İSLAMSIZ (ŞERİATSIZ) DARU'L-İSLAM

 




Bir önceki yazıda Muşlu Molla Muhammed Doğan'ın (Mehmet Doğan) şu sözünü aktarmıştık:

“Burası, Daru’l-İslam’dır. Daru’l-İslâm’da eşhâsın küfrüne ancak mahkeme-i şer’iyyece hükmedilir. Mahkeme-i şer’iyyenin kararı olmadan halkın birbirlerini tekfîr edip bunu karâra bağlamaları câiz değildir.”

(https://www.nurmend.com/yazi/172-devlet-erkanina-acik-mektub)

Şeriat'in hakim olmadığı, mahkeme-şer'iyyenin (Şeriat mahkemesinin) bulunmadığı bir daru'l-İslam..

Con Ahmed'in devr-i daim makinası, bunun yanında ilkel bir icat gibi kalıyor.. 

Diyelim ki birisi bize falan şahsın dinsiz imansız sözlerinin İslam'a göre hükmünü sordu, onu tekfir edemeyeceğiz, küfre düştüğünü söyleyemeyeceğiz, çünkü Şeriat mahkemesi konumunda değiliz.

"İyi, o zaman devlet, Şeriat mahkemesi kursun" diye ortaya çıktığımız zaman da, şayet bu yönde bir örgütlenme faaliyeti içine girersek, lafta daru'l-İslam olan bu ülkenin Şeriatsız laik (siyasal dinsiz) mahkemeleri "anayasal düzeni değiştirme" suçlamasıyla ocağımıza incir dikecek..

Bir siyasî parti çıksın da TBMM'de Şeriat mahkemesi kurulması teklifi yapsın bakalım, ne oluyor?

Bu ülkede sütsüz sütlacı icat edebilen bir tek bile mucit henüz çıkmadı, fakat İslamsız daru'l-İslam'ın patentini almayı hak edenlerin sayısı hadsiz hesapsız.

*

Evet, Türkiye daru'l-İslam değildir.

Peki o zaman nedir, daru'l-harp midir?

Bunun için önce daru'l-harpten ne anlaşılması gerektiğine bakmak gerekiyor.

Prof. Dr. Ahmet Özel, TDV İslâm Ansiklopedisi'nin "Dârülharp" maddesinde şunları dile getiriyor:

"... dârülharp, İslâm dışı devlet ve yönetimlerin hâkimiyet alanını, faaliyet ve hukuk düzenlerinin uygulama sahasını ifade eder. Başka bir deyişle İslâm siyasî hâkimiyetinin sınırları dışında kalan, yönetim ve hukuk düzeni İslâm esaslarına uymayan her ülke dârülharptir. İslâm hukukçuları devletin ülkesini tarif ve tesbit ederken dünyayı iki kısma ayırmışlar, devletin siyasî, iktisadî, idarî ve hukukî düzeninin İslâm esaslarına dayandığı, yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin İslâmî otoritenin elinde bulunduğu ülkelere dârülislâm, İslâm düzeninin hâkim olmadığı ... ülkelere de dârülharp adını vermişlerdir."

Türkiye'nin "siyasî, iktisadî, idarî ve hukukî düzeninin İslâm esaslarına dayandığı"nı söyleyebiliyorsanız, daru'l-İslam olduğunu da söyleyebilirsiniz.

Fakat bunu söylediğiniz zaman, "Türkiye laik bir devlet değildir, Şeriat devletidir, din devletidir" demiş olursunuz. 

Kendilerini ülkenin gerçek sahipleri kabul eden laik kafalı “derin” şahıslar, dindar gruplar kendi aralarında böyle konuşup kendilerini aldattıklarında zevkten dört köşe olurlar, fakat aynı şeyin TBMM’de, resmî bir törende vs. söylenmesi ihtimali ise gözlerinin kanlanmasına, tüylerinin diken diken olmasına neden olur.

