UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN
KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 21
Bu
yazı dizisinin bir önceki bölümünde, Türkiye’de Atatürk ilke ve
inkılapları diye bilinen devrimlerin/devirmelerin aslında Curzon ilke ve
inkılapları olduğunu görmüştük.
Lord
Curzon, dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı..
“Kim
Birinci Dünya Savaşı’nın galibi olmak ister” yarışmasında İngilizler, sorulara
cevap verirken bazen fikir değiştiriyorlar, ve Mondros Mütarekesi’nden sonra
gündeme gelen “barış antlaşması” hususunda “son karar”ları İstanbul’u
Türkler’e bırakmak oluyor.
Ama
hangi Türkler’e?
Selanikli
Mustafa Atatürk liderliğindeki Türkler’e..
*
İngilizler’in
Selanikli’yi “destekledikleri bir işbirlikçileri ya da ajanları” değil de
“İngilizler’in inadına ulusal kurtuluş savaşı veren bir kahraman” gibi göstermek
için yaptıkları hileleri önceki bölümlerde açıkladık, tekrar etmeyelim.
Selanikli’nin
sağ kolu, başbakanı, İstiklal Harbi’nin Batı Cephesi Komutanı İkinci Adam
İsmet İnönü, bu destekleme ya da işbirliği gerçeğini, sıkça tekrarladığımız
gibi, 1973 yılında tek cümleyle özlü bir biçimde ifade etmiş bulunuyor:
“İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer
müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.”
(Milliyet Gazetesi‘nin
29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018,
s. 60.)
Adam
daha ne desin!
“Bu
milletin içinde aptallar da var, dolayısıyla onların hatırı için ‘lafın
tamamı’nı söyleyelim” diyerek gerçeği en açık ve yalın biçimde açıklamış.
Daha
ne desin!
*
Tabiî
İnönü’nün tarihî açıklaması bazı sorulara cevap aranmasını gerektiriyor:
Bir: İngiltere’nin Dışişleri
Bakanı Lord Curzon, “İstiklâl mücadelesinin başarısı”nı, yani Selanikli Mustafa Atatürk’ün muvaffakiyetini
niçin istemişti?
İki: Curzon (onun şahsında
İngiliz hükümeti) böyle bir karar verirken sahadaki İngiliz subayları
ile istihbaratçıların (ajanların) sundukları raporları ve yapılan
analizleri gözardı edemeyeceğine göre, o kurmay subaylar ile casusların
“Selanikli Mustafa Atatürk”ü hükümetlerine “pazarlamış” olmaları gerekiyor.
Selanikli
bunu nasıl başardı, onların gözüne nasıl girdi?
Üç: İngilizler
müttefiklerini (Fransa ile İtalya’yı) Selanikli’yi desteklemeye mecbur
etmeyi niçin göze aldı, böyle bir riske niçin girdi?
Boru değil
bu, Birinci Dünya Savaşı boyunca omuz omuza, sırt sırta birlikte savaştığınız,
kader birliği yaptığınız koskoca iki devlet..
Yola
çıktığı sırada elinin altında emrine amade doğru dürüst bir güç bulunmayan, Kâzım
Karabekir’in desteğiyle ayakta kalmayı başarabilen bir adama yatırım
yapmaları, “barış masası” kumarında onun için bahse girmeleri
yetmiyormuş gibi, bir de arkadaşlarını (müttefiklerini) bu kumara katılmaya
zorluyorlar.
Niçin?
Bahsi
kazanmaları durumunda devasa bir kazancın sahibi olacaklarına inanmamaları
durumunda böyle bir riski alırlar mıydı?
Bu
soru, bizi bir başka soru üzerinde düşünmeye yöneltiyor:
Dört: İngilizler,
Selanikli’den birtakım sözler almadan böyle bir riske girmiş olabilirler
mi?
Ve de,
kendilerine verilen sözlerin mutlaka tutulacağına kesin olarak inanmadan
müttefikleri olan iki koca devleti Selanikli’ye destek verme konusunda
zorlayabilirler miydi?
