dayanır. İmam Ebu Hanife hazretleri kendi
asırlarında insanlarda doğruluğa şahit olduğundan, hasmı istemedikçe şahitlerin
temize çıkarılmasına lüzum görmeyerek, görünür adalete göre hüküm vermeyi
caiz saymıştır. Ancak sonraları İmameyn hazretleri insanların
fesada meyillerini hissettiklerinden, hasım istese de istemese de şahitlerin
görünür adaletlerine bakılarak hüküm verilmesini caiz saymayıp, şahitlerin
gizli ve açık şekilde temize çıkarılmalarının gereğine karar
vermişlerdir.
“Sonraki
hukukçular hep İmameyn hazrtlerinin görüşleriyle fetva vermiş oldukları
gibi Mecelle’nin 1716. maddesinde de İmameyn hazretlerinin
görüşleri tercih edilmiş olduğundan zamanımızda hakimler bir davada
dinledikleri şahitleri gizli ve açık temize çıkarmadıkça hüküm veremez, verirse
hükmü nafiz olmaz [infaz edilmez, yerine getirilmez].
“Bunun gibi Mecelle’nin
596. maddesi gereğince gasp eden kimseye gasp ettiği şeyi tazmin etmesi
gerekmez. Ancak sonraları hukukçular insanların vakıf ve yetim mallarına hırs
ve tama’larını gözlemlediklerinden bu maddenin istisnai fıkrası gereğince vakıf
ve yetim mallarını korumak açısından bunlarda tazmin gerektiğine fetva
verdiler.
“Ancak örf ve adete ve insanların hallerine dayalı olmayan
hükümler değişmez. Mesela, zulüm ve yolsuzluk her zaman yasaktır. Bundaki
yasaklık hiçbir zaman değişmez.”
Bir, Şeriat'teki
adalet hassasiyetine, şahitler konusundaki kılı kırk yaran titizliğe bakın, bir
de günümüzün beşer kafası ürünü hukukunun "gizli şahit" bilmem
ne alavere dalaverelerine, "kiralık katil" türünden ne idüğü
belirsiz "kiralık şahitler"in cenneti haline gelmiş
adliyesine.
Her toplum layık
olduğu idareyi ve hukuk düzenini buluyor.
Bu millet layık
olsa ve hak etseydi Şerîat-ı Garrâ (Aydınlık Şeriat)
ile, Şer'-i Şerîf (Şerefli/Onurlu Şeriat) ile yönetilirdi.
Ama layık değil.
O rahmeti hak etmiyor.
Hak etmeyen bir
topluma da Allahu Teala böylesi bir rahmeti nasip etmiyor.
*
Evet, merhum
Kuyucaklızade’nin ifade ettiği gibi, zamanın değişmesiyle değişecek olan şer’i
hükümler, örf ve adete dayalı olan hükümlerdir.
Örf ve adete ve
insanların hallerine dayalı olmayan Şeriat hükümleri değişmez.
Modernist (yani Batı’nın çağdaş/modern halini “nass” kabul eden), Fazlur Rahman’ın
sapık mezhebine tabi olan ilahiyatçılara göre ise ayet ve hadîslerle sabit olan
hükümler de değişir, değiştirilmelidir.
Nitekim, (derin
devlet nezdinde akredite olan bu ilahiyatçılardan) perde arkasında
akıl alan Erdoğan altı yıl önce, 8 Mart 2018 tarihinde şöyle konuşma
gafletinde bulunmuştu:
"Din
adamı diye ortaya çıkıp kadınla ilgili dinde yeri olmayan içtihatlarda
bulunuyorlar. Çünkü İslamın güncellenmesinin gerektiğini bilmeyecek
kadar da aciz bunlar. İslamın hükümlerinin güncellenmesi vardır. Siz
İslamı 14-15 asır öncesi hükümleriyle kalkıp da bugün
uygulayamazsınız."
Bir gün sonra ise
şunu demişti:
"Biz
dinde reform aramıyoruz. Haddimize mi? Ama çıkıp da kadınlarla ilgili,
yaşlılarla ilgili konuşmaların İslam'a getirdiği lekeyi görmezden
gelemeyiz. Türkiye'de din eğitim ve öğretiminin sağlıklı bir temel üzerinde yaygınlaştırılmasına
ihtiyaç var."
Aslında İslam’ın güncellenmesinden söz
etmekle dinde reform çağrısı yapmak aynı şeydir.
İbrahim Kalın da, Erdoğan’ın bu
açıklamasını tevil ve tefsir babından Mecelle’nin “Ezmanın
tegayyürü…” ilkesine atıfta bulunmuştu.
Mesele Arab’ın bin 500 sene önceki örfü
olsa sorun değil, fakat olay, Arnavut gâvuru Diamond’un son yaygarasını
bahane ederek tağut Soner gibilerin “hadîsler”in (Sünnet’in) ayıklanması,
Sahîh-i Buharî’nin çöpe atılması çağrısında bulunmaları gibi, İslam’ın
temellerinin inkârı ve yıkılması noktasına vardırılıyor.
*
Yrd. Doç. Dr.
İbrahim Özdemir’in bir makalesi bu "tegayyür" konusunu ayrıntılı bir
şekilde açıklıyor (http://dergipark.gov.tr/download/article-file/162864).
