ŞERİAT VE AHLÂK (BAYATLAYIP BOZULMUŞ HOŞGÖRÜ VE SEVGİDEN VAZGEÇEN TAZE ‘AHLÂK’ VE 'İRFAN' PAZARLAMACILIĞI)

 



Faruk Beşer, Fethullah Gülen hocaefendisinin fıkhını anlamak için dünya kadar zaman harcamış, kaset dinlemiş, epeyce de mürekkep zayi ederek bu nevzuhur fıkhı kitaplaştırmış bir adam.

Bu fıkhın temel özelliklerinden birinin de “içtihat” konusundaki yenilikçiliği/güncellemeciliği olduğu biliniyor.

Evet, Fethullah Gülen, 28 Şubat sürecinde “darbeci askerlerin içtihat yaptıklarını, hatalı bile olsalar ‘bir sevap’ alacaklarını” söyleyebilmişti. 

(Bu da “Kemalist askerlerin ABD, CIA, İsrail ve beynelmilel masonluk güdümlü fıkhı” oluyor.)

Beşer’in hayranı olduğu Fethullah fıkhının ikinci bir temel özelliği, usul-furû (asıl-fer’) ayrımı konusunda insanların kafasını karıştırmış olmasıydı.

Gülen, 1995 yılında bir gazeteye verdiği röportajında “Başörtüsü füruattır” demiş, gazete bunu “teferruattır” diye aktarmıştı.

Gülen, sonradan sözlerini “itikat-amel” ayrımı çerçevesinde tavzih etmeye çalışmıştıysa da (Farziyetini inkâr etmemek kaydıyla başını örtmemek müslüman kadını dinden çıkarmazdı), mesaj alınmıştı.

*

Beşer, Yeni Şafak’ta yayınlanan “İslam’ın devleti olur mu?” başlıklı yazısıyla, Fethullah fıkhının bu “tevile müsait” usul-furû mugalata ve demagojisini çok daha vahim bir noktaya taşımış durumda.

Eh, ne de olsa boynuz kulağı geçermiş.

Fethullah, Şeriat hükümlerini (amelî hükümleri) furûat kabul edip akaidi/itikadı asıl diye nitelendirirken, Beşer denilen şaşkın itikadı değil ahlâkı asıl olarak sunmaya başlamış durumda.

“Mevcut” laik/dinsiz devletin “derin kuklacılar“ı, Fethullah’ın fürûat lafının teferruat (önemsiz ayrıntı) şeklinde anlaşılacağının farkındaydılar. Fethullah bir taraftan onları memnun edecek laf cambazlıkları yapıyor, diğer taraftan da sözlerini “tevil” ederek “Ne şiş yansın ne kebap!” siyasetini sürdürüyordu.

Beşer ise, işin cılkını çıkarmış durumda.. Tevile bile ihtiyaç duymadan, ancak devasa bir işkembenin üretebileceği cesamette hezeyanları peşpeşe sıralıyor.

Fethullah’ın günahlarını sevap, rezaletlerini fazilet gösterecek zırvalar üretiyor.

*

Evet, Beşer, söz konusu yazısında şöyle diyordu:

“Esas olan hukuk [Şeriat] değil ahlaktı. Bunlar olmadıktan sonra devlet sadece ezici bir güç yani dûle olurdu. Bunun için de bütünüyle Mekke Döneminde Resulüllah (sa), bir gün biz de bir devlet kuracağız, yönetimi bu zalimlerden alacağız, dünyaya biz hâkim olacağız anlamında bir şey söylemedi. Söylediklerinin özeti ‘eslim-teslem’, yani Allah’a teslim ol kurtul demekten ibaretti.”

Yani, pratikte “Faruk Beşer tipi iktidar dalkavukluğu ve güç perestişliği” olarak kendisini gösteren ahlâk (gerçekte ahlâksızlık) esas, İslam Şeriati (Allahu Teala’nın emir ve yasakları) ise teferruat.. 

(Nerdeyse tıpatıp aynı şeyleri, Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan hocanın yerine geçen oğlu Nurettin de iskenderpasa.com'da yayınlanan bir açıklamasında söylemişti. Yine bu söylem, ilahiyatçılıktan büyükelçiliğe yatay geçiş yapan Yeni Şafak yazarı Prof. Mahmut Erol Kılıç'ın da vird-i zebanıydı.. Liste uzun, hangi birini sayalım.. Çağdaş Türkiye orkestrasının bu güzide çalgıcıları galiba aynı kaynaklardan ilham alıyor, besleniyor, aynı orkestra şefinin çubuğuna göre icra-yı sanat eyliyorlar.)

Bu esasa sahip olduğunuz zaman, teferruatı dert etmenize gerek de kalmıyor.

