GELDİM, GÖRDÜM, YAŞADIM (Veni, Vidi, Vixi)

 



Victor Hugo

(Türkçesi: Seyfi Say)


Gereğinden uzun yaşadım, çünkü içinde acılarımın,
Bana yardım edecek bir kol bulamadan yürüyorum,
Çünkü çevremdeki çocuklara zorlukla gülümsüyorum,
Çünkü görmüyorum çiçeklerde artık coşkusunu hayatın;

Çünkü baharda Tanrı’nın doğayı süslediği devran,
Bu muhteşem aşka duygusuzca şahitlik ediyorum;
Çünkü kaçınılan saate ulaştım artık gün ışığından,
Ve herşeydeki depderin acıyı hissettiği insanın;

Çünkü umudunun mağlup olduğunu gördü ruhum;
Çünkü mevsiminde bu güllerin ve güzel kokuların,
Benim kızım! Dinlendiğin karanlığı paylaşmak istiyorum,
Çünkü öldü kalbim, yaşamda haddinden fazla kaldım.

Yeryüzü görevimden kaçmayı hiç mi hiç düşünmedim.
Saban izlerim işte orda, ve işte burda hasadım.
Hep gülümseyegeldim hayatta, gitgide inceldim,
Başımı dik tuttum hep, yalnız hikmete boyun eğdim.

Âlâsını yaptım yapabildiğimce, hizmetle, bakıp, yıprandım,
Ve nicelerini dertlerimle alay ederlerken gördüm.
Bu nedensiz nefrete şaşırıp hayretlere gömüldüm,
Oysa nice acılar çekmiş, nice uğraşta ter dökmüştüm.

Hiç kanat sesi kuşların duyulmayan bu dünya hapsinde,
Sızlanmadan, kan ağlayıp, ellerimin üstüne düşmüş halde,
Sessiz ve yorgun, kürek mahkumu mücrimlerin alayları içinde,
Taşıdım hep kendi halkamı, sonsuzca uzanan o zincirde.

Şimdi benim yorgun göz kapaklarım sadece yarı açık;
Seslendikleri zaman hiç dönüp bakmıyorum bana artık;
Sersem ve bitkinim, bende hali var evet şu adamın
Gün doğmadan kalkmış ayağa, hiç uykuya dalmaksızın.

Hiç kalkışmıyorum artık kasvetli durgunluğumla,
Cevap vermeye bile kıskançların beni inciten ağızlarına.
Ey benim Rabbim, gecenin kapılarını şimdi artık aç bana,
Gidebileyim böylece uzaklara, bilinmedik diyarlara!


Veni, Vidi, Vixi

J'ai bien assez vécu, puisque dans mes douleurs
Je marche, sans trouver de bras qui me secourent,
Puisque je ris à peine aux enfants qui m'entourent,
Puisque je ne suis plus réjoui par les fleurs ;

Puisqu'au printemps, quand Dieu met la nature en fête,
J'assiste, esprit sans joie, à ce splendide amour ;
Puisque je suis à l'heure où l'homme fuit le jour,
Hélas ! et sent de tout la tristesse secrète ;

Puisque l'espoir serein dans mon âme est vaincu ;
Puisqu'en cette saison des parfums et des roses,
Ô ma fille ! j'aspire à l'ombre où tu reposes,
Puisque mon coeur est mort, j'ai bien assez vécu.

Je n'ai pas refusé ma tâche sur la terre.
Mon sillon ? Le voilà. Ma gerbe ? La voici.
J'ai vécu souriant, toujours plus adouci,
Debout, mais incliné du côté du mystère.

J'ai fait ce que j'ai pu ; j'ai servi, j'ai veillé,
Et j'ai vu bien souvent qu'on riait de ma peine.
Je me suis étonné d'être un objet de haine,
Ayant beaucoup souffert et beaucoup travaillé.

Dans ce bagne terrestre où ne s'ouvre aucune aile,
Sans me plaindre, saignant, et tombant sur les mains,
Morne, épuisé, raillé par les forçats humains,
J'ai porté mon chaînon de la chaîne éternelle.

Maintenant, mon regard ne s'ouvre qu'à demi ;
Je ne me tourne plus même quand on me nomme ;
Je suis plein de stupeur et d'ennui, comme un homme
Qui se lève avant l'aube et qui n'a pas dormi.