*
Bu
soruların cevabı açık:
İngilizler
Selanikli ile o daha İstanbul’dayken, Samsun’a hareket etmeden önce anlaşmış
olmalıdırlar. (Ki Selanikli’nin sadece İngiliz subaylarıyla değil, İngiliz
Gizli Servisi’nin / İstihbarat Teşkilatı’nın İstanbul şefi Rahip Robert Frew ile
de defalarca başbaşa gizli görüşme yapmış olduğu, kendisinin ve yakın
arkadaşlarının itirafıyla sabit.)
Evet,
Selanikli ile İngilizler’in karşılıklı olarak sözler vermiş, taahhütlerde
bulunmuş oldukları anlaşılıyor.
Vahideddin’in güvenini kazanıp
yaveri olmuş bulunan Selanikli’nin olağanüstü yetkilerle Samsun’a gitmesini
sağlayacak gerekçeleri ve ortamı hazırlayan İngilizler’in, o Anadolu’ya
geçince bu defa Vahideddin’den onu geri çağırmasını isteyerek İstanbul
Hükümeti’nin kendilerinin işbirlikçisi, Selanikli’nin ise korkup
çekindikleri, (olmayan) gücünden “tırstıkları”, vatanı için kendisini feda
etmekten çekinmeyen gözü kara bir kahraman gibi görünmesini sağladıkları açık.
İşin
aslı ise, İkinci Adam İnönü’nün açıkladığı gibi, Selanikli’ye sunulmuş tam
teşekküllü, tam tekmil bir “İngiliz desteği”ydi.
Türkiye’nin
emperyalizm karşıtı ulusalcıları böylesi “destek”ler ve işbirlikleri için “ajanlık”
ve “vatan hainliği” tabirlerini kullanmayı tercih ediyorlar.
*
Ve
Selanikli, Ağustos 1919’da, Samsun’a çıkışından üç ay sonra Erzurum'dan
gönderdiği mektubunda anasına “Pekala bilirsiniz ki ben
yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım” diyerek, vatan için kendisini feda etmeye hazır bir
serdengeçti değil, “Mevzubahis olan netice ise, vatan da teferruattır”
modunda ağını ören bir “hesapçı” olduğunu ortaya koymuş durumda. (Bkz. Salih
Bozok, Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor, haz. Can Dündar, 7.
b., İstanbul: Doğan Kitapçılık 2006. s: 72-74; Sadi
Borak, Atatürk'ün Özel Mektupları, İstanbul: Kırmızı
Beyaz Yayınevi, 2004, s. 253-255.)
Böylece
bir başka soruya ulaşmış oluyoruz.
Beş: Selanikli İngilizler’e ne
tür sözler vermiş, taahhütlerde bulunmuş olabilir?
Cevabı
tahmin etmek zor değil: Curzon ilke ve inkılaplarının Atatürk ilke ve
inkılapları olarak yerli-milli kılıfta hayata geçirilmesi..
Curzon’un
derdi, birincisi Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe gömülmesi, Türkler’in kendi mazilerine, kültürlerine,
maneviyatlarına, dinlerine, ellerindeki bütün bir medeniyet mirasına sırt
çevirerek tarih yolculuğuna bir balo cumhuriyeti ile Afrika’daki Hotanto
kabilesi gibi sıfırdan başlamaları..
İkincisi, hilafetin ellerinden
alınması suretiyle Türkler’in İslam dünyasındaki liderlik pozisyonlarına
son verilmesi..
Üçüncüsü, “Yeni Türkiye”nin Bizans
(Doğu Roma) ve Osmanlı gibi İstanbul’u başkent yaparak hâlâ bir imparatorluk
namzedi gibi görünmesinin engellenmesi, Anadolu’daki bir şehri başkent
yaparak geçmişin Lidya’sı, Frigya’sı gibi üfürükten bir “gecekondu devlet”
görüntüsü vermesi..
*
Şurası
kesin: Curzon-Selanikli anlaşmasında iki taraf da sözünde durdu..
