“Zamanın imamı”
hurafesini tarih laboratuarında deneye tabi tutmak önem taşıyor.
Hz.
Ömer radiyallahu anh suikaste uğrayıp ağır
yaralandığı zaman ona “Kendine bir halef (yerine geçecek halife) tayin et”
dediler, “Zamanın imamı kim, bize bildir de ona biat edelim” demediler.
Hz. Ömer de “Şu
kişi zamanın imamıdır” demedi, seçimi “Cennet’le müjdelenenler”den oluşan şûraya
havale etti. (Bkz. Sahîh-i Muslim ve Tercemesi, C. 6, çev. Mehmed Sofuoğlu,
İstanbul: İrfan Yayımcılık, 1988, s. 41.)
“Zamanın imamı”
tabirini kullananlar, onları İsrailoğullarının peygamberlerine benzetiyor, “Peygamber
varisi” vs. gibi tabirler etrafında idare-i kelam ediyorlar.
Ancak, “Peygamber
varisi” arayıp bulmaya meraklı bu adamlar, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem’in bu konudaki sözlerini (görüldüğü kadarıyla) umursamıyorlar. Böylece bizzat Hz. Peygamber s.a.s.’i
umursamamış oluyorlar.
Fakat “varis”lere
meraklılar.
*
Rasulullah s.a.s.,
bu ümmette halifeler (hulefa) bulunacağını haber vermiş bulunuyor. Ve hadîslerden,
bu halifelerin Müslümanlar’ın biatı ile belirleneceği anlaşılıyor.
Eğer bu “zamanın
imamı” olma vasfı biatle değil de manevî bir atama ile gerçekleşiyor
olsaydı, hadîste (birden fazla halifenin zuhur etmesi durumunda) “ilk biate
bağlı kalma” emri verilmez, “Zamanın imamı olan kimseye tabi olun”
denilirdi. (Bkz. Buhârî, Enbiyâ,
50; Müslim, İmâre, 44; İbn Mâce, Cihad, 42; Sahîh-i
Muslim ve Tercemesi, C. 6, çev. Mehmed Sofuoğlu, İstanbul: İrfan
Yayımcılık, 1988, s. 13-4.)
Evet, “zamanın
imamı” düşüncesinin yanlış olduğunu hem hadîsler hem de tarihî tecrübe
göstermektedir.
*
Mesela Hz.
Hasan’ın hilafeti Hz. Muaviye’ye bırakmasını alalım, “zamanın imamı”
o sırada kimdi?
Hz. Hasan idiyse
(Ki Şia’ya göre öyle), ve de imamlık biat sözleşmesi çerçevesinde ortaya
çıkan bir olay değil de “manevî bir tayin/atama/belirleme” ile gerçekleşen birşeydiyse,
onun “zamanın imamı” olarak hilafeti Hz. Muaviye’ye bırakması emanete ihanet
ve münafıkça bir hareket olurdu.
Yine, Şia’nın
iddia ettiği gibi Hz. Ali k. v. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra
gelen imam idiyse, “zamanın imamı” olarak neden Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz.
Osman dönemlerinde ortaya çıkıp “Ben, imamım” dememiştir?
Böyle bir durumda
Hz. Osman’ın halife seçildiği şûraya da hiç katılmaması, protesto etmesi, bu
şûraya meşruiyet kazandırmaması gerekirdi.
*
Sonra, (Sünnî
olduklarını söyleyenler açısından düşünelim) “zamanın imamı” diye bir şey
vardıysa, Hz. Ebubekir’in kendisinden sonraki imam/halife olarak Hz.
Ömer’i tavsiye etmemesi, “zamanın imamı”nı biliyorsa onun adını vermesi
gerekirdi.
Bilmiyorsa bu defa
da ona düşen, susmasıydı, Hz. Ömer'in ismini öne çıkarması değil.
Eğer Hz. Ömer’i
kendisinden sonraki (manen atanmış) “zamanın imamı” olarak görüyorduysa, o takdirde de, “Zamanın
imamı odur, ona tabi olun” diye kesin konuşması, “Bence en uygun odur,
fakat ona kefil olamam” anlamına gelen ifadeler kullanmaması icab ederdi.
Bütün bunlardan
anlaşılabileceği gibi “Müslümanların biatı/seçimi” dışında bir ameliyeyle
belirlenmiş bir “zamanın imamı” mevcut değildir.
Bu, çocuksu bir
hurafedir.