Beşer, bu Şeriatsiz “fıkıh” çerçevesinde, “peygamberî üslup“la, peygambercesine bir müjde de veriyor:

“… tevhide, şirkten uzaklaşmaya, İslam ahlakını yaşamaya odaklanmamız halinde biz de Mekke dönemindeki Müslümanlar gibi sağlam birer Müslüman olabiliriz. Sonuçta öyle olan Müslümanlara güçlü bir devlet nasip olduğu gibi bize de olur.”

*

Faruk Beşer şaşkını, galiba şu ayet-i kerimeyi hiç okumamış:

“Sonra seni (din) emrinden bir şeriat üzerine (memur) kıldık. Artık sen ona tâbi ol, bilmezler olanların hevâlarına tâbi olma.”

(Ömer Nasuhi Bilmen Meali, Casiye, 45/18)

Şeriatin karşısında ahlâk değil, (İmam Şatıbî’nin el-Muvafakat‘ta işaret etmiş olduğu gibi) heva ve heves yer alır.

Fakat bu ilahiyatçı diye saygı gören “düzen“baz davullar (içi boş olduğu için fazla gürültü yapan deri kaplı nesneler), bu ayet-i kerime çerçevesinde Şeriat’in karşısında heva ve heveslerin (ehvâ) yer aldığını söylemek yerine, o “ehvâ”yı ahlâk olarak yutturmaya çalışıyorlar.

*

Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, söz konusu ayet-i kerimeyi Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde şöyle açıklıyor:

Sonra biz seni din hususunda apaçık bir şeriat sahibi kıldık. … Arapça’da şeriat, insanların ırmaklardan ve benzeri şeylerden su almaya vardıkları yerdir. … Bazıları şeriata, şeriat denilmesi, su içmek için kullanılan yola şu yönüyle benzetildiğini söylemişlerdir: Çünkü hakikat ve doğruluk üzere onda [Şeriat’te] yürüyen hem kanar, hem temizlenir. … Temizlenmekten maksat da; “Ey ehl-i beyt! Allah ancak sizden şan ve şerefi kirletebilecek günahları uzaklaştırmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzâb, 33/33) âyetinin mânâsıdır. Burada [Şeriat kelimesinin sonundaki] tenvin yüceltme içindir. Emir, din işi veya Allah’ın emri demektir. Yani bu Kur’an’da açıklandığı üzere Allah’ın sana vahyettiği emir ve yasaktan bir büyük ve geniş yol, koskoca bir şeriat üzere seni görevlendirdik. Onun için o şeriata uy, kendini ona uydur da bilmeyenlerin hevâ ve heveslerine uyma. Allah’ın hükümlerine ilmi olmayan veya ilmin gereğine uymayan kimseler yalnız kendi zevk ve heveslerinin arkasında koşarlar. Hevâ ve hevesler ise kişiye göre değişir. İsrailoğulları gibi ihtilâfa düşürür, Allah’ın gazabına götürür. Şeriat ise toplar, tevhid (Allah’ın birliğine inanmakla) rızasına götürür. Şeriata uy da cahillerin nefsani arzularına uyma.

*

Prof. Hayrettin Karaman’ın Yeni Şafak’ta yayınlanan bir yazısının başlığı şöyleydi: “Çağdaş Gazzâlî’den halimiz ve çaremiz (2)”.

Sözü edilen Gazzâlî, 9 Mart 1996 tarihinde vefat eden Muhammed el-Gazzâlî..

Karaman, ondan şu sözleri naklediyor:

1. Önemsizlerin yönettiği, gerçek önderlerin ise önemsiz sayıldığı bir ümmete yazıklar olsun!

2. Erdeme zorlamak, zorlanan insanı erdemli kılmaz; nitekim imana zorlamak da insanı mümin kılmaz; erdemin dayanağı hürriyettir.

3. Halkı eğlence konusu olan Arap kurumları ve korkuyu, vehmi, gevşekliği huy edinmiş Arap toplumları yok olmadan önce İsrail yok olmaz.

4. Bir toplum, bir spor karşılaşmasını kaybetmesi sebebiyle heyecanlanırken medeniyet, sanayi ve topluma ait kayıpları karşısında kılının kıpırdamaz oluşuna akıl erdiremedim.

5. Aldatıcı dindarlık bir ümmet için açık dinsizlikten daha zararlıdır.

6. İmparatorlar ve Firavunlar tanrılaştılar; çünkü şuursuz olarak onlara hizmet eden (tapınan) kalabalıklar buldular.

7. Düzeni bozuk bir toplumda sosyal adalet saraylarını dikmek ahlakı çökmüş bir toplumda edeb ve ahlak kolonlarını dikmek gibidir.