Hemen Anayasa'daki laiklik (siyasal dinsizlik) ilkesi hatırlanır.

*

İmdi, daru'l-harp tabiri harb (savaş) kavramını içerdiği için, bir beldenin daru'l-harp olduğunun söylenmesinin, “orada savaşmak gerektiği düşüncesinin savunulması” olarak anlaşılması mümkündür.

Kastedilen bu değildir.

Fakihler (İslam hukukçuları) daru'l-harp tabiri yerine, Prof. Özel'in belirttiği gibi, “dâru'l- küfür” ve “dâru'ş-şirk” gibi tabirleri de kullanmışlardır.

Bu tabirler daru'l-harp kavramından daha uygundur. Çünkü, Prof. Özel'in ifadesiyle:

“Dârü’l-harp” terkibi her ne kadar ilk bakışta “kendisiyle dârülislâm arasında savaş halinin mevcut olduğu ülke” mânasını ifade ediyorsa da İslâm hukuku kaynaklarında “dârülislâm dışındaki ülkeler” anlamında ve bugünkü “yabancı ülke” tabirinin karşılığı olarak kullanılmıştır. 

*

Peki neden daru'l-harp tabiri “dâru'l-küfür” ve “dâru'ş-şirk” tabirlerinden daha çok kullanılmış, onları neredeyse unutturmuştur?

Sebebi, kâfirlerin geçmişte Müslümanlarla sürekli savaşmaları, savaşmak için fırsat kollamaları, durmadan saldırmış olmalarıdır.

Günümüzde de durum aynı.. İşte Afganistan, Irak, Libya, Keşmir, Arakan, Somali, Libya, Kafkasya vs. gözlerimizin önünde.. (Laik, İslam Şeriati ile arası limonî Türkiye'nin de Afganistan'a NATO bünyesinde asker göndermiş olduğunu unutmayalım.)

Bu hususu Prof. Özel şöyle açıklıyor:

... yabancı ülkelerin dârülharp şeklinde adlandırılmasında da Ortaçağ boyunca milletlerarası münasebetlere hâkim olan tarihî ve siyasî şartlar etkili olmuştur. Zira ... tarihî bir vâkıa olarak müslümanlarla müslüman olmayanlar arasındaki münasebetler başlangıçtan beri umumiyetle savaş halinde sürüp gelmiştir. İslâm’ın doğuşu sırasında milletlerarası münasebetlerde kuvvet tek hâkim durumundaydı ve İslâm’ın devletler arası münasebetleri düzenlemek için ortaya koyduğu kurallar yalnız müslüman devletlerce tek taraflı olarak uygulanabilmiştir. Ortaçağ’ın hıristiyan devletlerindeki hâkim telakki, sadece müslümanlara karşı değil kendi dindaşlarına karşı da savaş halinin sürekliliği şeklindeydi. 

Milyonlarca insanın öldüğü Otuz Yıl Savaşları'nı (1618-48) hatırlayalım.

Birinci Dünya Savaşı da esas itibariyle Almanya'nın sömürgecilik pastasından daha fazla pay almak için İngiltere ve Fransa ile kapışmasından kaynaklanmıştı.

İkinci Dünya Savaşı da hakeza..

*

Evet, daru'l-İslam, İslam'ın hakim olduğu, ancak Allah Rasulü'nün ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini edenlerin yönetici olabildiği beldedir. 

Müslümanların, müslüman olduklarını söyleyenlerin ve kendilerini müslüman zannedenlerin yaşadıkları yer değildir. 

Bu kadarcık bir "yaşama"yı müslüman bir birey ABD'de de, Rusya'da da, Almanya'da da, Hollanda'da da yapabiliyor.

Evet, Türkiye, laikliğinin bir sonucu olarak daru'l-İslam değildir.

Anayasa'sına göre, laik (siyasal dinsiz), Avrupa'dan öğrendiği çağdaş uygarlık düzeyini yakalamaya çalışan bir ülkedir.