Özdemir,
makalesini şöyle özetliyor (özetin özeti):
“… Hükümde değişim kavramı, gerçek anlamda bir değişimi
ifade etmemektedir. Bu değişimin ispatı için referans gösterilen tüm
argüman ve örnekler bu anlamdaki değişimi değil, hükme konu olan cüz’î
hâdiselerdeki değişimi ifade etmektedir. … Karâfî (ö. 684/1285)’den
İbn ‘Âbidîn (ö.1252/1836)’e kadar bu konuda söz söyleyen fakihler ahkâmın
değişmesinden değil, ahkâma tekabül eden mezkûr durumların değişiminden
bahsetmektedirler.”
Makalenin sonuç
bölümünde ise şunlar söyleniyor:
“Sonuç olarak diyebiliriz ki, son dönmelerde yaygın bir biçimde tartışılan
hükümde değişim, ahkâmın değişmesi vb. kavramlar usûlî temellere bina
edilmeden ele alınmaktadır. Hükümde değişimin ispatı sadedinde ileri
sürülen tüm argümanlar bu konuya ait olmadığı gibi, konuya dair verilen
örnekler de bu alana ait değildir. …
“… Karâfî’den İbn ‘Âbidîn’e kadar hükümde değişim konusuna yer veren tüm fakihler, günümüzde değişim
kavramından anlaşılan anlamı kast etmemişlerdir. Bilakis onlar tagayyür kelimesini
farklılık anlamına gelen ihtilaf kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanmışlardır.
Başta İbn Kayyim olmak üzere mezkûr bilginlerce yer verilen fetvada değişim
kavramıyla örfte değişim kavramı, sanıldığının aksine hükümde değişime
tekabül etmemektedir. …
“Fetvanın değişim gerekçeleri olarak zikredilen zaman, mekân, durum, âdet
ve niyet gibi tikel vaki durumlar hükmün bağlandığı şer’î illetlere
tekabül etmektedir. Her illetin kendine özgü bir hükmü var olduğu gibi, her
vaki durumun da kendine özgü bir hükmü vardır. Hükümler varlık ve yoklukta
illetlerle birlikte deveran ettiği gibi, cüz’î-vaki durumlarla birlikte de
deveran etmektedir. Cüzî-vaki durumları inceleyen tahkîku’l-menât yönteminin
işlevi hükümlere bağlanan bu tikel olgusal durumların tespiti noktasında ortaya
çıkmaktadır. Fukaha hükümde değişim kavramı yerine fetvada değişim ve
illetlerde değişim kavramlarını kullanmaktadır. Günümüzde de aynı
kavramların kullanılması usûlî bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
“… Hükümde değişim kavramı birçokları tarafından müsellem bir
hakikat olarak telakki edilip bütün hükümlere teşmil edilmektedir. Son
zamanlarda çokça tartışılan ve tüm şer’î-amelî hükümleri kapsayan tarihsellik konusu
bu kavrama dayandırılmaktadır. Hangi alanlarda ve nasıl işlev
göreceği belirlenmeyen bu fıkhî kuralın, tahkîku’l-menat
yönteminden bağımsız olarak ele alınması, İslam hukukunda bir yöntem
dâhilinde kabul edilen değişimin aslî mecrasından çıkıp farklı mecralara
girmesi ve sonucu kestirilemeyen birtakım yanılgı ve saplantılara yol
açması kaçınılmazdır.”
*
TDV İslâm
Ansiklopedisi’nin “Zâhid Kevserî” maddesinde
verilen bilgiler de önemli:
“… Kevserî’nin bu alandaki temel görüşleri şöyledir: ... Muâmelâta ilişkin dinî hükümleri diğerlerinden ayrı tutup
değişebilirliğini ileri sürmek tutarsızlıktır. …
“Sahâbe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn fukahasının Kitap ve Sünnet’ten Arap dili kurallarına göre anladığı şey ne ise
dinî ahkâm odur. Sonraki asırlarda yaşayan fakihler (müteahhirîn) öncekilerin
Kitap ve Sünnet’ten çıkardıkları şeylere muhalefet edemez, sadece onların hüküm
vermediği veya sonradan ortaya çıkan hususlarda hüküm verebilir; onların ihtilâf ettiği meselelerde tercihte bulunabilir
[İttifak ettikleri, icma bulunan hususlarda yeni görüşler ortaya
atılamaz].
“Bu çerçevede örf ya da maslahat, hükümlerin değişmesine
gerekçe yapılamaz. Bu gerekçelerle bazı şer‘î hükümleri yürürlükten
kaldırmak ise ahkâm neshetmektir, bu ise
insanın teşrî‘ [“şeriat / dinî hüküm” oluşturma] alanına müdahalesi anlamına
gelir [Tanrılık/rablik taslamaktır]. Teşrî‘ alanı münhasıran Allah’a
aittir [şerik/ortak, paralel tanrı kabul etmez] (Maķālâtü’l-Kevŝerî, s. 108, 111, 113-116). …
“Kevserî’ye göre akılla tesbit edilen dünyevî
maslahatın şer‘î delillerle çatışabileceğini söylemek Allah’ın kulların
maslahatını bilmediği anlamına gelecektir. … İbadetlere dair
olanların aksine muâmelâta dair hükümlerin zamanın gereği
doğrultusunda değişebileceği de söylenemez; çünkü bu doğrudan doğruya insana
teşrî‘ yetkisi tanımak demektir. … (a.g.e., s. 118-119).”
İnsana teşrî’
yetkisi tanımak ise, (merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca’nın Hak
Dini Kur’an Dili’nde Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetini açıklarken
belirttiği gibi) onu “rab” edinmektir.
Şirktir,
küfürdür.