*
Nitekim İmam
Gazalî’ye de göre de, imamın bu şekilde (“zamanın imamı” olma anlamında)
manevî tayinle belirlenmesi durumu söz konusu olsaydı (Müslümanların biat
suretiyle seçmeleri söz konusu olmaksızın bir “zamanın imamı” bulunsaydı), Hz.
Peygamber s.a.s. mutlaka kendisinden sonra kimin halife olacağını tartışmaya
meydan vermeyecek şekilde açıkça belirtirdi.
İmam Gazâlî
ayrıca, haklarında böylesi bir tayin iddiası bulunmayan Hz. Ebubekir, Hz.
Ömer ve Hz. Osman’ın imametleri/halifelikleri konusunda ümmet arasında ihtilaf
yaşanmamış olmasına rağmen, Şia’nın imamlığa tayin edilmiş bulunduğunu iddia
ettikleri Hz. Ali’nin hilafeti sırasında ihtilaf yaşanmış bulunmasına dikkat
çekiyor. (Gazâlî, el-İktisâd, s. 233’ten aktaran s. Muhammet
İkbal Şenol, İslam Siyaset Felsefesinde Riyaset-İmâmet Düşüncesi, yüksek
lisans tezi, Konya: N. E. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2018, s. 59.)
Hz. Ali hakkındaki
iddia doğru olsaydı, ilk halifeler döneminde ihtilaf yaşanması, Hz. Ali’nin
hilafeti sırasında ise ihtilafların sona ermesi gerekirdi.
*
Ayrıca bir de gerçek
(nübüvvet/peygamberlik menheci üzere) hilafetin 30 yıl devam etmesi, sonra
hilafetin mülke (diktatörlüğe, egemen devlet başkanlığına, hükümranlığa,
otoriter yöneticiliğe) dönüşmesi meselesi var.
Ahmed bin Hanbel
rh. a.’in Müsned’inde rivayet ettiği üzere Numan b. Beşir şöyle
demiştir:
“... mescitte oturuyorduk. Ebû Sa’leb el-Huşeni geldi ve Beşir b.
Sa’d’a şöyle seslendi: ‘Hz. Peygamber’in emirler hakkındaki hadisini
ezberlemiş misin?’ Ebû Huzeyfe ‘Ben ezberlemişim’ dedi ve Hz.
Peygamber’in şu hadisini nakletti: ‘Nübüvvet
sizin içinizde Allah’ın dilediği kadar kalacaktır. Sonra onu dilediği zaman
kaldıracaktır. Ardından Allah’ın dilediği kadar nübüvveti yöntem (menhec) olarak takip eden hilafet olacaktır. Allah dilediği zaman onu da kaldıracaktır. Sonra
da ısırıcı bir mülk/egemenlik
[mülkün adûdun] olacaktır. Allah’ın dilediği kadar sürecek sonra Allah dilediği
zaman onu da kaldıracaktır. Ardından zorba
[cebrî] bir yönetim olacaktır. Allah’ın dilediği kadar sürecek ve Allah
dilediği zaman onu da kaldıracaktır. Sonra yine nübüvvet yolunda ve menhecinde
bir yönetim olacaktır. Hz. Peygamber bu ifadesinden sonra artık sükut etti.’ ”
Taftâzânî bu hadisten
hareketle, otuz seneden sonraki yöneticilerin imam veya halife değil, melik ya
da emir olduklarını belirtir. (Mehmet Sever, Sa’dettin Taftâzânî’nin İmamet
Anlayışı ve İlk Dönem Siyasi Olayları Değerlendirişi, yüksek lisans
tezi, Samsun: O. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2012, s. 53.)
Bu durumda,
“zamanın imamlığı” diye birşey bulunuyor olsa bile, sadece 30 yıl sürdüğünü,
daha sonra onun yerini “zamanın imamsızlığı”nın aldığını kabul etmek
gerekir.
Böyle olunca, söz
konusu 30 yıldan sonraki dönemde herhangi bir kimsenin “zamanındaki imam”a biat
etmemesinden söz edilemeyecektir.
Çünkü ortada “zamanın
imamı” bulunmamaktadır, sadece melik (diktatör, kral, padişah) vardır.
Ve bunların melik olmak için senin biatine bir ihtiyaçları bulunmamaktadır. Uç örnek "Devlet başkanlığı ve hakimiyet öyle müzakere ile, seçimle, ilmin icabı şudur filan denilerek alınmaz, kaba kuvvut ve zorla alınır" diyen zorbadır.