Curzon,
İkinci Adam İnönü’nün açıkladığı gibi Selanikli’ye gereken desteği (müttefiklerini
zorlama pahasına) verdi.
Selanikli
de (İngilizler’in efsanevî Dizbağı Nişanı’na layık görülecek şekilde)
üstün performans sergiledi; Osmanlı’nın imparatorluk unvanının da, hilafetinin
de, alfabesinin de, dilinin de, kültürünün de, medeniyetinin de, maneviyatının
da canına okudu.
İşi
öyle abarttı ki, nerede bir Arap alfabesi ile yazılmış kitabe varsa (Kur’an’ı
hatırlatıyor diye olsa gerek) ya kırdırıp attırmaya ya da üstünü sıva ile
kapattırmaya koyuldu.
Memleketimizi
“Selanikli heykeli ormanı” haline getirmeye çalıştı.
Her
yere fotoğrafını astırma, paralara pullara resmini kazıma seferberliği
başlattı.
Orada
da durmadı, “Türk oğlu” olmayı gururuna yedirememiş ya da bunu kendisi
için zül addetmiş olacak ki, şahsını Türkler’in atası ilan etti,
palavradan Atatürk soyadını aldı.
Velhasıl,
Curzon ilke ve inkılaplarını Atatürk ilke ve inkılapları adı altında
Türk milletine “armağan etti”, miras bıraktı.
*
Evet,
(İnönü’nün açıkladığı üzere Selanikli’yi destekleyen) Curzon’un temel
hedeflerinden biri, Türkler’in elinden hilafetin alınması ve böylece İslam
dünyasındaki liderlik pozisyonlarına son verilmesiydi.
Ohrili
Kemal Bey’in
İsmet İnönü’ye yazmış olduğu bir mektup, hilafetin kaldırılış sürecinin daha
iyi anlaşılmasını sağlayan bir belge durumunda.
Prof. Dr. Metin Hülagü’nün konuyla ilgili bir
makalesi ilginç bilgiler içeriyor. (Bkz. Metin Hülagü, “Gizli antlaşmayla hilafetin ilgasını İsmet Paşa mı
imzalamış?”, 21 Temmuz 2018, https://www.superhaber.com/hilafetin-ilgasini-ismet-pasa-mi-imzalamis-makale-124433)
Burada dikkat
çeken nokta şu:
Eski subay Kemal
Ohri’nin 1947 yılında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye gönderdiği mektubundan,
Lozan Antlaşması öncesinde hilafet ve saltanatın kaldırılmasına dair bir “Türk-İngiliz
Gizli Antlaşması” yapılmış olduğu anlaşılıyor.
Ancak, böyle
bir antlaşmanın varlığından mesela Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir’in
haberi yok..
Dönemin
başbakanı Rauf Orbay’ın da..
Bunu hem
yazdıkları hatıratlarından, hem de TBMM’de saltanatın kaldırılması görüşmeleri
sırasında sergiledikleri tavırdan biliyoruz.
Konu TBMM’nin
gizli celselerinde bile müzakereye açılmamış.
Fakat Kemal
Ohri’nin antlaşmadan haberi var.
İsmet İnönü’nün de.. Ohri’nin mektubundaki
ifadeler, bilmekte olduğunu gösteriyor.
Dolayısıyla
söz konusu antlaşmaya Türk-İngiliz gizli antlaşması değil de Selanikli-İngiliz
gizli antlaşması demek daha doğru olur.
Ve bu
antlaşmanın temellerinin Selanikli henüz İstanbul’dayken, Anadolu’da
görevlendirilmesi söz konusu olmadan önce atılmış bulunduğunu kabul etmek
gerekiyor.
Aksi takdirde
İngilizler Selanikli’ye Samsun’a gitmesi için bu kadar kolay “vize”
vermezlerdi.
Ve Selanikli
de (Erzurum'dan anasına yazdığı mektupta dile getirdiği gibi) işin ucunda netice
görmese kılını kıpırdatmazdı:
“Pekala
bilirsiniz ki ben yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım.”