Daru’l-İslam olmadığı için de dış politikadaki en önemli hedefi, özü itibariyle bir hristiyan birliği olan Avrupa Birliği’ne dahil olmaktan ibarettir.

Daru'l-İslam olmanın gerekleri, kendini "laik demokratik sosyal bir hukuk devleti" olarak tanımlamak, Hristiyanlar’ın kurduğu bir askerî birliğe (NATO’ya) “Biz laik bir devletiz” diyerek girmeyi başarmak, bu başarıyı Avrupa Birliği’ne girerek taçlandırmaya çalışmak olsaydı, mesele yoktu.

*

Merhum Abdülhakim Arvasî Sevânihu’l-Efkâr ve Sevâmihu’l-Enzâr adlı eserinde (Âsitâne Kitabevi, İstanbul, 2004) daru'l-İslam ve daru'l-harp kavramlarını şöyle açıklıyor:

Dâru’l-harb diye, ahkâm-ı şer’iyyenin (Şeriat hükümlerinin/yasalarının) cârî (yürürlükte) olmadığı memâlike (memleketlere) denir. Ahkâm-ı şer’iyyenin cârî olmadığı ülke ister müslümân ister müslümândan gayri kimselerle meskûn olsun dâru’l-harbdir.

Ahkâm-ı şer’iyyenin cârî olduğu yerler dâru’l-İslâmdır. Ahâlî gerek müslim ve gerek gayrimüslim olsun.

Bu cereyândan (carî/yürürlükte oluştan) murâd, mehâkim (mahkemeler) ve hukûmetce olan cereyândır. Yoksa eşhâs beyninde cereyân-ı ahkâma bu bâbda hüküm yokdur (Kişiler arası ilişkilerde gayriresmî düzeyde Şeriat hükümlerine riayet edilmesi, ülkenin daru'l-İslam veya daru'l-harp olması meselesinde önem taşımaz). Zîrâ şahs-ı müslim her ne zamân ve mekânda olursa olsun ahkâm-ı Şer’iyye ile âmil olmasına bir mâni’ yokdur (Müslüman şahıs, her yerde Şeriat'e uyabilir, uymasının mümkün olmadığı zamanlarda da zaruret nedeniyle mazur kabul edilir).

(http://www.turkcesi.biz/iktibaslar/yazarlar/darul-harb-ve-darul-islam.html)

*

Prof. İhsan Süreyya Sırma ise meseleyi şöyle anlatıyor:

… Allah rahmet eylesin, bir Mela Ali vardı Van’da.. Çok büyük bir hocaydı. Rahmetli Erbakan Hoca çok mühim meselelerde onu uçakla getirtir; sorar geri gönderirdi. Türkçe’yi sonradan öğrenmiş, … Arapça’sı çok iyiydi. Muazzam bir vahiy kültürü vardı….

Bir bayramda, Beşir Atalay Bey’le Van’a gidip Molla Ali’yle bayramı yapalım, diye bir karar verdik…. Oraya ulaştığımızda Hoca namazı kıldırmış, eve geçmişti. Hoca’nın bir salonu vardı. Oturmuş, suratı beş karış.. “İstemiyorsan gidelim, bu ne surat böyle bayram sabahı? Böyle surat edeceksen biz gidelim” dedim. “Sizinle alâkası yok, kendime kızıyorum. Bu genç, Ankara’dan gelmiş, birşeyler soruyor. Sorduğunu dahi anlamıyorum, onun için kendime kızıyorum” dedi…. 

“Gel oğlum, gel bakalım.. Hoca’ya ne soruyorsun?” dedim. “Hocam, ben Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde okuyorum … Hoca’yı duymuştum….” “Peki sorun ne?” dedim. Soru “ülke”“Darü’l-İslam, darü’l-harb” meselesini soruyor. Ama “ülke” diyor, Seyda [Molla Ali Hoca], “ülke”nin ne olduğunu bilmiyor. “Seyda! Bu, dâr meselesini soruyor” dedim. “Öyle mi, gel oğlum gel. Kâğıdın kalemin var mı?” dedi….