*
[Bu 30 yıl
konusuna değinmişken parantez açıp bir hususu belirtelim:
İslam tarihçileri
bu 30 yıllık süreyi Dört Halife dönemi ile sınırlandırma eğilimi
gösteriyorlar, fakat bu yanlıştır.
Buna Hz. Hasan
r.a.’in de dahil edilmesi gerekir, aksi takdirde 30 yıldan söz etmek
mümkün olmuyor, 29 seneden bahsetmek gerekiyor.
Peygamber Efendimiz
sallallahu aleyhi ve sellem’in vefat tarihi 8 Haziran 632.. Hz. Hasan’ın
halifelikten feragat tarihi ise 29 Temmuz 661..
Aradaki süre 29
yıl, fakat bunu esas almıyoruz, çünkü şemsî (güneşsel, Güneş takvimine
göre) yıl ile kamerî (Kamerî takvime göre) yıl farklıdır.
Mesela Peygamber
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in vefat yaşı Kamerî takvime göre 63,
bizim şu anda kullandığımız takvime göre ise 61’dir (571-632).
Demek oluyor ki 30
yılı hesaplarken Kamerî takvime bakmak gerekiyor. Rasulullah s.a.s.’in vefat ve
Hz. Ebubekir’in hilafetinin başlangıç tarihi h. 11’inci yılın Rebîülevvel
ayının 12’si.. Hz. Hasan’ın hilafeti bırakma tarihi ise 25 Rebîülevvel 41 (29 temmuz 661).
Böylece, hilafet dönemi (kamerî takvime göre) 30 yıl artı 13 gün olmuş
oluyor.
Halifelik dönemi beş yıl süren Hz. Ali’nin vefat tarihi altı
ay öncesi (27 Ocak 661).
Dolayısıyla hilafet dönemi Hz. Ali ile bitmiş olsaydı, 29 yıldan
söz etmek gerekirdi, 30 yıldan değil.]
*
“Zamanın imamlığı”
diye birşey olsaydı, Rasulullah s.a.s. 30 yıllık gerçek hilafeti mülk (diktatörlük,
otoriter egemenlik, saltanat) döneminin izleyeceğini söylemez, “Ondan sonraki
dönemde ‘zamanın imamı’ insanlara hükmedecek konumda ve güçte olmaz, zayıf düşer”
gibisinden birşey derdi.
Hülasa, Şiîler’in
(ve kendisini Sünnî zanneden Şiîleşmişlerin) zannınn aksine “zamanın
imamlığı” diye birşey bulunmamaktadır. Bu iddia delilsiz bir
uydurmadan başka birşey değildir.
Bununla birlikte, (İslam
tarihi ve ashabın uygulaması aksi yönde olduğu halde) bu hurafeyi savunanlar, şöyle
bir hadîs bulunduğunu iddia ediyorlar:
"Zamanın imamını bilmeden/tanımadan ölen
kişi, cahiliye ölümü ile ölür."
İfadenin Arapça’sına bakıldığında (Men mâte ve lem yaʻrif imâme zemânihî mâte mîteten câhiliyyeten), tercümenin, “zamanın
imamına” değil “zamanının (kendisinin zamanının) imamına” diye yapılmasının
gerektiği ortaya çıkıyor.
Peki, kişinin kendisinin
zamanında (Huzeyfe r. a.’in rivayet ettiği hadîste geçtiği gibi) bir imam bulunmuyorsa?..
İmdi, ortada bir imam
varsa, kimse için onu “bilmek” diye bir sorun bulunmaz, herkes bilir.. Hz.
Ebubekir’in hilafeti zamanında onun imamlığını “bilmeyen” mi vardı?! İnsanlar
için Güneş’in varlığından haberdar olmama, Güneş’i bilmeme diye birşey söz
konusu olabilir mi?!
Mesela Türkiye’de Erdoğan’ın
cumhurbaşkanlığının bilinmesi bir sorun mudur?.. Bilmeyen mi var?!
Bilmeyen var da, üç dört
yaşındaki çocuklar.
Fakat asıl sorun şu: Böyle bir
hadîs sahih kaynaklarda yok..
Sadece şöyle bir hadîs var:
“… Her kim de boynunda bey’atı olmayarak ölürse
cahiliyet ölümü ile ölür (Ve men mâte ve leyse fî ‘unukihî bey’atün, mâte
mîteten câhiliyyeten).”
(Sahîh-i
Muslim ve Tercemesi,
C. 6, çev. Mehmed Sofuoğlu, s. 52-3.)
Evet, mesele biat meselesi..
