“Zamanın
imamı” konulu yazılarımızın sonuncusunda Ayetullah Kemal Haydarî’nin şu sözlerini aktarmıştık:
İkinci
konu, ‘‘Mehdî Muntazar'in (a.f.) masumiyeti'' meselesidir. Hakkında
görüş ayrılığının gerçekleştiği konulardan biri de … ittifak bulunduğu şekliyle
ve anlamıyla İmam Mehdî-i Muntazar'ın … yönetim ve şeriatı tatbik
seviyesinde masumiyet derecelerine sahip olup olmadığıdır. Söz konusu
masumiyet, Ehl-i Beyt Okulunun inancını oluşturan en üst düzeydeki masumiyetten
ayrıdır. Şia'nın masumiyet anlayışı ve algılayışı ayrı bir konudur. Diğer bir
ifadeyle İmam Mehdî-i Muntazar siz Ehl-i Sünnet'in kabul ettiği ve inandığı bir
şekilde masumiyete sahip midir, değil midir? Bu masumiyet İslam âlimleri
arasında ittifak edilen tebliğ ve tatbik düzeyinde bir masumiyettir.
Öyleyse masumiyet deyince kimsenin aklına Ehl-i Beyt Okulunun bu kavrama
yüklediği anlam gelmesin. ‘‘Masum'' kavramıyla bilinen ve kabul edilen anlamı
kastediyoruz. Bir diğer ifadeyle, Hz. Peygamber'in (s.a.a.) masumiyetinin
kapsadığı anlamı kastediyoruz. Ancak bu masumiyetin sınırları dahi Ehl-i Beyt
Okulu ile diğer Okullar arasında ihtilaflıdır. Hatta bu konu, diğer okulların /
mezheplerin kendi aralarında da ihtilaflıdır. Öyleyse ihtilafların çıktığı
ikinci konu -İmam Mehdî-i Muntazar'ın hayatta olduğu ispatlandıktan veya
ileride zuhur edeceği ortaya konulduktan sonra- O'nun masumiyete sahip
olup olmamasıdır. Acaba İmam Mehdî (a.s.) masum bir imam mıdır yoksa diğer
müctehidler gibi bir müctehid midir? Nitekim kimileri O'nun müctehid
olduğunu, bazen yanılıp bazen isabet ettiği görüşünü benimsemişlerdir.
… Eğer durum bu şekildeyse masumiyetine
inanmayanlar O'nun Mehdî-i Muntazar olduğunu ispat etmek için ne tür delillere
sahip olduklarını takdim etmelidirler. O da diğer
müctehidler gibi bir müctehid ise diğerlerinin O'na uymasını zorunlu kılan
nedenler nelerdir? Bu biat neden zorunlu ve vacip olsun ki? Ümmetin
bu müctehide itaat etmesi neden vacip olsun? Irak'ta, İran'da, Mısır'da,
Arap Yarımadası'nda özetle İslam Dünyasının bütün coğrafyalarında günümüzde de
büyük müctehidler bulunmuyor mu? Bunlar da büyük âlimlerdir, kuruluşlar ve
müesseseler tesis etmişlerdir.
… Bütün herkesin bu İmama
itaat etmesinin vacip oluşunun gerekçesi nedir? Yani bunların İmam
Mehdî'nin diğer geriye kalan müctehidlerden ayırt edilebilmesi için ileri
sürdükleri kriterler nedir? Gerçi bazıları ‘‘O, adaleti ve hakkaniyeti
ikame edince Mehdî olduğu anlaşılacaktır. İnsanlar bu özelliğiyle O'nun Mehdî-i
Muntazar olduğunu anlayacaklardır'' demektedirler. Bu cevap açık olduğu üzere
devri (kısır döngüyü) [totoloji] gerektirir. Çünkü dünyaya
adalet ve hakkaniyeti hâkim kılmadan önce insanlar O'na itaat ve biat edebilmek
için O'nu nasıl tanıyacaklardır?