*
Selanikli
(İsmet İnönü’nün sözünü ettiği) “İngiliz desteği”ni arkasına almasaydı vatanseverlikte
“netice görmezdi”.
Netice
görmeyince de “Mevzubahis olan vatansa…” türünden kahramanca cümleler
kurmazdı.
Bugünden
geriye baktığımızda onun ne yapıp ne yapmayacağını pekâlâ biliyoruz.
İngiliz de,
Selanikli’den saltanatın ve hilafetin ocağına incir dikme sözü almasaydı, ona destek
vermezdi.. Bunu da biliyoruz.
Selanikli’nin
daha Erzurum Kongresi günlerinde, Samsun’a çıkışının hemen iki ay sonrasında
hempaları Mazhar Müfit ile Süreyya’ya büyük bir özgüvenle saltanatın
kaldırılacağı müjdesini vermesi, hem İngiliz desteğine olan itimadının
büyüklüğünü, hem de “gizli antlaşma”nın temellerinin İstanbul’da atılmış
olduğunu gösteriyor.
Demek ki
İngilizler Selanikli’ye sağlam teminat vermişler..
Selanikli de
onlara çok sağlam söz vermiş.
Hatırlayalım,
Curzon’un üç tane temel hedefi var:
Birincisi saltanatın
(Osmanlı İmparatorluğu’nun) son bulması..
İkincisi
Türkler’e İslam âleminde itibar ve saygınlık kazandıran hilafetin
ellerinden alınması..
Üçüncüsü de
Doğu Roma ve Osmanlı İmparatorluklarının başkenti olması hasebiyle sahip olan
devlete imparatorluk “havası” veren İstanbul’un yeni Türk devletinin
başkenti olmaması.
*
Burada bir
noktaya özellikle değinmek gerekiyor:
Tarihte bu
tür “gizli antlaşmalar”, daha doğrusu komplo ve entrikalar hiç
eksik olmamıştır.
Mesela 1916
yılında İngilizler ile Fransızlar arasında yapılmış olan Sykes-Picot
antlaşmasından dünya ancak 1920’li yıllarda Sovyetler’in bu antlaşmayı ifşa
etmesi sayesinde haberdar olabildi.
Bu tür gizli
antlaşmalar günümüzde de yapılıyor.
Mesela, Muharrem
İnce Temmuz 2014’te, yaklaşık 10 yıl önce TBMM’de AK Parti iktidarının
gizli anlaşmalarıyla ilgili olarak şöyle bir konuşma yapmıştı:
“Az önce Grup Başkan Vekili Sayın Ahmet
Aydın, Sayın Tanju Özcan konuşurken ‘Gizli anlaşmalar yapıp
yapmadığımızı nereden biliyorsunuz?’ dediniz.
“Bakın, ben verdiğim bir soru önergesine
Sayın Ahmet Davutoğlu imzasıyla verilen cevabı okuyorum, devletin resmî
belgesi: ‘Bölgedeki ve dünyadaki birçok ülkeyle olduğu gibi, İsrail ve
ülkemiz arasında da çeşitli anlaşmalar akdedilmiştir. Diğer ülke ve
uluslararası kuruluşlarla olduğu üzere, İsrail’le de siyasi, ticari, kültürel
ve askerî olmak üzere çok yönlü ilişkilerimiz karşılıklı imzalanan bu
anlaşmalar çerçevesinde yürütülmektedir. İkili ve çok taraflı ilişkilerin
geliştirilmesini amaçlayan bu anlaşmaların üçüncü ülkeleri hedef alan bir yönü
bulunmamaktadır. Bununla birlikte, söz konusu anlaşmalardan bazıları,
hizmetin gereği dolayısıyla, gizli olup bunlar dışındakiler Resmî Gazete’de
yayımlanmaktadır.’ (…)
“Tarihi de söyleyeyim: 9 Kasım 2009,
soru önergesinin tarihi.