Ortada bir imam varsa onu zaten herkes bilir, varlığından herkes
haberdar olur.
Dikkat edilirse Sahîh-i
Müslim’deki hadîs “kişinin zamanındaki imam”dan söz etmiyor, kişinin
“boynunda biat” bulunmasının gerekli olduğunu ortaya koyuyor (Tabiî
Huzeyfe r. a.’in rivayet ettiği hadîsin gösterdiği gibi ortada cemaat ve imam
varsa).
Bu aynı zamanda, Müslümanlar’ın
(ümmetin) mutlaka “kendilerinden olan ulu’l-emr” etrafında birleşip devletleşmeleri
gerektiği anlamına gelmektedir.
Evet, Müslümanlar’ın “boynunda
biat” bulunması meselesi, devletleşme meselesidir. (Sofuoğlu Nisa
Suresi’nin “sizden olan ulu’l-emre itaat” ve “emanetlerin ehline verilmesi ve
insanlar arasında adaletle hükmedilmesi” emirlerini içeren 58 ve 59’uncu ayetlerinden
hareketle şunu diyor: “Bu iki ayette devlet kurumunun ve İslam idare hukukunun
en esaslı hükümlerine işaret olunmuştur ki İslam ümmetinin ilk ve en önemli
vazifesi kendisine ehliyetli ve [adaletle hükmedecek] kudretli bir
devlet başkanı seçmesi ve bu suretle devlet idaresi kurmasıdır.” Bkz. Sahîh-i
Muslim ve Tercemesi, C. 6, çev. Mehmed Sofuoğlu, s. 31, dn. 12.)
*
Günümüzde,
“Bu devirde yaşayan bir peygamber yok,
fakat insanlar her devirde peygamberlerin irşadına muhtaçtır, o halde bu
devirde de Son Peygamber’in vekili
olan bir ‘zamanın imamı’ bulunuyor
olmalıdır” şeklinde akıl yürütenlere de rastlanıyor.
Bu
şekilde (ilgili hadîsleri hiç nazar-ı dikkate almadan) akıl yürütmede bulunmak ve bu akıl yürütme ile (tabi olunması gereken) zamanın imamı makamlığı icat etmek, fıkıh
usulüne aykırı olarak çıkarımda bulunmak demektir.
Akıl
(içtihat seviyesindeki akıl), yeni meseleler için kıyas yoluyla ayet ve hadislerden hüküm çıkarabilir, fakat böyle
öncülleri ayet ve hadislere değil de varsayımlara dayalı çıkarımlarda
bulunamaz. (Bu noktada keşf ü keramet, rüya vs.’nin de delil olmayacağını
hatırlatmaya bile gerek yoktur.)
Ne
yazık ki bu hataya özellikle tasavvuf erbabı düşüyor. Mesela İsmail Hakkı
Bursevî “Kim ki zamanının
imamını tanımadan ölürse, cahiliyye ölümü üzere ölür” diye yazmış (Tefsîru Rûhu’l-Beyân, 5, 272) ve şu açıklamayı yapmış: “İmam’dan murad, Kutub’dur. Bu Kutub da şeyhimizdir. Kim onun
kutbiyyetini tanımaz ve kendisine tâbi olmazsa, kötü hâl üzere ölür.” (Halis
Ece, “Zamanın imamını tanımadan ölenler…”, https://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/3137-zamanin-imamini-tanimadan-olenler.html)
Bu noktada büyük Hanefî fakihi ve Nakşbendî şeyhi
Eşref Ali et-Tânevî’nin şu açıklamalarına göz atmakta yarar var:
“Bey’at’in ve bey’atleşmenin bir
hakikati bir de sûreti vardır. Hakikati mürşid [irşad eden] ile
müsterşid [irşad olmak isteyen] arasındaki akit (sözleşme)
olmasıdır. Mürşide düşen ta’lim [öğretim],
müsterşide düşen ise ittibadır. Bu ikisi
arasındaki [ilişki] nübüvvet ve ümmet ilişkisi olsaydı bu akit peygamber
açısından tebliğ, ümmet açısından da iman etmek olurdu. Bu şekliyle [peygambere iman anlamında] yapılan akitten
hasıl olan, İslam hükümlerinin tamamına yapışmaktır.