8. Halk, yöneticiler yüzünden bozulur, yöneticilerin bozulması alimlerin bozulmasındandır, eğer kötü alimler ve kötü hakimler olmasaydı, onlardan çekinecekleri için idareciler de bozulamazdı.

9. Eğer yanlış ve kötü bir durumu ve kurumu değiştirmek istiyorsan teşebbüse geçmeden önce onun yerine koyacağın durumu ve kurumu hazırlaman gerekir.

10. Diriliş ve uyanış hareketlerinin tarihine baktığımızda siyasi ve sosyal hareketten önce akıl ve zihniyet dirilişinin gerçekleştiğini görürüz.

Bunlar, önemli tespitler..

*

Gazzâlî, haklı olarak “Aldatıcı dindarlık bir ümmet için açık dinsizlikten daha zararlıdır” diyor.

İşte Türkiye’de (ve Faruk Beşer gibilerin yazılarında) gördüğümüz şey bundan ibaret: Aldatıcı dindarlık.

Ve bu dindarlık, milletin imanı (itikadı) için açık dinsizlikten daha zararlı.

Ve de mesela Akparti’nin dine dair söylemlerinin milletin inancına verdiği zarar, CHP‘lilerin açık din karşıtlığının verdiğinden daha fazla. Yıllardır bunu anlatmaya çalışıyoruz.

Bu muzır söylemleri kimileri açıkça destekliyor, kimileri de “Öyle konuşmak zorundalar, takiyye yapıyorlar” falan diyorlar ki, bu ikincisi de ahlâkî yozlaşma, bozulma, kokuşma ve çürümeye karşılık geliyor.

*

Gazzâlî'nin şu sözü, yazımızın başında konu edindiğimiz hukuk-ahlâk ayrımı bakımından önem taşıyor:

"Erdeme zorlamak, zorlanan insanı erdemli kılmaz; nitekim imana zorlamak da insanı mümin kılmaz; erdemin dayanağı hürriyettir."

İmdi, erdem (ahlâkî fazilet) hürriyete dayanmak zorundadır. 

Yani ahlâkî davranışta hürriyet (gönüllülük) esastır.

Hukukta ise zorlama esastır. Hukuk, adaleti, gerektiğinde zorla gerçekleştirir. İnsanların gönlüne bırakmaz.

Ahlâkî davranış ise böyle değildir. İnsanları ona (erdeme) zorladığınızda ve o bunu gönülsüz olarak kabul ettiğinde ortaya şu "kötülük"ler (mefsedet) çıkar:

Birincisi, kişi gönülsüz olarak (birilerinin beğenisini kazanmak için) "erdemli" davrandığında riyakârlık yapmış olur ki, bu, daha büyük bir erdemsizlik/ahlâksızlıktır. 

İkincisi, böyle bir durum insanın hürriyetine (gönüllü tercihlerine) dışarıdan müdahale edilmesi, dolayısıyla köleleştirilmesi demektir.

*

Hukukî zorlama ise böyle değildir, orada hukuk (haklar) söz konusudur ve hakların hak sahiplerine verilmesi (yani adaletin sağlanması) insanların gönlüne bırakılamaz. Gerektiğinde zorla gerçekleştirilir.

İşte bu yüzden gerçek adalet ancak Şeriat'le sağlanabilir.

Çünkü Şeriat'i vaz' eden Allahu Teala'dır. Onda kulların birbirlerine karşı imtiyazlı/ayrıcalıklı olması ve yasa yapma gücüne erişen kesimlerin kendi arzu ve isteklerini başka insanlara dayatması durumu olmaz.

Böylece Şeriat, insanı kendisi gibi kullara kul ve köle olmaktan kurtarır, gerçek hürriyete kavuşturur. İnsanın, insanlık şeref/onur ve haysiyetini kaybetmemesini sağlar. 

Bu yüzden, Bediüzzaman'ın belirttiği gibi, Şeriat, adalet-i mahzdır. 

Diğer hukuk sistemleri ise karışık durumdadır, içinde adalet de, zulüm de bulunur.

Bütün yasalar, Şeriat'ten uzaklaştığı nisbette zulüm haline gelir.

Bu zulmün tohumları yasama (teşrî, yasa yapma) aşamasında ekilir; yasa yapma konumunda olanlar bir şekilde ya kendilerinin ya da temsilcisi oldukları güçlerin çıkarlarını koruma kaygısıyla hareket ederler. Eli kolu bağlı yargıçlar/hakimler de buna uymak zorunda kalırlar.

Böylesi rejimlerde insanlar bir ölçüde köleleştirilmişlerdir, ve buna yasaları uygulayanlar da dahildir.

