Dr. Nurullah Çakmaktaş’ın “Dini Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği Tenkitler” (Akademik İncelemeler Dergisi, C. 16, S. 1, Nisan 2021) başlıklı makalesinde yer alan şu ifadeler önemli:
İhvan-ı
Müslimin gibi ana akım İslamcılar, siyasetin içinde kalarak parlamentoda mansıp
sahibi olmanın; İslamî davetin önündeki engelleri kaldırma, dindarların maruz
kaldığı baskıları azaltma, İslami hakikati dile getirme ve yayma gibi
hususlarda bir imkân tanıdığını ve bu durumun Müslümanların menfaatine olduğunu
her daim kendilerini tenkit eden radikal unsurlara karşı argüman olarak kullanmışlardır.
El-Makdîsî ise İhvan’ın bu argümanlarına da itiraz etmektedir. Öyle ki ona
göre, İslam’da dinin asli unsuru kabul
edilen tevhit inancı, söz konusu siyasal sistem içinde yok sayılmaktadır.
Hal böyleyken diğer tâli meselelerde
birtakım kazanımlar elde etmek, dinin maslahatı için pek bir anlam ifade
etmemektedir. Zira tâli bir maslahat
için asıl olandan vazgeçmek kabul edilemez bir anlayıştır. ... Müslümanların
maslahatı için bu metot etrafında çabalayanlar ona göre, tağuti sistemlerin oyuncağı haline gelmiştir. Nitekim el-Makdîsî; Mısır, Cezayir ve Kuveyt’te siyasal katılım yanlısı İslamcıların nasıl başarısız
olduklarını, kendi görüşünü desteklemek adına örnek vakalar olarak sunmaktadır
(El-Makdîsî, ts., 42-47).
Bazıları, “Bu listeye Türkiye de eklenebilirdi” diye
düşünebilirler..
Gerçekten de ilk bakışta, eklenmesi
gerekir gibi görünüyor.
Fakat, Mısır, Cezayir ve Kuveyt
ile Türkiye arasında şöyle bir fark var: Söz konusu ülkelerde mevcut sistem
içinde “müslümanca” siyaset yapmaya çalışanlar, gayelerinin Şeriat’i bütün
kurum ve kurallarıyla uygulamak olduğunu söyleyebiliyorlardı.
Türkiye’de ise bu mümkün değil..
Bu ülkede bütün partiler “sistem partisi” (laik demokrasiye ve
Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı) olmak zorundadırlar.
Aksi takdirde Anayasa’ya ve Siyasal
Partiler Kanunu’na muhalefet etmiş olurlar ve kapatılırlar.
*
Bu yasakçı rejim, Türkiye’de, İslamî gayeler için siyaset yapmaya çalışanları takiyye yapmaya, “gizli gündem”le hareket etmeye zorlamış bulunuyor.
(Takiyye ve gizli gündem sanatının
patenti, sonradan Türkler’in atası anlamında Atatürk soyadını alan Ali Rıza oğlu Selanikli Mustafa’ya ait.. Sözde
Osmanlı Devleti’ni kurtarmak için Samsun’a çıkan Selanikli, asıl niyetinin
Osmanlı Devleti’ni yıkmak, hilafetin ve saltanatın ocağına incir dikmek
olduğunu Erzurum Kongresi günlerinden birinin gecesinde hempaları Mazhar Müfit Kansu ile Süreyya Yiğit’e açıklamıştı. Bu
niyetini İstanbul’dayken –halvet olup yalnız olarak başbaşa dostane görüşmeler
yaptığı- İngiliz Gizli Servisi’nin
İstanbul şefi ajan Rahip Frew’a açıp açmadığı konusunda ise herhangi bir
itirafı yok.)
“Düzen”,
takiyye yapanların çalışmaları “tali”
(ikincil, yan) meselelerle sınırlı kaldığı sürece bu tür girişimlere izin
veriyor.
Çünkü
bu, söz konusu düzen karşıtı unsurların bir süre sonra devşirilip “düzen yanlısı” hale gelmeleri sonucunu verebilmektedir.
Ayrıca, düzen
karşıtlarının tali meselelerdeki kazanımları düzenin aslî yapısının restore edilmesini ve daha iyi işlemesini de
sağlayabilmektedir.