Je ne daigne plus même, en ma sombre paresse,
Répondre à l'envieux dont la bouche me nuit.
Ô Seigneur, ! ouvrez-moi les portes de la nuit,
Afin que je m'en aille et que je disparaisse !

ZAMAN, “İMAM”INI BEKLİYOR, ÖZELLİKLE DE FİLİSTİN’DE

 







“Zamanın imamı” hurafesini tarih laboratuarında deneye tabi tutmak önem taşıyor.

Hz. Ömer radiyallahu anh suikaste uğrayıp ağır yaralandığı zaman ona “Kendine bir halef (yerine geçecek halife) tayin et” dediler, “Zamanın imamı kim, bize bildir de ona biat edelim” demediler.

Hz. Ömer de “Şu kişi zamanın imamıdır” demedi, seçimi “Cennet’le müjdelenenler”den oluşan şûraya havale etti. (Bkz. Sahîh-i Muslim ve Tercemesi, C. 6, çev. Mehmed Sofuoğlu, İstanbul: İrfan Yayımcılık, 1988, s. 41.)

Zamanın imamı” tabirini kullananlar, onları İsrailoğullarının peygamberlerine benzetiyor, “Peygamber varisi” vs. gibi tabirler etrafında idare-i kelam ediyorlar.

Ancak, “Peygamber varisi” arayıp bulmaya meraklı bu adamlar, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in bu konudaki sözlerini (görüldüğü kadarıyla) umursamıyorlar. Böylece bizzat Hz. Peygamber s.a.s.’i umursamamış oluyorlar.

Fakat “varis”lere meraklılar.

*

Rasulullah s.a.s., bu ümmette halifeler (hulefa) bulunacağını haber vermiş bulunuyor. Ve hadîslerden, bu halifelerin Müslümanlar’ın biatı ile belirleneceği anlaşılıyor.

Eğer bu “zamanın imamı” olma vasfı biatle değil de manevî bir atama ile gerçekleşiyor olsaydı, hadîste (birden fazla halifenin zuhur etmesi durumunda) “ilk biate bağlı kalma” emri verilmez, “Zamanın imamı olan kimseye tabi olun” denilirdi. (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 50; Müslim, İmâre, 44; İbn Mâce, Cihad, 42; Sahîh-i Muslim ve Tercemesi, C. 6, çev. Mehmed Sofuoğlu, İstanbul: İrfan Yayımcılık, 1988, s. 13-4.)

Evet, “zamanın imamı” düşüncesinin yanlış olduğunu hem hadîsler hem de tarihî tecrübe göstermektedir.

*

Mesela Hz. Hasan’ın hilafeti Hz. Muaviye’ye bırakmasını alalım, “zamanın imamı” o sırada kimdi?

Hz. Hasan idiyse (Ki Şia’ya göre öyle), ve de imamlık biat sözleşmesi çerçevesinde ortaya çıkan bir olay değil de “manevî bir tayin/atama/belirleme” ile gerçekleşen birşeydiyse, onun “zamanın imamı” olarak hilafeti Hz. Muaviye’ye bırakması emanete ihanet ve münafıkça bir hareket olurdu.

Yine, Şia’nın iddia ettiği gibi Hz. Ali k. v. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra gelen imam idiyse, “zamanın imamı” olarak neden Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde ortaya çıkıp “Ben, imamım” dememiştir?

Böyle bir durumda Hz. Osman’ın halife seçildiği şûraya da hiç katılmaması, protesto etmesi, bu şûraya meşruiyet kazandırmaması gerekirdi.

*

Sonra, (Sünnî olduklarını söyleyenler açısından düşünelim) “zamanın imamı” diye bir şey vardıysa, Hz. Ebubekir’in kendisinden sonraki imam/halife olarak Hz. Ömer’i tavsiye etmemesi, “zamanın imamı”nı biliyorsa onun adını vermesi gerekirdi.

Bilmiyorsa bu defa da ona düşen, susmasıydı, Hz. Ömer'in ismini öne çıkarması değil.

Eğer Hz. Ömer’i kendisinden sonraki (manen atanmış) “zamanın imamı” olarak görüyorduysa, o takdirde de, “Zamanın imamı odur, ona tabi olun” diye kesin konuşması, “Bence en uygun odur, fakat ona kefil olamam” anlamına gelen ifadeler kullanmaması icab ederdi.