Özetle … O, masum mudur
yoksa bazen yanılan bazen doğruya ulaşan bir müctehid midir?
*
Haydarî’nin sözleri, merhum Necip Fazıl’ın İbn
Teymiyye hakkında yaptığı tespiti hatırlatıyor: “İlmi, aklından fazla.”
Ya da çok fazla “akıllı” ve tecahül-i arifane
sanatı sergiliyor, bile bile salağa yatıyor.
Cerbezeli adam.. Demagoji ve mugalatanın
hakkını eksiksiz biçimde veriyor.
*
Biz Mehdî hakkındaki bilgimizi nerden elde
etmiş bulunuyoruz, Kur’an-ı Kerîm’den mi?
Hayır!.. Hadîslerden..
Hadîsler bize, Mehdî’nin nasıl çıkacağını, çıkış
alâmetlerini de bildiriyor.
Bu hadîsler dikkate alınmadığında,
ortada bir Mehdî-i Muntazar kalmaz.. Sen sağ ben selamet, köylü köyüne, evli
evine..
Dikkate alındığında ise, “Mehdî’yim” diye
ortaya çıkan kişinin gerçekten Mehdî olup olmadığını bilmeme diye bir sorun
yaşanmayacağı anlaşılır.
Çünkü Mehdî’nin alâmetlerinin birileri
tarafından yapay bir biçimde hazırlanması ve ortaya çıkacağı şartların
dünyevî güçler tarafından mizansen kabilinden hazırlanabilmesi
imkânsızdır.
Denemesi bedava, ellerinden geliyorsa
buyursun yapsınlar!
Dolayısıyla, Mehdî ortaya çıktığında onun
gerçekten Mehdî olup olmadığını anlayamama sorunu asla yaşanmayacaktır.
*
Bu, Hz. İsa aleyhisselam’ın inişi
meselesi için de geçerlidir.
Bundan beş asır öncesini düşünelim.. Ulaşım
ve iletişim bugünkü gibi değil.
Öyle bir dünya ki, karlı kış günlerinde Doğu
Anadolu’da bir köyde bir adam öldüğünde, üç beş kilometre uzaktaki köyde
yaşayan adam bundan ancak üç dört ay sonra haberdar olabiliyor.
Bugünse uydu teknolojisi sayesinde
dünya küresel bir köy haline gelmiş durumda.. Nerede haber değeri
taşıyan bir gariplik olsa herkes anında duyabiliyor.
Dolayısıyla, bundan beş asır önce Şam’da
bir adam ortaya çıkıp “Ben İsa’yım, gökten indim” dese, onun mesela Hindistan’tan
veya Fas’tan gelmiş bir sahtekâr olması ihtimalini yabana atmak mümkün
olmazdı. (Mesela bizim tarihimizde bir Düzmece Mustafa olayı var.. Mustafa,
Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı’nda kaybolan, öldüyse cesedi teşhis
edilememiş oğluydu.. Çelebi Mehmet devletin birliğini tekrar sağlama
mücadelesi verirken kardeşleriyle boğuştu, Mustafa diye biri ortalarda
görünmedi. Fakat Çelebi vefat edip yerine genç oğlu Murat geçince biri “Ben
Yıldırım’ın oğlu Mustafa’yım” diyerek ortaya çıktı ve bazı meşhur komutanları bile
yanına çekmeyi başardı. Neredeyse Murat’ı mağlup edip ülkenin tek hakimi
olacaktı.. Gerçek Mustafa’ydıysa, “Düzmece” damgasını yemekten kurtulabilmiş
değil, kimse onun gerçekten Mustafa olduğunu kesin biçimde söyleyemiyor. Sahte
idiyse, o günkü şartlarda Osmanlı’nın anlı şanlı komutanlarını bile aldatmayı
başarabilmiş.. Sahte olduğunu varsayalım, o günkü ulaşım ve iletişim
şartlarında bile böyle bir olay yine de benzersiz.. O devirde bile sık
rastlanan ve kolay gerçekleştirilebilecek birşey değil.. Bununla birlikte,
imkân dahilinde.. O yüzden o Mustafa’nın sahte olması ihtimalini yabana
atamıyoruz.)