Ancak iş
aslî yapının bazı temel öğeleriyle oynanmasına gelince, takiyyeye, "düzen"in suyuna gidilmesine bile izin verilmediğini, derinlerin mızıkçılık yaparak muhalifleri tümden oyun dışı hale getirdiklerini gördük.
*
Türkiye’de 28 Şubat’ta işte bu yaşandı..
Erbakan “havuz” ekonomisiyle (milletin
kanını emmekte olan) yerli ve milli imtiyazlı azınlığın çanına ot tıkamaya kalkışmasa
ve küresel ölçekte de (yahudi-hristiyan hegemonyasını tehdit eden) D-8’ler marifeti ile İslam birliği projesinin
temellerini atmasaydı, iktidar olması hoşgörüyle karşılanabilirdi.
Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi
ülke içinde her kesime mavi boncuk dağıtsa, Washington’a çağrılınca koşa koşa gitseydi, daha sonraki süreçte cumhurbaşkanı da olabilirdi.
Öyle
olmadı, CIA ile stratejik ortaklık
ilişkisi içindeki MİT tarafından altı oyuldu.. Yapılan hakaret ve aşağılamalar
yetmiyormuş gibi, Sakaryalı korumalar müdahale etmeseydi, sözde vatansever özde
Amerikan uşağı Kemalist subaylar onu döveceklerdi.
Şaşırmayın, merhum Menderes'e daha fazlasını yapmışlardı.
Evet Erbakan, sırf
yerli milli sömürü düzeninin ve düzenin Batılı ağalarının tekerine çomak
sokmaya başladığı için siyasî yasaklı
hale getirildi.. Partisi Refah kapatıldı.. Ardından kurulan Fazilet Partisi de
aynı akıbete uğradı..
Bunun
üzerine Erbakan’ın pragmatik adamları (Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç,
Abdüllatif Şener vs.) hocaları Erbakan’ı terk ettiler, “Takiyyeden hayır
gelmiyor, iktidar vizesi alamıyoruz, samimi olarak düzen yanlısı
olalım, düzene biat edelim, iktidar olalım” diyerek
AKP’yi (AK Parti’yi) kurdular.
Bunun
sonucunda Erbakan’ın yedek partisi Saadet kolu kanadı kırılmış, tüyleri
yolunmuş hale gelince, kapatılmasına da ihtiyaç kalmamış oldu.
Ölü mü diri mi olduğu belli olmayan, baygın
halde cansız yatan, ya da ağrı ve sızı içinde can çekişip inleyen birini kim döver ki?!
(Sözde “dindarlık”
adına ortaya çıktıkları halde daha baştan hiçbir takiyye ve gizli gündem dertleri olmadan “düzen”baz hale gelen Haydar Baş belası tipi kifayetsiz muhteris ikbal avcısı siyaset
dolandırıcılarını anmaya bile değmez.. İskenderpaşa
Cemaati’nin varis kayyumu Muharrem
Nureddin Coşan’ın bitkisel hayat yaşayan Sağduyu Partisi de aynı durumda.. Bitkisel hayatta olmasına aldanmayın, cemaat mensuplarını "laik demokrasi dervişleri" haline getirme işlevini optimal verimlilikle yerine getiriyor.)
*
Çakmaktaş’ın
yazısı şöyle devam ediyor:
Yine
El-Makdîsî; ana akım İslami hareketin, mevcut siyasi düzen içinde faaliyette
bulunmanın Müslümanların yararına olduğunu ispatlamaya matuf argümanlarını
aktardıktan sonra eski ulemaya referansta bulunarak bu metot anlayışını İblisin bir tuzağı olarak tanımlamıştır.
Ona göre, günümüz tağutları ile kıyaslanamayacak
derecede daha ehven olmalarına rağmen eski ulemanın kendi dönemlerindeki
yöneticilere karşı olan tavrı son derece açık ve nettir. Bugünkülerin aksine
selef uleması, devlet idarecilerinden uzak durmayı, onları daha rahat tenkit
edebilmek adına zaruri görmekteydi. Hatta bir ikrama mazhar olurlar da onlara
karşı bir yumuşama gösterirler endişesiyle iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak
amacıyla dahi olsa onların yanına gitmeyi hoş görmemişlerdir (El-Makdîsî, 1984,
27-28). Öyle ki onların bu mekânlardan uzak kalması sadece zulmün ve haksızlığın
olduğu dönemlerde vuku bulmamış, doğru yol üzere şeriata tabi olan yöneticilerin iktidarda olduğu dönemde de bu tavır
devam etmiştir (El-Makdîsî, 1984, 35).