“Hep MHP’yi suçluyordunuz ya ‘[28 Şubat
sürecinde] Hükûmet ortaklığınızda Suriye’yle gizli anlaşmalar yaptınız’
diye; işte, ben de size, sizin İsrail’le gizli anlaşmalar yaptığınızı Dışişleri
Bakanı Sayın Davutoğlu’nun imzasıyla… ‘Biz yaptık’ diyor. ‘Gizli olanlar,
Resmî Gazete’de yayımlanamayanlar, onlar ayrı ama Resmî Gazete’de yayımlananlar
da var’ diyor.
Demek ki İsrail’le de gizli anlaşmalar
yapmışsınız.”
(https://www.odatv.com/siyaset/14-soruda-akpyi-nakavt-etti-61985)
Evet, Türkiye
Cumhuriyeti milletin iradesiyle, millet öyle istediği için değil, İngilizler’le
Selanikli’nin gizli antlaşması marifetiyle kuruldu ve tarihteki yolculuğuna
aynı minvalde devam ediyor.
*
Peki Ohrili
Kemal kim, ve niçin önemli?
Prof. Hülagü,
1957 yılında vefat etmiş olan Ohrili Kemal Bey’in “yaptığı
görevler, meşguliyetleri ve bulunduğu yerler dikkate alındığında yabancı
kaynakların da ifade ettiği üzere, hiç de sıradan biri olmadığını” söylüyor.
Soyadından da belli olduğu üzere Ohri (Kuzey
Makedonya) doğumludur, Balkanlar’ın çocuğudur.
Mustafa Kemal’in sınıf arkadaşıdır, üç yıl Harbiye’de aynı sıralarda
beraber okumuştur, onunla aynı yıl mezun olmuştur.
Orduda İsmet İnönü’yle birlikte
görev yapmış, aralarındaki ilişki zamanla yakın bir dostluğa dönüşmüştür.
1910 yılında Osmanlı Hükümeti
tarafından eğitim için Almanya’ya gönderilmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale
cephesinde kurmay heyeti içinde yer almış, Üçüncü Kolordu Harekât Şube
Müdürlüğü görevinde bulunmuş, daha sonraları ise Kuzey Grubu Karargâh Kurmayı
olmuştur.
Cumhuriyet döneminde ise İsviçre,
İspanya ve Almanya gibi Avrupa ülkelerinde bulunmuş, uluslararası ticaretle
meşgul olmuş, özellikle askerî malzeme üretimi ve satışı yapan büyük firmalarla
bağlantı kurmuştur.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında savunma
sanayii alanında yapılan satın almaların aracısı ve komisyoncusu olarak
çalışmıştır.
Görünürdeki meşguliyeti olan ticarî
girişimciliğinin yansıra Türkiye adına istihbarat edinmeye çalışmış ve
edindiği bilgileri, kendi analizleri eşliğinde, o dönemin en üst seviyedeki
devlet idarecileri ile paylaşmıştır.
Mesela Başbakan Menderes’e 30
Ağustos1955 tarihinde bir telgraf çekerek, “Kıbrıs’ın 1878 senesinde
İngilizler’e, Rusya’ya karşı bize yardım etmeleri ve Kars ile Ardahan onlardan
geri alınıncaya dek geçerli olmak şartıyla geçici olarak bırakılmış olduğunu,
Lozan Antlaşması’nda Kıbrıs hakkında doğrudan ya da dolaylı hiçbir ifadenin yer
almadığını, o nedenle 1878 Antlaşması’nın bugün geçerli olmasının icap
ettiğini” belirtmiştir.
*
Onun 28 Şubat 1947’de İsviçre’nin
Cenevre kentinden Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye göndermiş olduğu hilafet
konulu mektuba gelince..
Prof. Hülagü’nün belirttiğine göre, Cumhuriyet
Arşivi kayıtlarına geçmiş bulunan ve araştırmacılara açık olan mektup, Ohrili
Kemal’in Cenevre’de Segy pansiyonunda kaldığı sıralarda daktilo edilip postaya
verilmiş.. Toplam 11 sayfadan oluşan mektup Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye istihbarî
bilgiler vermekte ve siyasî önerilerde bulunmaktadır.