Durum böyleyken yine de geçmişte böyle bir sahte
İsa çıkabilmiş değil.
Bugünse herhangi bir dünya sakininin bu
şekilde asıl kimliğini saklayarak “Ben İsa’yım” diye ortaya çıkabilmesi mümkün
değildir.. Onun asıl kimliği hemen deşifre olur.
*
Günümüzde istihbaratçıların (ajanların)
tanınıp bilinmedikleri yerlere sahte kimlikle gitmeleri mümkün oluyor.
Fakat bu kişiler deşifre olmamak için o yeni kimlikleriyle televizyonlarda,
internette vs. haber olmaktan özenle kaçınmak zorundadırlar..
Diyelim ki ajan Ali, Veli adıyla
kendisini tanıttı ve bu yeni kimliğiyle haber konusu oldu, onu Ali olarak
tanıyanlar “Bu bizim Ali” diyerek sosyal medyayı karıştırmak için bir
saniye bile beklemezler.
Ve diyelim ki ajan Ali estetik
ameliyatla yüzünü de değiştirdi, kendisine uydurma bir geçmiş icat etti, sahte biyografi
hazırladı, kamuoyu önüne çıkmayıp sadece birkaç kişiyi aldatmaya çalışması
durumunda sorun çıkmayabilir de, bu oyunu bütün dünyanın gözü önünde sürdürmek
istediğinde sahte biyografinin dikişleri patlar..
Mesela “Ben falanca memlekettenim, filan
okullarda şu zaman okudum” dediğinde yolları oralardan geçmiş olanlar “Yok
böyle biri” derler. (Türkiye’de bir zamanlar Hans von Aiberg adıyla biri
çıkmış, internetsiz yıllarda “Arz’dan Arş’a…” diye cilt cilt
kitaplar yazmış, adının Hans değil Bülent olduğu sonradan herkes
tarafından öğrenildiyse de bu arada kitaplarını satmış, yükünü tutmuştu. Şimdi
olsa Hans’ın Bülent olduğunun bilinmesi herhalde bir haftayı geçmezdi.)
Bir adam Hz. İsa a.s.’ın konuştuğu (günümüzde
konuşulmayan) Aramice’yi akıcı bir şekilde konuşacak şekilde özel eğitim
almış bulunacak, 2 bin sene öncesinin dünyasını, kültürünü, insanlarını,
olaylarını ayrıntılı bir şekilde bilecek, sahih/otantik İncil’e
bugünkü İncil’lerdeki eksiklik ve fazlalıkları açıklayacak
şekilde hakim olacak, bunun yanı sıra Tevrat’ı da herkesten iyi
bilecek, ve de günümüzün insanı olduğu halde böyle bir kişiyi önceden tanımış
olan biri çıkmayacak..
Bu mümkün değildir.
Dolayısıyla Hz. İsa a. s. indiğinde dünyada
hiç kimse çıkıp “Biz bunu tanıyoruz, o filanca üniversitenin, falanca kilise
teşkilatının yetiştirdiği falan kişi” diyemeyecek ve ilminin karşısında hiç
kimse çıkıp bir laf söyleyemeyecektir.
Mehdî’nin çıkışı ve Hz. İsa a.s.’ın dünyaya
inişi sıradan olaylar değildir, dolayısıyla Mehdî’nin tanınıp bilinmesi diye
bir sorun yaşanmaz, yaşanmayacaktır..
Haydarî’ler müsterih olabilirler.
*
Haydarî’nin sorularına geçelim..