Şeriat ise böyle değildir, kaynağı ilahîdir, Kur'an ve Sünnet'le kayıt altına alınmıştır. 

Müçtehitler de ihtilaflı meselelerle ilgili içtihatlarında bu iki kaynağa dayanmak ve şunun bunun çıkarını değil, Allah'ın muradını hesaba katıp içtihatta buhunmak zorundadırlar. 

Burada sahtekârlık yapıp insanları aldatmak kolay değildir, çünkü meseleyi anlayıp doğrusunu söyleyen müçtehitler mutlaka çıkar.

Beşerî hukukta ise adalet konusunda böylesi bir "hak" (gerçek) sabite (değişmez dayanak) mevcut değildir. 

Şunun bunun ölmüş oğlunun ilke ve inkılapları bile insanlara dayatılabilir ve bu sefil tiyatronun adına hukuk denilebilir. 

*

“İmparatorlar ve Firavunlar tanrılaştılar; çünkü şuursuz olarak onlara hizmet eden (tapınan) kalabalıklar buldular” şeklindeki söze gelelim.

Sadece imparatorlar ve firavunlar mı?! Bugünün devlet başkanları, diktatörleri, kralları, sultanları içinde de böyleleri yok mu?!

Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, din bilginlerinin ve ruhbanların rableştirilmesinden/tanrılaştırılmasından söz eden Tevbe Suresi 31’inci ayetini tefsir ederken, bugün Batı’da ruhban sınıfının yerini parlamentoların aldığını, artık parlamentoların rab/tanrı haline getirildiğini söylemektedir.

Merhum Elmalılı böyle söylüyor, Faruk Beşer gibi davulların kıblesi olan siyasetçilerimiz ise millî iradeden, millet hakimiyetinden, milletin temsilcileri olan parlamenterlerin öneminden bahsediyorlar.

TSE damgalı ilahiyatçıların İslam devleti ve Şeriat “retoriği” yapan müslümanlara karşı dilleri çok uzun, fakat bu türden (İslam açısından şirk olan) retorik karşısında ise “güzel ahlâk” (güzel/pembe heva ve heves) gereği pek mülayim, pek oynak, pek kıvrak, pek güleç, pek şen şakrak, pek sevecenler.

*

Bir diğer söz:

“Diriliş ve uyanış hareketlerinin tarihine baktığımızda siyasi ve sosyal hareketten önce akıl ve zihniyet dirilişinin gerçekleştiğini görürüz.”

İslam devleti ve Şeriat hususunda da aynı şey geçerlidir.

Retorik, akıl ve zihniyet dirilişinin olmazsa olmazıdır.

Şu anda mesela Türkiye’de, İslam devleti kurma yönünde siyasî ve sosyal bir hareketi gerçekleştirme imkânı ve şansı mevcut değildir.

Fakat, “akıl ve zihniyet dirilişi” anlamına gelen retoriği sürdürmek mümkündür.

Bu retorik devam ettiği sürece, gelecek için (en azından) küçük de olsa bir umut ışığı var demektir.

O yüzden, dirilişin düşmanları, o zayıf umut ışığını da yok etmek için retoriği de tarihe gömmek üzere ellerinden gelen her hileyi, tuzağı, zulmü, zorbalığı, hainliği ve kalleşliği yapıyorlar.

*

Retoriğin yok edilmesi bakımından beşinci kolu kullanmanın, kaleyi içeriden çökertmenin çok daha etkili olduğunu bildikleri için de Faruk Beşer gibi ilahiyatçıları kullanıyorlar.

Onlara şöyle şeyler söylüyorlar:

“Hocam, İslam öncelikle ahlâk güzelliği demektir, irfandır. Ahlâkımız bir düzelse, İslam ahlâkını yaşamak suretiyle insanlara İslam’ı sevdirsek herşey kendiliğinden hallolacak. Fakat bazıları hiç yeri ve zamanı değilken Şeriat’ten, İslam devletinden, cihattan filan bahsedip milleti ürkütüyorlar. Hocam sizin gibi güzel ahlâkıyla temayüz etmiş ilim irfan sahibi muhterem hocalarımızdan bu gafil ve hainleri, dış düşmanların oyununa gelip kin, nefret ve düşmanlık üreten kaba saba bedevî zihniyetlileri uyarmanızı bekliyoruz. Hocam sizler Allah’ın bu memlekete bir lütfusunuz. İyi ki varsınız hocam.”

Bu davullar, gaza gelmeye zaten dünden teşneler..

Hemen davranıyor, sözü edilen müslümanları güzel ahlâk bıçağıyla dilim dilim doğruyor, irfan makinalısıyla tarayarak delik deşik ediyor, güzel ahlâk füzeleriyle cayır cayır yakıyorlar.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...