Bütün bunlardan anlaşılabileceği gibi “Müslümanların biatı/seçimi” dışında bir ameliyeyle belirlenmiş bir “zamanın imamı” mevcut değildir.

Bu, çocuksu bir hurafedir.

*

Nitekim İmam Gazalî’ye de göre de, imamın bu şekilde (“zamanın imamı” olma anlamında) manevî tayinle belirlenmesi durumu söz konusu olsaydı (Müslümanların biat suretiyle seçmeleri söz konusu olmaksızın bir “zamanın imamı” bulunsaydı), Hz. Peygamber s.a.s. mutlaka kendisinden sonra kimin halife olacağını tartışmaya meydan vermeyecek şekilde açıkça belirtirdi.

İmam Gazâlî ayrıca, haklarında böylesi bir tayin iddiası bulunmayan Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın imametleri/halifelikleri konusunda ümmet arasında ihtilaf yaşanmamış olmasına rağmen, Şia’nın imamlığa tayin edilmiş bulunduğunu iddia ettikleri Hz. Ali’nin hilafeti sırasında ihtilaf yaşanmış bulunmasına dikkat çekiyor. (Gazâlî, el-İktisâd, s. 233’ten aktaran s. Muhammet İkbal Şenol, İslam Siyaset Felsefesinde Riyaset-İmâmet Düşüncesi, yüksek lisans tezi, Konya: N. E. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2018, s. 59.)

Hz. Ali hakkındaki iddia doğru olsaydı, ilk halifeler döneminde ihtilaf yaşanması, Hz. Ali’nin hilafeti sırasında ise ihtilafların sona ermesi gerekirdi.

*

Ayrıca bir de gerçek (nübüvvet/peygamberlik menheci üzere) hilafetin 30 yıl devam etmesi, sonra hilafetin mülke (diktatörlüğe, egemen devlet başkanlığına, hükümranlığa, otoriter yöneticiliğe) dönüşmesi meselesi var.

Ahmed bin Hanbel rh. a.’in Müsned’inde rivayet ettiği üzere Numan b. Beşir şöyle demiştir:

“... mescitte oturuyorduk. Ebû Sa’leb el-Huşeni geldi ve Beşir b. Sa’d’a şöyle seslendi: ‘Hz. Peygamber’in emirler hakkındaki hadisini ezberlemiş misin?’ Ebû Huzeyfe ‘Ben ezberlemişim’ dedi ve Hz. Peygamber’in şu hadisini nakletti: Nübüvvet sizin içinizde Allah’ın dilediği kadar kalacaktır. Sonra onu dilediği zaman kaldıracaktır. Ardından Allah’ın dilediği kadar nübüvveti yöntem (menhec) olarak takip eden hilafet olacaktır. Allah dilediği zaman onu da kaldıracaktır. Sonra da ısırıcı bir mülk/egemenlik [mülkün adûdun] olacaktır. Allah’ın dilediği kadar sürecek sonra Allah dilediği zaman onu da kaldıracaktır. Ardından zorba [cebrî] bir yönetim olacaktır. Allah’ın dilediği kadar sürecek ve Allah dilediği zaman onu da kaldıracaktır. Sonra yine nübüvvet yolunda ve menhecinde bir yönetim olacaktır. Hz. Peygamber bu ifadesinden sonra artık sükut etti.’ ”

Taftâzânî bu hadisten hareketle, otuz seneden sonraki yöneticilerin imam veya halife değil, melik ya da emir olduklarını belirtir. (Mehmet Sever, Sa’dettin Taftâzânî’nin İmamet Anlayışı ve İlk Dönem Siyasi Olayları Değerlendirişi, yüksek lisans tezi, Samsun: O. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2012, s. 53.)

Bu durumda, “zamanın imamlığı” diye birşey bulunuyor olsa bile, sadece 30 yıl sürdüğünü, daha sonra onun yerini “zamanın imamsızlığı”nın aldığını kabul etmek gerekir.

Böyle olunca, söz konusu 30 yıldan sonraki dönemde herhangi bir kimsenin “zamanındaki imam”a biat etmemesinden söz edilemeyecektir.

Çünkü ortada “zamanın imamı” bulunmamaktadır, sadece melik (diktatör, kral, padişah) vardır.

Ve bunların melik olmak için senin biatine bir ihtiyaçları bulunmamaktadır. Uç örnek "Devlet başkanlığı ve hakimiyet öyle müzakere ile, seçimle, ilmin icabı şudur filan denilerek alınmaz, kaba kuvvut ve zorla alınır" diyen zorbadır. 