Mehdî için, “Dünyaya adalet ve hakkaniyeti hâkim kılmadan
önce insanlar O'na itaat ve biat edebilmek için O'nu nasıl tanıyacaklardır?”
sorusunu yöneltiyor.
Başlangıçta Mehdî’yi tanıyıp bilmek, onu teşhis edebilecek
durumda olmak gerekmiyor.
Ancak, Mehdî’nin (hadîslerde belirtilen) çıkış alâmetleri
gerçekleştiğinde ona yönelik bir beklenti oluşabilir, oluşur.. Bugün olduğu
gibi..
Rivayetlerden anlıyoruz ki, bu alâmetler gerçekleştiğinde ve
şartlar oluştuğunda, Mehdî’ye ilk biat edenler Bedir ehli sayısınca
müslüman olacak.
Dolayısıyla tanıyıp bilme sorunu sadece bunlar için varit..
Bizim, bunların Mehdî’yi nasıl tanıyıp bilecekleri konusunda kafa yormamız
gerekmiyor.. Hadîsten anlıyoruz ki onlar Mehdî’yi tanıyacaklar.
Ancak, bu şekilde biat edilmiş bulunan kişinin gerçekten Mehdî
olup olmadığını gösteren bir büyük olay bu biatin akabinde yaşanacak.
Bu topluluğun üzerine yürümek üzere kuzey tarafından harekete
geçen bir ordu yere batırılarak helak edilecek.
İşte bu olay yaşandığı zaman, o kişinin gerçek Mehdî olduğu (sadece
biat edenler tarafından değil) herkesçe kesin olarak bilinecektir.
*
Haydarî’nin diğer sorusuna geçelim:
“Mehdî diğer müctehidler gibi bir müctehid ise diğerlerinin O'na
uymasını zorunlu kılan nedenler nelerdir?”
Başka soruları da varsa da bunun farklı kelimelerle yapılmış
tekrarından ibaret.
Zorunlu kılan nedenlerden birincisi, onun hadîslerde haber
verilen Mehdî oluşudur.
Mehdî olduğu anlaşıldığında artık herkesin ona itaat edip uyması
gerekir.
Çünkü hadîsler bunu emrediyor.. Mehdî’ye itaat, Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem bunu emretmiş olduğu için vaciptir.
İkinci neden ise, (önceki yazıda dile getirdiğimiz şekilde) fetva
ile kaza’nın hükmünün farklı oluşudur..
Mehdî sadece fetva değil, aynı zamanda kaza konumunda olacaktır.
Ayrıca Mehdî, “güç” sahibi olması itibariyle herkesi
(istemese bile) kendisine itaat ettirecektir.
Yani kimse, “Sana itaat etmek vacip mi bakalım, bence değil”
diyerek karşısında laga luga edemeyecektir.
*
Tabiî Haydarî’nin yaptığı şey, kendi gözündeki merteği bırakıp
elin gözündeki çöple uğraşmaktan ibaret.
Ehl-i Sünnet’in Mehdî anlayışını sorgulama adına saçmasapan
sorular yöneltmek yerine Şîa’nın mesnetsiz iddiaları üzerinde düşünse daha iyi
ederdi.
Onların Mehdî’si Hz. İsa a.s. gibi birşey.. Çocukken kaybolmuş, geri gelecekmiş..
Haydarî, sözlerinin devamında şöyle diyor:
“Mehdî-i Muntazar'ın hayatta oluşunun zarureti
ve buna terettüp eden yarar nedir? Ehl-i Beyt Okulu, İmam Mehdî-i Muntazar'ın hayatta
oluşunun zorunluluğuna inanmaktadır. Yani bu Okula göre O'nun hayatta
olması gerekmektedir. … Onların ‘‘Yeryüzü masum bir imamdan
yoksun olamaz'' şeklindeki inançlarına ilişkin mezhebî dayanakları,
esasları, kaideleri ve delilleri bulunmaktadır. …”
Bunların
12’nci imamları çocukken kaybolmuş (Daha çocukken imam; faydası neyse?), “Kayboldu,
belki öldü, yaşasa bile en çok 100 sene yaşar, hadi 150 sene yaşasın, ölür, izi
tozu kaybolur” dememişler, “O Mehdî idi, ölmedi, ölmez, geri gelecek”
demişler, o inanç üzere gidiyorlar.