Bu ölçü bunun gerçekleşmesinde yeterlidir. Şayet sahih ve sabitse ‘şeyhi
olmayanın şeyhi şeytandır’ diyen kimsenin sözü buna [Peygambere imana]
hamledilir. Yoksa (sahih değilse) müslümanlardan hiçbir kimse bunu tasdik
edecek değildir. Bu [Peygamber’e olan] bey’at da farzdır. …
“Eğer mürşid ve müsterşid her ikisi
de ümmetten olursa [Mürşidin peygamberliği söz konusu olmadığında] -ki nübüvvet
zamanından sonraki durum buydu- onlar arasındaki akit bugün şeyhlik ve müridlik
olarak bilinen bey’atin kendisidir. Bu bey’at yine yukarıda zikredilen ikinci
şekilde olduğu gibi İslamî ve imânî ahdin ve … sünnete uymanın
takviyesidir. Bu bey’atin farz veya vacip yahut sünnet-i
müekkede olmasına dair delil yoktur. Ne var ki o, nübüvvetin
varlığından/sevgili Peygamberimizden sâbit ve sahih olmuştur ki müstehabdır.
Her kim ‘Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya yol arayın’
ayetinden istidlalle o bey’at farzdır veya vaciptir derse bu da delilsiz
bir söz ve re’ye dayalı bir
tefsirdir. Vebteğû ileyhi’nin doğru tefsiri taatlerle
yakınlaşmaktır [şeyhlerin şahsıyla, onlara biatle değil]. Yine [bu tarz] bey’at müekked
sünnettir denemez çünkü Allah resulünden bu [tür] bey’ati devamlı yaptığı sabit
olmamıştır. Onun zamanında binlerce müslüman vardı ve onlar bu özel bey’atle
ona bey’atte bulunmamışlardır.” (Tânevî, Enfâsü Îsa,
s. 437-438.)
[Şâh Muînuddîn el-Hâşimî –
Cüneyd Ahmed el-Hâşimî,
“Eşref Alî (Tehânevî) Tânevî’nin Reformist Düşüncesinde Tasavvuf”, çev. Yakup Yüksel – Muhammet Ali Tekin, Namık
Kemal Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 3, Sayı: 2, Yıl: 2017, s. 354-5.]
*
Evet,
insanlar her devirde vahyin ve nübüvvetin irşadına muhtaçtır, o yüzden de (Tevrat
ve İncil’in
aksine) Kur’an korunmuş bulunmaktadır.
Aynı
şekilde Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti de bize sahih bir
şekilde intikal etmiş bulunuyor.
Bundan
dolayıdır ki, Veda Hutbesi’nde belirtildiği gibi, Kitap ve Sünnet,
ümmeti dalaletten koruyacaktır:
“Size
iki şey bırakıyorum. (Bunlara tutunursanız) asla
dalâlete düşmezsiniz: Allah’ın Sitabı ve Sünnetim. Bu ikisi (kıyamette)
havz(ı Kevser’in
yanın)a kadar ayrılmadan beraberce geleceklerdir.”
Günümüzün
Sünnet’i önemsemeyen, (mevzu ve zayıf olanları tespit edilmişken) neredeyse
hepsini uydurma olmakla suçlayan sünnetsizleri, Peygamber Efendimiz
sallallahu aleyhi ve sellem’in haber verdiği bu gerçeği yalanlamış oluyorlar.
Onlara göre, Allah’ın Kitabı ile Sünnet ayrılmış, Sünnet kaybolmuştur. Geriye
sadece Kitap kalmıştır. Yani Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem pratikte
iki şey değil sadece bir şey bırakmıştır.
Konuya
dönersek, alimlerin veresetü’l-enbiya olduklarını bildiren hadîste
alimlerin Peygamber’in (Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in) değil,
“peygamberlerin” varisleri oldukları belirtiliyor.
Ayrıca
bu verasetin/varisliğin “ilim”le sınırlı olduğu bildiriliyor.
Dolayısıyla
bu hadisten hareketle alimleri (Ki yeterli ilmi olmayanların varislikle hiç alâkası yoktur) Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in vekili ya da halifesi ilan etmek ve bu
vekalet ya da halifelik üzerinden onlara “siyasal”
(muallimlik, irşad ve ilim öğretmenin dışında) otorite (imamlık) izafe etmek doğru olmadığı gibi, verese durumundaki alimler
topluluğunu tek bir alime indirgeyip ona “zamanın imamı” unvanını
vermek de büyük hatadır.
Bu,
fıkıh (anlayış) eksikliği ve fıkıh usulünden habersizlik demektir. (Ulemanın ulu'l-emr kapsamında görülmesi meselesi ayrı bahis.)