Ebu’l-Munzir
eş-Şankîtî de ana akım İslamcıların demokrasinin İslamlaşma yolunda bir araç
olarak kullanılabileceği iddiasına itirazda bulunmuştur. Ona göre hiçbir Müslüman ülkenin demokrasi tecrübesi
İslamlaşma adına bir fayda sağlamamış ve bu anlayış üzerinde yol alınarak
bir İslam devleti inşa edilememiştir.
Kaldı ki ona göre demokrasiyi İslamlaşma yolunda bir vesile olarak görmek de şirki tevhide ulaşmada bir araç olarak görmek
anlamına gelmektedir. Diğer taraftan eş-Şankîtî; bazı İslamcıların demokrasiyi,
onun felsefesi ve araçları olarak ayırt etmelerine ve
destekledikleri kısmın seçimler ve parlamento gibi demokrasinin araçları olduğu görüşüne de itiraz
etmektedir. Zira ona göre demokrasiyi, onun Batı menşeli felsefe ve
ilkelerinden ayırt etmek mümkün değildir. Dolaysısıyla İslamcıların insanları
demokratik sisteme katılıma davet etmesi açık bir şekilde demokrasi ile çatışan
İslami değerlerin ilgasına yönelik bir
davet anlamına gelmektedir (Eş-Şankîtî, 2011, 12-13).
Türkiye’de Erbakan’ı terk edenler (yani
Erdoğan’la birlikte AKP’yi kuranlar), yollarını ve zihniyetlerini de
değiştirmişler, Millî Görüş gömleğini üzerlerinden çıkarmışlar, parça pinçik edip çöpe atmışlardı. (Erbakan’ın “kuş dili”nde
Millî Görüşçü olmak, İslamcı/Şeriatçı olmaktı.)
Takiyyesiz ve gizli gündemsiz olarak “muhafazakâr demokrasi” davasını samimiyetle ve inanarak savunmaya başladılar. (Erbakan'ın vefatından sonra Saadet Partisi de Karamollaoğlu sayesinde tanınmaz hale geldi.)
Fransa tipi jakoben laikçilikten
farklı olarak ılımlı laiklikten
yanaydılar.. Laik demokrasi için
can sıkıcı olmayan bütün İslamî kurum ve kurallara devletin, (inanç ve fikir
özgürlüğü adına) müsaade etmesi gerektiğini savunuyorlardı.. Laiklik biraz ılımlılaşıp dindarlaşabilir, İslam da "güncellenip" (adı konulmamış bir reforma tabi tutularak) laikliğe (siyasal dinsizliğe) uyumlu hale getirilebilir, uzlaşmacı bir orta yol bulunabilirdi.
“İslamî
değerlerin ilgasına yönelik bir davet”te bulunma “şeref”i ise 2004 yılında
(Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hoca’nın varisi, İskenderpaşa kayyumu) Muharrem Nureddin Coşan’a nasip
oldu.
Şu anda bile, partisinin sitesinde (https://sagduyu.global/) şu ifadeler yer
alıyor:
SİYASİ KONUMUMUZ NEDİR?
Klasik
teorilerde siyasi konumlar, devletin ekonomiye ve bireysel yaşantıya ne
derecede müdahil olduğuna göre belirlenmektedir. Ülkemizde daha geçerli olan
ise, konumların şimdiye dek ‘millet’ tanımlarımızın üzerinden yapıldığı iki
unsura; dini değerlere (İslam) ve
milliyetçiliğe (Türk milliyetçiliği) nasıl baktıklarına göre belirlenmesidir.