Böylece,
“zamanın imamı” sorununu çözmüş oluyorlar.. “Zamanın imamı” var,
hayatta, fakat saklanıyor, ortaya çıkmıyor. Ama var.
Faydası
neyse?
Madem
ortada yok, hayatta olsa ne, olmasa ne?
*
Fakat,
buna inanmak onlar açısından önem taşıyor.. Çünkü böylece ‘‘Yeryüzü masum
bir imamdan yoksun olamaz'' şeklindeki inançlarını akıllarınca
kurtarmış oluyorlar.
Masum
(peygamberler gibi günahsız, hatasız) bir imam varmış, fakat kaybolmuş,
gizlenmiş..
İnandıkları
şey bu.
İşte,
Sünnî dünyadaki Şiîleşen fakat Şiîleştiğinin farkında olmayan veya farkettirmemeye
çalışan kişiler de bu şekilde bir “zamanın imamı” inancını benimsiyor, kendi
şeyh, üstad ya da hocalarını “zamanın imamı” yapıyorlar.
*
Haydarî sözlerini şöyle sürdürüyor:
“…
İslamî hakikatlerden biri de şudur ki -bu husus, bütün âlimler tarafından da
kabul görmüştür- boynunda bir imamın biati olmaksızın geceyi
geçirmek hiçbir Müslüman için caiz değildir. Bu hakikat
hakkında hiç kimse aykırı görüş ileri sürmüş değildir. İster sağa gidin ister
sola gidin bütün Müslüman âlimler buna inanmaktadırlar. Bu bir sabitedir,
hakkında ittifak bulunmaktadır. Buna ancak câhil veya inatçı bir kimse
muhalefet edebilir ki bu da ayrı bir konudur. Hem Ehl-i Sünnet hem de Ehl-i
Beyt Okulunun hatta bütün İslamî ekollerin muhakkik âlimleri bunun Hz.
Resûlullah'ın (s.a.a.) nassı olduğuna inanmaktadırlar.”
Olay İran’dan böyle görünüyor
olabilir, fakat Türkiye’de durum farklı..
Çünkü Türkiye’de laik (siyasal dinsiz)
rejim kendi siyasal dinsizliğine uygun “müslüman” tipi üretmiş durumda.
Ayrıca, bu “süslüman” tipini üreten kuluçka
makinaları olarak hizmet görmekle yükümlü ilahiyat fakülteleri
kurarak işi seri üretime bağlamış bulunuyor.
Kendilerini din bilgini olarak pazarlayan modernist
ve de tarihselci ilahiyat sirki soytarıları (ve de mevcut iktidarın Mehmet
Metiner gibi akredite adamları) İslam devleti diye birşey
olmadığını, hatta Şeriat diye birşeyden de söz edilemeyeceğini, dinî
emir ve yasakların çoğunun tarihsel (tarihte kalmış, bugüne hitap etmeyen)
hükümler anlamına geldiğini savunuyorlar.
Onlara göre, din, güncellenebilir
birşey.
Geçmişte Yahudiler ve Hristiyanlar dinlerini güncellemişler,
yerli-milli “papaz”ların onlardan neyi eksik?!
*
Evet, “Cemaat, Küresel İslam Devletidir”
adıyla kitaplaştırıp pdf formatında internete koyduğumuz önceki yazılarımızda
bu “imama biat” meselesi üzerinde durmuş ve bu biattan maksadın İslam
devletinin kurulması olduğuna dikkat çekmiştik.
Haydarî’nin söylediği gibi, “imama biat” (yani
İslam devletinin kurulması) vaciptir.