*

[Bu 30 yıl konusuna değinmişken parantez açıp bir hususu belirtelim:

İslam tarihçileri bu 30 yıllık süreyi Dört Halife dönemi ile sınırlandırma eğilimi gösteriyorlar, fakat bu yanlıştır.

Buna Hz. Hasan r.a.’in de dahil edilmesi gerekir, aksi takdirde 30 yıldan söz etmek mümkün olmuyor, 29 seneden bahsetmek gerekiyor.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in vefat tarihi 8 Haziran 632.. Hz. Hasan’ın halifelikten feragat tarihi ise 29 Temmuz 661..

Aradaki süre 29 yıl, fakat bunu esas almıyoruz, çünkü şemsî (güneşsel, Güneş takvimine göre) yıl ile kamerî (Kamerî takvime göre) yıl farklıdır.

Mesela Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in vefat yaşı Kamerî takvime göre 63, bizim şu anda kullandığımız takvime göre ise 61’dir (571-632).

Demek oluyor ki 30 yılı hesaplarken Kamerî takvime bakmak gerekiyor. Rasulullah s.a.s.’in vefat ve Hz. Ebubekir’in hilafetinin başlangıç tarihi h. 11’inci yılın Rebîülevvel ayının 12’si.. Hz. Hasan’ın hilafeti bırakma tarihi ise 25 Rebîülevvel 41 (29 temmuz 661).

Böylece, hilafet dönemi (kamerî takvime göre) 30 yıl artı 13 gün olmuş oluyor.

Halifelik dönemi beş yıl süren Hz. Ali’nin vefat tarihi altı ay öncesi (27 Ocak 661).

Dolayısıyla hilafet dönemi Hz. Ali ile bitmiş olsaydı, 29 yıldan söz etmek gerekirdi, 30 yıldan değil.]

*

“Zamanın imamlığı” diye birşey olsaydı, Rasulullah s.a.s. 30 yıllık gerçek hilafeti mülk (diktatörlük, otoriter egemenlik, saltanat) döneminin izleyeceğini söylemez, “Ondan sonraki dönemde ‘zamanın imamı’ insanlara hükmedecek konumda ve güçte olmaz, zayıf düşer” gibisinden birşey derdi.

Hülasa, Şiîler’in (ve kendisini Sünnî zanneden Şiîleşmişlerin) zannınn aksine “zamanın imamlığı” diye birşey bulunmamaktadır. Bu iddia delilsiz bir uydurmadan başka birşey değildir.

Bununla birlikte, (İslam tarihi ve ashabın uygulaması aksi yönde olduğu halde) bu hurafeyi savunanlar, şöyle bir hadîs bulunduğunu iddia ediyorlar:

"Zamanın imamını bilmeden/tanımadan ölen kişi, cahiliye ölümü ile ölür."

İfadenin Arapça’sına bakıldığında (Men mâte ve lem yaʻrif imâme zemânihî mâte mîteten câhiliyyeten), tercümenin, “zamanın imamına” değil “zamanının (kendisinin zamanının) imamına” diye yapılmasının gerektiği ortaya çıkıyor.

Peki, kişinin kendisinin zamanında (Huzeyfe r. a.’in rivayet ettiği hadîste geçtiği gibi) bir imam bulunmuyorsa?..

İmdi, ortada bir imam varsa, kimse için onu “bilmek” diye bir sorun bulunmaz, herkes bilir.. Hz. Ebubekir’in hilafeti zamanında onun imamlığını “bilmeyen” mi vardı?! İnsanlar için Güneş’in varlığından haberdar olmama, Güneş’i bilmeme diye birşey söz konusu olabilir mi?!

Mesela Türkiye’de Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığının bilinmesi bir sorun mudur?.. Bilmeyen mi var?!

Bilmeyen var da, üç dört yaşındaki çocuklar.

Fakat asıl sorun şu: Böyle bir hadîs sahih kaynaklarda yok..

Sadece şöyle bir hadîs var:

“… Her kim de boynunda bey’atı olmayarak ölürse cahiliyet ölümü ile ölür (Ve men mâte ve leyse fî ‘unukihî bey’atün, mâte mîteten câhiliyyeten).”