BİZİM
ESAS ALDIĞIMIZ SİYASİ EKSENLER: Biz,
partilerin liberal, devletçi, milliyetçi, sag veya sol olmalarından daha önemli
konum belirleyicileri olduğunu düşünüyoruz. Bunlardan ilki bağımsızlıklarıdır. İkincisi ise kendi düşünce eksenleri içerisinde, bakışlarında ve uygulamalarında
ne kadar sagduyulu olduklarıdır.
Görüldüğü gibi, İslamî değerlere boş vermiş durumdalar..
Dinî değerlere (yani İslam'a) önem verenler ile aralarına mesafe koyuyor, kendilerini onlardan itina ile ayırıyorlar. Aman kendilerine İslam bulaşmasın!...
"Dini değerler" derken parantez içinde “İslam” kaydını düşmeleri, herhalde “İslam’a
tümden boş verdik” demek oluyor.. (Bu ifade, "Sadece İslam'ın değerlerine sırt çeviriyoruz, batıl beşerî dinlerin 'değerimsi'leriyle sorunumuz yok" mesajı olarak da yorumlanabilir.)
Sitelerinde bir taraftan da ahlâk,
hikmet, ve adaletten bahsettiklerine göre, “Sevgili vatandaşlarımız, sözünü ettiğimiz ahlâk, hikmet ve
adaletin İslamî değerler olduğunu zannetme.. Bizim savunduğumuz ahlâk, adalet ve
hikmet, İslam açısından 'değer'siz, İslam dışı, bizim icadımız olan nevzuhur bir adalet, hikmet ve ahlâk” demek istiyor olmalılar.
(Nureddin’in “derin” bir yerlerden aldığı talimatla bunları yaptığı açık da,
onların güdümüne ne zaman girdiği konusu bizim açımızdan net değil.. Derin
karanlığın şeyhlerine babası ölmeden önce mi, sonra mı biat etti?.. Derin
denizaltı nereye yönelirse Nureddin’in pusulası da o yönü gösteriyor.. Hakan
Fidan MİT’in kontrolünü eline alıncaya kadar derin devlet Erdoğan’la ters düşebiliyordu ve Nureddin, 2011 seçimlerinde açıkça -Erdoğan karşıtı- MHP’ye destek verdi.. O günlerde Bahçeli Erdoğan'a çok ağır hakaretler ve tehditlerde bulunuyordu. MHP'nin AKP'ye yönelik keskin muhalefeti, 2014’te cumhurbaşkanlığı
seçiminde CHP ile ittifak kurup Ekmeleddin İhsanoğlu’nu Erdoğan’ın karşısına
aday olarak çıkarmasıyla devam etti. 15 Temmuz’dan sonra ise derin devlet
tümden Erdoğan’ın kontrolü altına girdi ve Nureddin, derin devlet denizaltısının
değişen rotasına uygun olarak Erdoğan’a “Aziz Başkanım” diye hitap etmeye başladı.
Şurası kesin: Hakan Fidan’la birlikte Erdoğan derin devlet sırlarına tümden
muttali olmaya başladığı için Nureddin’in geçmiş sicili artık ona kapalı
değil.. Dolayısıyla Nureddin’in “Aziz Başkanım” diyerek ona biat etmesi
şaşırtıcı olmaktan uzak.. 2010 yılı öncesinde ise, AKP'ye bir ölçüde mesafeli duran derin devletle perde arkasında anlaşmış olmanın verdiği özgüvenle Erdoğan'a karşı, burnundan kıl aldırmaz havalarda racon kesiyordu. O dönemde, bir yandan da, 1980'li yıllarda Fethullah Gülen'in askerler tarafından sözde istenmeyen adam ilan edilip özde onlara hizmet etmesine benzer şekilde, güya derinlerin tehdidi altındaymış gibi bir izlenim vererek Cemaat'e numara çekiyordu; sanki "Bizim esas aldığımız siyasi eksenler" diyerek artık "İslam"ı siyasi eksen olarak kabul etmediğini açıkça söyleyen bir "düzen"baz dönek için derinler "Körün istediği bir göz, Allah vermiş iki göz" demez de gökte ararken yerde buldukları böyle bir süper döneği dert edinirlermiş gibi.. MİT'çi Mehmet Eymür'ün dediği gibi, bu derin işlerde "oyun içinde oyun" var.)
*
Çakmaktaş'ın makalesini okumaya devam edeceğiz inşallah.