Huzeyfe r. a.’in rivayet ettiği hadîsin ortaya koyduğu
üzere “imamsız ve cemaatsiz (yani devletsiz)” zamanlar da olacaktır,
fakat bu, inşaî değil ihbarî bir bildirimdir.
Nasıl ki bir zaman gelip zalim yöneticilerin
türeyeceğinin haber verilmesi adaletin vacipliğini ortadan
kaldırmıyorsa, cemaatsiz ve imamsız bir zamanın olacağının bildirilmesi de
cemaatin ve imametin vacipliğini düşürmez.
*
Söz bu noktaya gelmişken bir noktaya daha
değinmekte fayda var..
Türkiye gibi ülkelerde bazı insanların bir
taraftan müslüman olduklarını söylerken diğer taraftan Şeriat’e karşı
çıkmalarını (yani İslam devleti karşıtı olmalarını) Şeriat’le ilgili
olumsuz algı nedeniyle hoşgörülebilir birşey gibi göstermeye çalışanlar
var.
Türkiye’de bir odak laik (siyasal
dinsiz) “milli birlik ve beraberlik” adına bu düşünceyi “pompalıyor”, doğrudan
ya da dolaylı biçimde “kontrol” altına almayı başardığı çevrelerin bu
şekilde görüş beyan etmelerini veya en azından bu düşünce karşısında sessiz
kalarak “Sükut ikrardan gelir” fehvasınca onay vermelerini sağlıyor.
Ancak, bu “Şeriat karşıtı (sözde) müslüman”lara
gösterilen bu hoşgörü ile (İslam hakkındaki yanlış algı nedeniyle
İslam’ı kabul etmeyen) kimi Yahudi ve Hristiyanlar’ın da cennetlik
olduklarını savunma arasında bir fark bulunmamaktadır.
Mantık aynı..
Bu noktada FETÖ (Fethullahçı Takiyye
Örgütü) ile yerli-milli-Türkiyeci-devletçi taife arasında hiçbir
fark yok.. Al birini vur ötekine..
Aralarında hiçbir fark yok..
Küfür ve şirk yerli-milli olunca
makbul hale mi geliyor?!
Siz böyle algı malgı laga lugasıyla Şeriat
karşıtlarını “iman sahibi” ilan etmekle onlar samimi müslüman olmuyorlar, fakat
siz bu tavrınızla imanınızı tehlikeye atıyorsunuz, farkında değilsiniz.
Gittiğiniz istikamet uçurum!
*
Yahudi ve Hristiyan da herhalde Kur’an’daki
her ayeti reddetmiyor!..
Geçmiş peygamberlerle ilgili ayetleri kabul
etmekte genelde tereddüt etmezler.
Ahlâkî meziyetlerle ilgili ayetler için de aynı
durum geçerlidir.
Hatta Yahudiler, Tevrat’la
paralel olduğu için kısas gibi Şeriat hükümlerine de evet derler.
Fakat iş Peygamber Efendimiz sallallahu
aleyhi ve sellem’i tasdik etmeye gelince yan çizerler.
Yerli-milli Şeriat karşıtı (sözde) “müslüman”lar
da aynı durumda.. Onlar da bazı ayetleri kabul ediyor bazılarını etmiyorlar.
İmdi, böylesi kişileri algı vs.
bahaneleriyle hoşgörüyorsanız, aynı makamdan gazel okuyarak İslam hakkında
doğru dürüst bilgi sahibi olmayan Yahudi ve Hristiyanlar’ı Cennet’e yerleştiren
FETÖ’cülerden farkınız nedir?
Bir taraf laik (siyasal dinsiz) Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’ne şirin görünmek için hak ile batılı karıştırıyor,
diğer taraf da gayrimüslimlerden himaye gördükleri için onların suyuna gidiyor.
Aradaki fark nedir?
Allah’tan korkun!