(Sahîh-i Muslim ve Tercemesi, C. 6, çev. Mehmed Sofuoğlu, s. 52-3.)

Evet, mesele biat meselesi.. Ortada bir imam varsa onu zaten herkes bilir, varlığından herkes haberdar olur.

Dikkat edilirse Sahîh-i Müslim’deki hadîs “kişinin zamanındaki imam”dan söz etmiyor, kişinin “boynunda biat” bulunmasının gerekli olduğunu ortaya koyuyor (Tabiî Huzeyfe r. a.’in rivayet ettiği hadîsin gösterdiği gibi ortada cemaat ve imam varsa).

Bu aynı zamanda, Müslümanlar’ın (ümmetin) mutlaka “kendilerinden olan ulu’l-emr” etrafında birleşip devletleşmeleri gerektiği anlamına gelmektedir.

Evet, Müslümanlar’ın “boynunda biat” bulunması meselesi, devletleşme meselesidir. (Sofuoğlu Nisa Suresi’nin “sizden olan ulu’l-emre itaat” ve “emanetlerin ehline verilmesi ve insanlar arasında adaletle hükmedilmesi” emirlerini içeren 58 ve 59’uncu ayetlerinden hareketle şunu diyor: “Bu iki ayette devlet kurumunun ve İslam idare hukukunun en esaslı hükümlerine işaret olunmuştur ki İslam ümmetinin ilk ve en önemli vazifesi kendisine ehliyetli ve [adaletle hükmedecek] kudretli bir devlet başkanı seçmesi ve bu suretle devlet idaresi kurmasıdır.” Bkz. Sahîh-i Muslim ve Tercemesi, C. 6, çev. Mehmed Sofuoğlu, s. 31, dn. 12.)

*

Günümüzde, “Bu devirde yaşayan bir peygamber yok, fakat insanlar her devirde peygamberlerin irşadına muhtaçtır, o halde bu devirde de Son Peygamber’in vekili olan bir ‘zamanın imamı’ bulunuyor olmalıdır” şeklinde akıl yürütenlere de rastlanıyor.

Bu şekilde (ilgili hadîsleri hiç nazar-ı dikkate almadan) akıl yürütmede bulunmak ve bu akıl yürütme ile (tabi olunması gereken) zamanın imamı makamlığı icat etmek, fıkıh usulüne aykırı olarak çıkarımda bulunmak demektir.

Akıl (içtihat seviyesindeki akıl), yeni meseleler için kıyas yoluyla ayet ve hadislerden hüküm çıkarabilir, fakat böyle öncülleri ayet ve hadislere değil de varsayımlara dayalı çıkarımlarda bulunamaz. (Bu noktada keşf ü keramet, rüya vs.’nin de delil olmayacağını hatırlatmaya bile gerek yoktur.)

Ne yazık ki bu hataya özellikle tasavvuf erbabı düşüyor. Mesela İsmail Hakkı Bursevî “Kim ki zamanının imamını tanımadan ölürse, cahiliyye ölümü üzere ölür” diye yazmış (Tefsîru Rûhu’l-Beyân, 5, 272) ve şu açıklamayı yapmış: İmam’dan murad, Kutub’dur. Bu Kutub da şeyhimizdir. Kim onun kutbiyyetini tanımaz ve kendisine tâbi olmazsa, kötü hâl üzere ölür.” (Halis Ece, “Zamanın imamını tanımadan ölenler…”, https://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/3137-zamanin-imamini-tanimadan-olenler.html)

Bu noktada büyük Hanefî fakihi ve Nakşbendî şeyhi Eşref Ali et-Tânevî’nin şu açıklamalarına göz atmakta yarar var:

“Bey’at’in ve bey’atleşmenin bir hakikati bir de sûreti vardır. Hakikati mürşid [irşad eden] ile müsterşid [irşad olmak isteyen] arasındaki akit (sözleşme) olmasıdır. Mürşide düşen ta’lim [öğretim], müsterşide düşen ise ittibadır. Bu ikisi arasındaki [ilişki] nübüvvet ve ümmet ilişkisi olsaydı bu akit peygamber açısından tebliğ, ümmet açısından da iman etmek olurdu. Bu şekliyle [peygambere iman anlamında] yapılan akitten hasıl olan, İslam hükümlerinin tamamına yapışmaktır. Bu ölçü bunun gerçekleşmesinde yeterlidir. Şayet sahih ve sabitse ‘şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır’ diyen kimsenin sözü buna [Peygambere imana] hamledilir. Yoksa (sahih değilse) müslümanlardan hiçbir kimse bunu tasdik edecek değildir. Bu [Peygamber’e olan] bey’at da farzdır. …