Prof. Hülagü şunları diyor:
“1947 yılında göndermiş
olduğu rapor-mektup Türkiye ile İngiltere arasındaki daha Lozan Antlaşması
öncesinde imzalanmış olduğu belirtilen gizli bir antlaşmanın
varlığından söz etmesi bakımından son derece önemlidir. Fakat bu gizli
antlaşmanın tam olarak hangi konuları kapsadığından bütünüyle söz edilmemiş
olması ise bir eksikliktir. Ancak antlaşmanın Hilafet ve Saltanat’ın ilgası
ile Türkiye’de Dini Eğitimin yasaklanması konularını içermekte olduğu, ve Lozan
Antlaşması öncesi imzalanmış bulunduğu mektupta açıkça ifade edilmiştir.
“Kemal Ohri’nin
antlaşmaya dair tafsilatlı bilgi vermemesinin nedeni, öyle anlaşılmaktadır ki, antlaşmanın
gizliliği bir tarafa, gerek İsmet İnönü’nün gerekse daha başkalarının zaten
konuya hem önceden beri vakıf olmaları hem de konunun zaman zaman bir kısım
teklifler nedeni ile gündeme gelmiş olmasından kaynaklanmış gözükmektedir.”
Mektuptaki “dinî eğitimin
yasaklanması” kaydı, medrese ve tekkelerin Atatürk ilke ve inkılapları
(yani Curzon ilke ve inkılapları) kapsamında niçin kapatıldığını,
Tevhid-i Tedrisat (öğretimin birliği) adı altında niçin dinî eğitim ve öğretime
savaş açıldığını anlamamızı sağlıyor.
“Marifet iltifata tabidir”
kaidesince, medrese mezunlarına resmî görev verilmeyeceğinin ilan
edilmesi bile o kurumların gözden düşmesi için yeterli olacakken
yasaklanmaları, bunun da ötesinde sadece yüzünden Kur’an okumayı
öğrenen ve öğretenlerin bile polis ve jandarma güçleri tarafından sıkı bir
biçimde takip edilmeleri, salt Selanikli’nin kişisel takıntıları ile izah
edilebilecek birşey gibi görünmüyor.
Gerektiğinde camide minbere çıkıp
Taliban lideri Molla Ömer, el-Kaide lideri Üsame bin Ladin ve İran’ın Ayetullah
Humeyni’si gibi radikal dinci, tavizsiz siyasal İslamcı hutbe
okuyabilecek esneklikteki Selanikli’nin bu katılığı, İngilizler’den duyduğu
korkunun büyüklüğünü ortaya koyuyor diyebilir miyiz?
Selanikli’nin 1936 yılında İstanbul’da
ağırladığı (önünde ayak ayak üstüne atarak burnu havada oturan) İngiltere
Kralı Edward’ın karşısında verdiği poz, psikolojisini anlamamızı sağlıyor.
*
Okurlarımız üstlerine alınmasınlar
fakat memleketimiz ahmaklar bakımından gayet münbit ve zengin olduğu için “Sözün
tamamı ahmağa söylenir” fehvasınca “Niçin gizli antlaşma?” sorusuna da
cevap vermemiz gerekiyor.
Genel cevap şu: İstihbarat
teşkilatları niçin “gizli” çalışıyorlarsa onun için..
Özel cevap ise şu: Devletler bazen
kendi halklarından, kendi ülkelerindeki kamuoyu baskısından, bazen de
uluslararası baskılardan çekindikleri için kimi antlaşmalarını gözlerden
saklar, gizli yaparlar.
Yaptıkları bazı antlaşmalar da kendileri
açısından küçük düşürücü niteliktedir, ve bunun bilinmesini istemezler..
Antlaşmanın diğer tarafında yer alan devlet de muhatabını aşağılamış olmayı
değil, hedeflerine ulaşmayı önemsediği için, olayın gizli kalmasına razı olur.
*
Peki mektuptan başka neleri
öğreniyoruz?
Bunu da bir sonraki yazıda görelim
inşaallah.