Yazdırdığı cümleyi aklımda tutuyorum: … “Ülke… virgül…” Noktalamasını da söylüyor. “Başkalarının değil… Noktalı virgül… Benim ilkelerimin uygulandığı yerdir… Nokta.” [ÜLKE (VATAN), BAŞKALARININ DEĞİL; BENİM İLKELERİMİN (ŞERİAT’İN) UYGULANDIĞI YERDİR.]

(Adnan Demircan, İhsan Süreyya Sırma Kitabı, İstanbul: Beyan, 2018, s. 136-8.)

*

Evet, daru'l-harp, İslam'a savaş açılan ülkedir.

Bir başka deyişle, Allahu Teala'ya ve Allah'ın Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem'e savaş açılan yerdir.

Allahu Teala'ya savaş açmak, O'nun kitaplarına, vahyine savaş açmaktır. Yoksa, kimsenin "Allah ile savaşıyorum" diyerek göğe füze fırlatacak hali yok.

Allahu Teala'nın hükümlerinin yeryüzünde hakim olmasını isteyenlere açılan savaş, onlarla mücadele edilmesi de, Allahu Teala'ya açılan savaş cümlesindendir. 

Nitekim ayette şöyle buyuruluyor:

"Onların söylediklerinin seni cidden üzmekte olduğunu elbette biliyoruz. Fakat gerçekte onların yalanladıkları sen değilsin; o zalimler asıl Allah’ın âyetlerini yalanlıyorlar." (En’am, 6/33)

Allahu Teala'nın şeriatini (hükümlerini) savunan, onun devlet düzenine hakim olmasını isteyen müslümanlarla mücadele edenlerin düşmanlığının asıl hedefi de gerçekte Allahu Teala'dır.

İmdi, bir beldede Şeriat'in hakim olması için "örgütlü" çaba sarf edilmesi, devletin desteğini almak bir yana, anayasal düzeni yıkmaya yönelik bir suç kabul ediliyorsa, engellenmesi, cezalandırılması gereken bir faaliyet olarak görülüyorsa, o belde daru'ş-şirk olmanın da ötesine geçip daru'l-harp halini almış demektir. (Laik kafalılar gücenmesinler, İslam’a göre böyle.. Laik zihniyet, olayı başka kavramlarla ifade etmekte özgür.)

*

Örgütlü çabadan da vazgeçtik, bir müslüman bireysel olarak bu yöndeki inancını, tutumunu, kanaatini sürdürdüğünde, "Burası daru'l-İslam'dır, son kaledir, İslam en iyi bizim ülkemizde yaşanıyor, İslam dünyası ayağa kalkacaksa bu yine bizim liderliğimizde olacaktır" filan diyerek rejime olan imanını arz etmediğinde "Bakarsın başkalarına da bu düşüncelerini bulaştırır" diye "taciz takib"e maruz bırakılıp yalnızlaştırılabiliyorsa, zehirleme yoluyla öldürülmek istenebiliyorsa, itibar suikasti amaçlı sinsi tuzakların birini atlattığında diğeriyle boğuşmak zorunda kalabiliyorsa, kısacası anasından emdiği süt burnundan getirilebiliyorsa, işte o zaman, daru’ş-şirk ya da daru’l-küfür, sade suya tirit küfrü ve şirki kendisi için yeterli bulmamış, Allah yolunda olmayı önemseyen Müslümanlara karşı fî sebîlissanem (put yolunda) atağa kalkıp savaş açmış, kendisini daru’l-harp olarak konumlandırmış olur.

Vatandaşlarımız “Çok şükür Türkiye böyle değil” diyebiliyor oldukları için ne kadar şanslı olduklarını anlamalı ve hallerine şükretmeliler!

Şanslılar, fakat bunun farkında olmamaları çok acı.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...