“Eğer mürşid ve müsterşid her ikisi de ümmetten olursa [Mürşidin peygamberliği söz konusu olmadığında] -ki nübüvvet zamanından sonraki durum buydu- onlar arasındaki akit bugün şeyhlik ve müridlik olarak bilinen bey’atin kendisidir. Bu bey’at yine yukarıda zikredilen ikinci şekilde olduğu gibi İslamî ve imânî ahdin ve … sünnete uymanın takviyesidir. Bu bey’atin farz veya vacip yahut sünnet-i müekkede olmasına dair delil yoktur. Ne var ki o, nübüvvetin varlığından/sevgili Peygamberimizden sâbit ve sahih olmuştur ki müstehabdır. Her kim ‘Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya yol arayın’ ayetinden istidlalle o bey’at farzdır veya vaciptir derse bu da delilsiz bir söz ve re’ye dayalı bir tefsirdir. Vebteğû ileyhi’nin doğru tefsiri taatlerle yakınlaşmaktır [şeyhlerin şahsıyla, onlara biatle değil]. Yine [bu tarz] bey’at müekked sünnettir denemez çünkü Allah resulünden bu [tür] bey’ati devamlı yaptığı sabit olmamıştır. Onun zamanında binlerce müslüman vardı ve onlar bu özel bey’atle ona bey’atte bulunmamışlardır.” (Tânevî, Enfâsü Îsa, s. 437-438.)

[Şâh Muînuddîn el-Hâşimî – Cüneyd Ahmed el-Hâşimî, “Eşref Alî (Tehânevî) Tânevî’nin Reformist Düşüncesinde Tasavvuf”, çev. Yakup Yüksel – Muhammet Ali Tekin, Namık Kemal Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 2, Yıl: 2017, s. 354-5.]

*

Evet, insanlar her devirde vahyin ve nübüvvetin irşadına muhtaçtır, o yüzden de (Tevrat ve İncil’in aksine) Kur’an korunmuş bulunmaktadır.

Aynı şekilde Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti de bize sahih bir şekilde intikal etmiş bulunuyor.

Bundan dolayıdır ki, Veda Hutbesi’nde belirtildiği gibi, Kitap ve Sünnet, ümmeti dalaletten koruyacaktır:

Size iki şey bırakıyorum. (Bunlara tutunursanız) asla dalâlete düşmezsiniz: Allah’ın Sitabı ve Sünnetim. Bu ikisi (kıyamette) havz(ı Kevser’in yanın)a kadar ayrılmadan beraberce geleceklerdir.”

Günümüzün Sünnet’i önemsemeyen, (mevzu ve zayıf olanları tespit edilmişken) neredeyse hepsini uydurma olmakla suçlayan sünnetsizleri, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in haber verdiği bu gerçeği yalanlamış oluyorlar. Onlara göre, Allah’ın Kitabı ile Sünnet ayrılmış, Sünnet kaybolmuştur. Geriye sadece Kitap kalmıştır. Yani Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem pratikte iki şey değil sadece bir şey bırakmıştır.

Konuya dönersek, alimlerin veresetü’l-enbiya olduklarını bildiren hadîste alimlerin Peygamber’in (Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in) değil, “peygamberlerin” varisleri oldukları belirtiliyor.

Ayrıca bu verasetin/varisliğin “ilim”le sınırlı olduğu bildiriliyor.

Dolayısıyla bu hadisten hareketle alimleri (Ki yeterli ilmi olmayanların varislikle hiç alâkası yoktur) Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in vekili ya da halifesi ilan etmek ve bu vekalet ya da halifelik üzerinden onlara “siyasal” (muallimlik, irşad ve ilim öğretmenin dışında) otorite (imamlık) izafe etmek doğru olmadığı gibi, verese durumundaki alimler topluluğunu tek bir alime indirgeyip ona “zamanın imamı” unvanını vermek de büyük hatadır. 

Bu, fıkıh (anlayış) eksikliği ve fıkıh usulünden habersizlik demektir. (Ulemanın ulu'l-emr kapsamında görülmesi meselesi ayrı bahis.)

 

SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...